Hüseyin Kaytan: Toprak, Tarih, Yağmur, Yürek...

Savaşta romantizmden vazgeçmeyen peşmergeler, düşmanı barındırdıkları açık olduğu halde, Arap koçerlerin çadırlarına dokunmuyorlar. Aracının camları kırılınca sinirleri bozulan peşmergenin, çadırların bulunduğu taraftaki bulutlara birkaç el ateş etmesi dışında.
21.02.2015, Cts - 16:27
Hüseyin Kaytan: Toprak, Tarih, Yağmur, Yürek...
Haberi Paylaş
Musul-Telafer yolu Keska kavşağındaki ön siperde yağmur yağıyor. Doğuda, şimdi cephe gerimizde kalan Eski Musul’a hakim tepe yükseliyor, ordaki siperlerden peşmergeler bizim üstümüzden daha Güneyi, hala IŞİD’n elinde olan Keska ve çevresini gözlüyor; ancak başka gözcüler de var: Doğudaki tepelere bir hafta kadar önce otuz kadar çadır açan Arap yaylacıların içine gizlenen IŞİD rasatçıları, siperimize atılan havanlar için koordinat veriyordu. İlk havan 300 metre geriye düşmüştü, sonra düz bir çizgi izleyerek siperin merkezine kadar ulaşmıştı havan patlamaları. Havan, teneke bir silah, eğer şansınıza tam üstünüze düşmediyse, tedbir aldığınız sürece etkisiz. Gençler küfretmişti yaylacılara, IŞİD’i gizledikleri için; üstüne uçaksavar monte ettiği aracına gözü gibi bakan peşmerge, onu siperin içindeki bir iç sipere çekmişti. Oysa siperlerin dışındaki araçlar hiç zarar görmezken, piyango da tam ona çıkmış, iki metre önüne isabet eden havan aracının camlarını tuz-buz etmişti. “Hey mi di... “ diye başlamıştı IŞİD’e övgüler dizisine.

Savaşta romantizmden vazgeçmeyen peşmergeler, düşmanı barındırdıkları açık olduğu halde, Arap koçerlerin çadırlarına dokunmuyorlar. Aracının camları kırılınca sinirleri bozulan peşmergenin, çadırların bulunduğu taraftaki bulutlara birkaç el ateş etmesi dışında.

Bu stratejik siperde geçirdiğimiz bir hafta boyunca, günaşırı gece saldırıları sürdü. Bir gün istirahat, bir gün çatışma. Son saldırı, 19 Şubat gecesi, saat 23:45’te başladı. Bu seferki biraz daha şiddetli. Önce birkaç top mermisi, ardından siperlerin hemen altında kalan boş küçük mezradan RPG atışları. Biri siperin dibinde patladı, diğerleri üstten aşarak gerideki boş alanda. Ardından çatışma başladı; yerimiz belli olan bizler bu anlamda dezavantajlıyız; ama yeri belli olmak, toprağa hakim olmak da demek. Çatışma, her zamanki birkaç kilometrelik hat boyunca, gün ağarana kadar sürdü. Bizden yaralı ya da şehit yok.

IŞİD hala bizi Irak ordusu filan sanıyor, boşuna bir çabayla zayıf nokta arıyor ve en kritik noktayı, şu anda bulunduğumuz Duhok-Telafer-Musul yollarının kesiştiği, Keska kavşağını zorluyor. Ve Eski Musul’un önündeki, peşmergelerimizin tuttuğu hakim tepeyi. Dicle’nin doğusunda kalan Wanke ellerinden gideli beri, Batıdaki bu saldırılar yoğunlaştı. Daha Doğuda ise, Başika çevresinde ve Guwer alanında boşluk arıyor. Saldırı biçimlerine ve savaşçı yoğunluklarına bakılırsa, bu saldırılar bir yandan da varlık duyurusu; hala varız demek istiyorlar belki. Çünkü hemen bütü saldırılarında ölüler bırakarak ya da yapabildiklerinde taşıyarak geri gidiyorlar.

