Ruşen Arslan Son Makaleler

İki yeni kitap ve aklın verili olanla ilişkisi

Sadece Kürdistan’ı sömürgeleştiren güçler değil bazen onun adına savaştığını söyleyen dini ya da siyasi liderler hatta aydınlar, entelektüeller Kürt halkına kendi aklını kullanma kabiliyeti olmadığını, o nedenle akıl etme işinin kendilerine ait olduğunu söylemişlerdir. Bu halkın aklını ve iradesini birilerine teslim etmeksizin, kendi sorunlarından kendi akıllarını kullanarak çıkacak kabiliyete sahip olduğuna adeta onlar da inanmamakta ya da bunu kabul ederlerse kendi ayrıcalıklı konumlarını kaybetmekten korkmaktadırlar. O nedenle Kürt halkına hep bir çobana, bir lidere, öndere, iradeye ve ruha tabi olmaları gerektiği mesajını vermektedirler.Kürdistan’da geleceğin inşası, sorgulayan ve iradesini başkalarına teslim etmeyen yeni neslin eseri olacaktır.
İki yeni kitap ve aklın verili olanla ilişkisi
Makaleyi Paylaş

Verili olanı akıl süzgecinden geçirme, her verili olana şüpheyle yanaşmak bilim yöntemi olup doğruyu bulmamıza yardım eder. Bir iki örnek, konuyu daha anlaşılır kılacaktır. Eskiden mide rahatsızlığı olanlara süt içmeleri önerilirdi. Tıp bilimi bugün tam aksini öneriyor. Yine eskiden bakır tencere ve tavalarda yemek pişirilirdi. Kalaylı olmayanları zehirlenmeye yol açıyordu. İnsanoğlu alüminyum tencereleri icat etti. İnsanlar rahatlamıştı. Daha sonra alüminyum tencerelerin, insan vücudunda ağır metaller birikmesine neden olduğu keşfedildi ve böylece çelik ve seramik tencereler üretilmeye başlandı. İnsanoğlu belki ileride bunlardan da vazgeçip yeni şeyler üretecektir.

Eğer verili olan bilgiyle yetinilseydi ve bilimin her verili olana şüpheyle bakma yöntemi kabul görmeseydi, yeni tencere ve tavalar icat edilmeyecek ve bizler de vücudumuza ağır metaller almaya devam edecektik.

Verili olanı akıl süzgecinden geçirme, yalnız doğa bilimleriyle ilgili değildir. Sosyal bilimlerde de aynı kural geçerlidir.

Son okuduğum iki kitap bunları düşünmeme neden oldu. Birisi İbrahim Küreken’in İsmail Beşikci Vakfı yayınlarından çıkan “Tarih Okumaları – Kürdlerin Hikayesi” adlı kitabı ve diğeri de Vera Koyî’nin Doz Yayınlarında çıkan “Simurglar” kitabıdır.

İbrahim Küreken’in kitaba koyduğu ad, içeriğine tam uygun düşmüş. Eskiden buna “ismiyle müsemma” denirdi. Kitabın bana göre en ilgi çekici yanı, Küreken’in “Kürt resmi tarihi” dışına çıkarak, verili tarihi olayları, kendi akıl süzgecinden geçirerek yorumlamasıdır. Örnek olarak; “Kürdistan’a yapılmış olan bütün akınlarda, işbirlikçiliğin yeni bir imtiyaz ve güç alanı açtığını düşünen beyler ve aşiret reisleri, saldırganlarla işbirliğinin hem kendisini korumaya aldığını hem de diğer aşiret ve beylikler üzerinde bir üstünlük alanı açtığını kendi tecrübelerinden biliyorlar.” diyor. (s. 57) Bu değerlendirme, ister Osmanlı ve ister Cumhuriyet dönemlerindeki Kürt direnişlerinde devletin yanında yer almanın ve bugünkü koruculuğun bu denli güçlü oluşunu anlamamıza yardım ediyor.

Küreken’e göre “Bedirhan Bey’in devletin desteğiyle genişlettiği etkinlik alanındaki konumunu korumanın dışında bir devlet kurma hedefi yoktur.” (s.126) “Bedirhan Bey’in Nasturi katliamıyla Osmanlılar büyük oranda hedeflerine ulaşmışlardı; Kürdler eliyle Nasturilere ve Batılılara gözdağı vermeyi başarmıştı.” Küreken’in Bedirhan Bey olayını değerlendirişi, olaya gereğinden öte milli bir hareket izafe eden görüşlere cevap teşkil ediyor.

Bana göre İbrahim Küreken’in 1924’teki Beytüşşebap ve 1925 Şeyh Said önderliğindeki direniş için söyledikleri de önemlidir. Ona göre “Arkası önü belli olmayan, kapasitesi sonuçlarıyla bir firar olayının ötesine geçmeyen Beytüşşebap olayını Azadî’nin örgütlediği bir hareket olarak kabul etmek için hiçbir sebep olmadığı gibi, Azadî’yi bu önü arkası hesaplanmayan bir hareketi başlatacak kadar öngörüsüz göstermek de bizi yanlış sonuçlara götürür. Beytüşşsebap firarı gibi Şeyh Said hareketi de böyle bir harekettir.”

Görüldüğü gibi İbrahim Küreken’in tarih okuması, epeyce Kürt resmi tarihinin dışındadır. Bu sözüme “Kürtlerin devleti mi var ki resmi tarihi olsun?” diye itiraz edenler olacaktır. Bu sorunun cevabını “Şeyh Said Ayaklanmasında Varto Aşiretleri ve Mehmet Şerif Olayı” adlı kitabımda vermiştim. İzninizle kitaptan birkaç paragraf alıntı yapmak istiyorum:

“Resmi tarihi yalnız devletler oluşturmaz. Devlet olmayan veya devlet olmak yolunda mücadele eden toplumlarda da, bence adı konmamış bir nevi resmi tarih oluşmaktadır. Toplumun kurumları ve siyasal örgütleri ideolojik doğmalarla tarihsel olaylara yaklaşmakta ve birçok tarihi olayı kendi “doğruları” olarak kabul etmekte, tarihi olayla ilgili bir başka görüş açısını mahkûm etmektedirler. Ben bu olayı, gayet somut bir biçimde, elinizdeki kitabın çalışmaları sırasında kitabın yazımı çerçevesinde, 49’lar davasından mahkûm olmuş, Cibranlı Halit Bey’in yeğeni Selim Kılıçoğlu ile yaptığım röportajın bir kısmını; Serbestî dergisinin 21. sayısında “Şeyh Said yakalandı mı, yoksa teslim mi oldu?” başlığıyla yayımladığımda gördüm. Röportaj yaptığım Selim Kılıçoğlu, direnişe yurtsever çevrelerin genel kabul ve bilgisinin dışında başka bir gözle bakıyordu. Bir kısım çevreler, söylenenlere kutsal bir şeye saldırılıyormuş gibi baktılar. Hatta bazıları Kılıçoğlu’nun, benim ve Serbestî dergisinin yurtseverliğini sorgulamaya kalktı…

Kürt tarih yazımında, genel tarih metodolojisinin gözetildiği pek söylenemez. Aksine bugün büyük bir eleştiri konusu haline gelen Türk tarih yazımından oldukça etkilendiği görülür. Genel kabul gören deyimiyle “Türk tarih tezi”ni çoğu kez tersine çevirerek kullanır. Onun ak dediğine kara diyerek doğru bir şey yaptığını sanır ve bunun da ideolojik bir yöntem olduğunu unutur.

Bilim yöntemi bize araştırmalarımızda olaya şüphe ile bakmayı öğretir. Bu doğru, tarih araştırmacısı için de geçerlidir. Böyle bir yöntem yerine, ideolojik olarak karşı olduğumuz şeyin zıddını doğru farz ederek alırsak, yanlış sonuçlara varabiliriz. Bunu çok eleştirilen klasik bir örnekle açıklamak mümkündür. Dünyaya medeniyetin Türkler tarafından yayıldığını iddia eden tarihçi sayısı az değildir. Biri kalkıp medeniyeti dünyaya Türkler değil, Kürtler yaydı derse, doğruyu söylemiş olmaz…”

“Kürt tarih yazımında, ideolojik ve giderek örgütsel kaygılarla cevap vermek için, tarihsel olayların ve olayların yorumunun saptırıldığına sıkça rastlanır. Tarihi liderler ya örgütsel kaygılarla yerin dibine batırılır yahut haklarındaki eleştiriler objektif de olsa, ihanet suçlamasıyla karşılanır. Hâlbuki tarihi doğru anlamak için, tarihsel olayın meydana geldiği dönemdeki sosyal ve ekonomik yapıyla birlikte, tarihsel olayların öne çıkardığı aktörleri de incelemek gerekir. Bu incelemede rasyonel olmak, tarihin aktörlerini olumlu yahut olumsuz yanlarıyla değerlendirmek gerekir. Bunun için, öncelikle tarih araştırıcısının, tarihi kişilikleri bir mit olarak görmemesi gerekir. Tarih metodolojisi açısından, eski deyimiyle hiç kimse laüsel (sorumsuz) ve eleştiriden münezzeh (uzak tutulmuş, istisna edilmiş) değildir. Bu doğru, araştırıcı için geçerli olduğu gibi, okuyucu için de geçerlidir.”