Peşmerge cephesinde ise, başka bir hava var. Baharın ve toprağı savunmanın keyfini sürüyorlar. Toprak, toprak, toprak. Kendisinden olduğumuz toprak, hayatımızın ve ölümümüzün sonsuz döngüsü toprak. Güzelliğin geldiği yer, şarabın ve kelimelerin geldiği yer; gözlerin ve boyunların, bakışların ve ifadelerin, mutsuzluğun ve sevincin geldiği yer, -toprak. Bizi riya ve inkar ile aldatanların, cesedimizi saklamak zorunda oldukları kendi kuyumuz, bahçemizin neşesi, kendi derinliğimiz, mezarlarımızın ve hayata bakan evlerimizin sonsuz mekanı. Şimdi toprak, ve birgün elbette deniz. Boyunca sürekli bir rüzgar gibi dönüp durduğumuz denizler, Anadolu’nun bütün denizleri, ve Azak, ve Hazar ve Hint denizi... Barbarların bin yıl boyunca yok etmekle uğraştıkları, büyü dolu yazılarımızı yok ettikleri, işlenmiş taşlarımızı unufak ettikleri deniz boyları... Kayıp tarihimizin, unutmanın ve hatırlamanın gömülü olduğu; Azak’tan Elburz’a; Elburz’dan Akdeniz’e ve Hint Okyanusu’na, hayatın köklerinin de çürümeyen cesetlerimizle birlikte çürümediği toprak... Çölün eşiğinde, Musul tepelerinden Kuzeye ve her yöne bakan peşmergenin baktığı toprak; her yönde uzayan toprakla şimdi kökenlerindeki denizi hatırlayan Kürtlerin baktığı toprak: Milyonlarca yıl önce deniz olan bu yerde, şimdi toprak, dev bir kasırganın dalgaları her yöne kaldırdığı ve sarhoş bir Babil tanrısının bir anda herşeyi durdurduğu bir deniz yüzeyi gibi. Engin, sonu yok duygusu veren, yumuşak geçişlerle aşağı yukarı salınan toprak... Bu Kürdistan’dır; Ermenilerle ve diğer halklarla kardeşliği yaşadığımız ve düşmanın iğvasına uyarak birbirimizi kırdığımız Kürdistan, şimdi yeniden, ‘xêrnexwaz’ barbarlar dışında bütün halkların barış içinde bir arada yaşayabilecekleri Kürdistan. Oluşan şey budur ve hayat böyle oluşmasaydı, hayat olmazdı, kendini yenileyemezdi. Kendini yenileyen hayat gibi yeniden topraklarına sahip çıkıyor Kürtler. Zamanın bu kapısında biz Kürtler hayata benziyoruz, kendi çürümüş köklerimiz üzerinde yeşeriyoruz ve yeniden kök veriyoruz. Zamanın bu kapısında, varlığımız, dünya gezegeni için hayat kadar değerli. Hayatı yoketmek üzere cihad açanlara karşı duruyoruz, ölmekte olanın bütün hayatı kendi ölümüne çeken kıskanç ve sapkın ve korkakça eylemine karşı, biz Kürtler hayatı, hayatın hakikatte ölümsüzlüğünü ve onun toprakla bütünlüğünü savunuyoruz. Bunu bekliyorduk binlerce yıldır; şimdi gerçek oluyor.

Şimdi bir kademe geriye gelerek bu satırları yazdığım Eski Musul’da, elimde 1829 yılında basılmış, İngiliz Generali John Malcolm’ün kitabı var: History of Persia. Kürtlerden sözederken, zamanın her Batılı gözlemcisi gibi, bizi “kaba bir Farsça konuşan, dizgine gelmeyen sert mizaçlı bir halk” olarak niteleyen Malcolm, Kürdistan’dan bahsederken söze şöyle giriyor: “Sınırları Doğuda Irak ovaları ve Azerbaycan’a, Batı’da Dicle’ye, Kuzeyde Ermenistan’a, ve Güneyde Bağdat çevresine kadar uzanan antik Kardukya bölgesi, (modern Kürdistan), şimdi olduğu gibi, geçmişte de her zaman kendi kaba (rude) yönetimlerine sahipti; gerçi onun dağlı şefleri genel olarak bir üstün gücü tanıdılar, ancak çağlar boyunca Asya’nın bu bölgesindeki diğerlerinden çok daha fazla gerçek bir bağımsızlığı yaşadılar...” Gerisini özetliyorum: Kürdistan şefleri, en güçlü Pers imparatorlarının başına buyruk ve kavgacı bağlıları oldu, ancak İskender Pers imparatorluğunu yıktığında da, Kürtlerin bu bağımsız duruşları ve sertlikleri, ülkelerini İskender’den ve onun ardıllarından korumuştu. Kısa bir süre için Romalılar Kardukya’nın bir kısmına girebildiler; ancak varlıklarının etkisi, askeri garnizonlarının dışına asla çıkamadı. Pers ülkesini boydan boya çiğneyip geçen Turki kavimler, Kürdistan’da hiç bir zaman tutunamadılar. İran’dan gelip Dicle boyunca ilerleyerek Karadeniz’e varmak isteyen Ksenophon, yerel esirlerin verdiği bilgiyi şöyle aktarmıştı: Dicle boylarındaki dağlarda yerleşik olan Kardukyalılar, krala bağlı değildir: Bir keresinde yüzyirmibin kişilik krallık ordusu onların ülkesine girmiş, bir tanesi bile geri dönmemişti. Kardukya’dan geçilmez.

Malcolm, Ahmedê Xanî’nin çok daha önceleri yaptığı bir tesbiti, ondan habersiz kendisi de yineliyor: Bu kavim, hiç bir zaman bir güçlü liderin yönetiminde birleşmemiştir. Ve bir dipnot düşüyor: İsa’dan önce 465-424 arasında hüküm süren Pers hükümdarı Artaxerxes I Longimanus, büyük bir orduyla Kardukya’ya girmiş, ancak, müttefiklerinden birinin Kardukya’nın iki büyük lideri arasına nifak sokması ve birbirine düşürmesi yoluyla, ordusunu yıkıma uğramaktan kurtarabilmiş, onlarla böylece barış anlaşması yapabilmişti.