İbrahim Küreken, kanımca tarih yazımı metodolojisini iyi kullanmış.

Vera Koyî’nin Simurgları

Kitabın önsözünü yazan Mehmet Sanrı’ya göre Vera Koyî kitabını, olağanüstü bir tanıklık sonucu yazmıştır. Bundan ve kitabın tümünden anlaşılan, bir kadın gerilla gözünden PKK saflarındaki silahlı mücadelede gördüklerini aklının süzgecinden geçirerek bize anlatıyor.

Vera Koyi’nin, kitaptaki kurgu ve anlatımı çok başarılı. Bunda edebiyat öğrenimi görmüş olmasının payı büyük olsa gerek. Kitap, tanıklığın gerçeklikleri korunarak bir romana dönüşmüş. Romana dönüşmüş tanıklık kitaplarının roman tadını vermeleri biraz zordur. Simurglar, akıcı bir roman tadında okunuyor.

Bana göre kitabın özünü, Koyî’nin örgüt işleyişinde de olsa, verili olan bir şeyi kabullenememesi oluşturuyor. Savaşan totaliter bir örgütlenme üyesi olup, bu şekilde düşünen biri için yaşamın ve mücadelenin ne denli zor olduğu ortadadır. Kitapta düşünce ve olaylar, Şîlan adlı bir kadın gerillanın etrafında dönüyor. Öyle anlaşılıyor ki Vera Koyî, Şilan’da kendisini anlatıyor. Yaşadığı çelişkileri Şilan’da gözlemlemiş gibi anlatışı bunu kanıtlıyor: “Şilan pek çok çelişkinin üstünü örterek buradan ayrılıyordu. Bu çelişkiler, sorgusuz ve sualsiz kabullerin çelişkileriydi. Ve bu çelişki, her an yaşamda serseri bir mayın gibi, nerede ve ne zaman patlayacağı belli olmayan ciddi sakıncaları bağrında taşıyan bir çelişkiydi.” (S.84)

Vera Koyî, Kürt kadınını siyasete katmada başarı göstermiş PKK’de, siyasal ve örgütsel anlamda kadın erkek ilişkisine de açıklık getiriyor. Ona göre kadına bakış, eşitlikçi bir anlayışa sahip değildir: “Bu anlayışa sahip erkekler, kadın üzerindeki doğal etki alanlarını kaybetmekten korkuyorlardı. Onlara göre kadın, erkeğin elinin altında olmalıydı. Mevcut düzen burada da devam etmeli, kadınlar erkeklerin yardımcı gücü biçiminde yaşamdaki yerlerini almalıydı. Bu yaklaşımı teorik olarak kabul etmeseler de bilinçaltının dışavurumu olarak kadınları zayıf görüyor ve gösteriyorlardı.” (S. 216)

Koyî sorgulamasına “Koruculuk sistemi, Kürdistan coğrafyasında nasıl gelişti, geliştirildi diye sorulmuyordu” diyerek devam ediyor. (S.129) Yazarın sorgulamadığı konu yok gibi. Özgürlüğü de sorguluyor: “Özgürlük anlayışı, dağa çıkan kadının bilincinde soyut bir anlayıştan ibaretti. Özgürlük örgüt lideri ve üst yönetimin çizdiği çerçevenin dışına çıkmayan ve bir araç olarak kullanılan bir kavram olmanın dışında somut bir olgu değildi. Özgürlük anlayışı da tıpkı Kürd olmak gibi örgütün araçsallaştırdığı ve şiddet mekanizmasında kadını daha çok kullanmayı esas alan bir realiteydi. Egemen kültür yerini örgüte biat kültürüne bırakmıştı.” (S.226)

Aslında Simurg’daki kendini ve örgütü sorgulama, Kürdistan’daki gecikmiş aydınlanmanın doğurduğu bir sonuçtur. Aşiret reisi, şeyh ve dedeye sorgusuz itaatin egemen olduğu bir toplumda, 20. yüzyılın yarısından sonra siyasi alanda bu kurumların yerini gittikçe siyasi örgütlenmeler alıyordu. Bu değişimde dini ve sosyal kurumlarla siyasi kurumlar yer değiştirmişti. Siyasi kurumlarda da geleneksel emir ve itaat, emir ve kararları sorgulamama egemendi. Üstüne üstlük, varlığını ve dilini inkâr eden devletin olanca şiddetiyle baskısı vardı. Kürt toplumu demokrasiyle gecikmeli olarak tanışıyordu. Hâlbuki çok etnili, çok dilli ve çok inançlı bir toplum olan Kürdistan’da verilen özgürlük mücadelesinin toplumu birleştiren harcı ancak demokrasi olabilirdi. Demokrasilerde özgür düşünme, düşüncelerini özgürce açıklama ve sorgulama vazgeçilmez insan haklarındandır. İster istemez Kürt toplumu da demokrasiyle tanışacaktı. Vera Koyî’nin de böyle bir değişimden etkilenip, totaliter bir örgütlenmede aykırı düşünme ve sorgulamaya başladığı anlaşılıyor. Nitekim sonuç örgütten kopuş oluyor.

Kürtler, devletlerarası sömürge haline getirildikleri modern çağda sadece devletlerin askeri, siyasal, kültürel ve ekonomik sömürgeciliklerine karşı savaşmamışlar, aynı zamanda kendilerini sömürgecilik karşısında zayıf bırakan ve sömürgecilik tarafından derinleştirilen kendi toplumsal ve kültürel zaaflarıyla da mücadele etmek zorunda kalmışlardır. Bir yandan sömürgecilikten kurtulmaya çalışırlarken aynı zamanda kendi aydınlanmalarını da gerçekleştirmeye çalışmışlardır. Aydınlanma en meşhur tanımlarından birini, onu kendi aklına güvenme şeklinde tanımlayan Kant’ta bulmuştur: “Aydınlanma, insanın kendi suçu sonucu düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu sonucunda düşmüştür; bunun nedeni de aklını kendisinde değil, fakat başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aranmalıdır.”diyerek insana, “Spare aude”! yani “Aklını kullanma cesaretini göster!” der.

Sadece Kürdistan’ı sömürgeleştiren güçler değil bazen onun adına savaştığını söyleyen dini ya da siyasi liderler hatta aydınlar, entelektüeller Kürt halkına kendi aklını kullanma kabiliyeti olmadığını, o nedenle akıl etme işinin kendilerine ait olduğunu söylemişlerdir. Bu halkın aklını ve iradesini birilerine teslim etmeksizin, kendi sorunlarından kendi akıllarını kullanarak çıkacak kabiliyete sahip olduğuna adeta onlar da inanmamakta ya da bunu kabul ederlerse kendi ayrıcalıklı konumlarını kaybetmekten korkmaktadırlar. O nedenle Kürt halkına hep bir çobana, bir lidere, öndere, iradeye ve ruha tabi olmaları gerektiği mesajını vermektedirler.

2011 yılında PKK’nin 3 buçuk milyon Kürt insanından, PKK lideri Öcalan için “iraden irademdir” diye imza toplayarak TBMM’ne göndermesi, işte böyle bir anlayışın sonucudur. PKK, lider kültünü daha da üste taşımak için, 3 buçuk milyon imzayı övünç vesilesi yapmıştı. Hâlbuki 3 buçuk milyonun iradesini teslim ettiği lider, 1999 yılında yakalandığında, Türk devletine yardıma hazır olduğunu belirtmiş ve mahkemede ne örgütünü ve ne de Kürt meselesini savunmuştu. Üstelik ifadeleriyle siyasi davaları çok takip etmiş bir hukukçu olarak, bir itirafçı konumunda olduğunu söyleyebilirim. Bu nedenle bir Kürt olarak 3 buçuk milyon imzadan çok utanmıştım.

Kürtler, 3 buçuk milyon imzada olduğu gibi, legal ve illegal siyasi örgütlenmelerinde, sivil kurumlarda bu gibi durumlarla karşılaşsalar da Kürtlerdeki aydınlanma durmayacaktır. Kürdistan’da geleceğin inşası, sorgulayan ve iradesini başkalarına teslim etmeyen yeni neslin eseri olacaktır. Salih Dündar’ın “Saatin İçindeki Sır” ve Vera Koyî’nin “Simurglar”ı bunun işaretleridir.

[1] Bu görüşü kitabın yazıldığı 2006 yılı şartlarında değerlendirmek gerekir. Kürtlerin tarih yazımında epeyce yol aldıklarını da belirtmem gerekir.

[2] Geniş bilgi için Ruşen Arslan, Şeyh Said Ayaklanmasında Varto Aşiretleri ve Mehmet Şerif Olayı”. Nisan 2006 Doz Yayınevi, s. 13-22 “Tarh Üzerine Birkaç Söz” bölümü.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.

Bu makale toplam: 3697 kişi tarafından görüldü.
Son Güncellenme:20:29:31