Şimdi de, çok yazık ki, her yönden, Kürtlerin arasına nifak sokmak ve birbirine düşürmek için aşırı yoğun bir çaba sürüyor. Kürdistan’ı askeri ve siyasi egemenlikleri altında tutanlar, onlarla ancak yine Kürtleri kullanarak başa çıkabileceklerini biliyorlar; bunun dışında başarı şansları yoktur. Öte yandan, bu rejimler, dünya siyaset arenasında itibarlarını kaybetmiş oldukları için, artık bu uğursuz faaliyetlerini, eskisi gibi uluslararası anlaşmalarla yapamıyorlar; bunun yerine, Kürt örgütlerine binlerce eleman sızdırarak politikalarını belirleyebilecek güce erişen istihbarat örgütlerini kullanıyorlar. Mevcut durumda, doğal siyasal farklılıklarına tahammül erdemi gösterecek, ulusal bir tutumda birleşmiş bir Kürt cephesi karşısında, hiç bir gerici-ırkçı rejim tutunamaz; bu çok açık.

Hala ayakta durabilen Türk, Fars ve Arap sömürgeci rejimlerinin bu gizli faaliyeti, ne yazık ki Kürtler içinde dile gelecek ağızlar bulabiliyor. Cepheye gelen Kuzeyli bir peşmerge, biraz da sanki kendi suçuymuş gibi bir ifadeyle, internet medyasında yayınlanan ve Kürdistan Bölgesi Başkanı Mesut Barzani ile, Başbakan Neçirvan Barzani’yi Batılı güçlere ihbar eden ve IŞİD ile danışıklı dövüşle suçlayan yazıların çıktısını uzattı. Yazıları okudum. Saldırıları, Güney’de IŞİD’e karşı savaşın muzaffer komutanı Mesut Barzani, ve uluslararası diplomaside başarılı olan Neçirvan Barzani üzerinde odaklanıyor. Sözkonusu yazılardan biri, komik bir çabayla, Başbakan Neçirvan Barzani’yi IŞİD saldırılarının başladığı günlerde Erbil Valiliğine düzenlenen intihar saldırısının arkasında olmakla suçluyordu. Muhteşem komik bu tahlile göre, böylece Neçirvan Barzani Batıyı Erbil’deki varlıklarının tehdit altında olduğuna inandırmak istemiş, ve tüm Ortadoğu’da kaç tavuğun yaşadığını bile kayda geçen Batılı istihbarat örgütleri, bunu görememiş, olaya kanmış ve Kürdistan bölgesine yardım etmeye başlamışlardı. Bu ve buna benzer istihbarat kaynaklı dezenformasyon faaliyetleri, sadece tek bir bakımdan rahatsız edici: Bu uğursuz muhbirliğin Kürt veya Kürdi olduğunu iddia eden kaynaklarca yayılması. Yoksa, düşman düşmandır ve elbette elinden gelen herşeyi yapacaktır, -hiç bir ahlak ya da doğruluk ölçüsüne başvurmaksızın.

Aslında cephede savaşanların bu tür haberlere, yorumlara ne ayıracak vakitleri var, ne de itibar ediyorlar. Onlar topraklarını savunuyorlar. Cephede dört parçadan peşmergeler var, nerde bir Kürt toprağını savunuyorsa, onunla duygudaşlar. Bu anlamda parti veya diğer türden siyasal çizgiler bir önem taşımıyor. Kobani’deki Kürt zaferini kutlarken, herkes bunu Kürdistan’ın zaferi olarak kutluyor ve selamlıyordu. Kimse siyasal farklılıklara, düşünce ayrılıklarına hiçbir önem vermiyor, veya önemli olduğunda da, karşısındaki farklılığı saygın bir yere koyabiliyordu. Tek bir ölçüleri var cephede savaşanların: Kürt varlığını, ülkesini savunmak ve onu insanlık ailesi içinde layık olduğu saygın yere ulaştırmak, bunu herkese kabul ettirmek. Bu eylemin halihazırdaki aktörlerinin, Mesut Barzani ve Neçirvan Barzani’nin, Kürdistan parçalarını askeri ve siyasi hakimiyetleri altında tutan bölge rejimlerinin nefretini üstüne çekmesi doğal. Doğal olmayan, Kürtlerin bu tarihi eylemi örtmeye, hatta karalamaya, ve hatta engellemeye çalışmaları. Oysa çevresinde birleşilecek eylem, Kürdistan’ı bağımsızlığa götürecek eylemdir. Bunun mümkün olup olmaması diye bir tartışma da artık saçma denecek kadar anlamsızdır. Kaldı ki, şu anda Irak Kürdistanı, fiilen bağımsızdır. Kendi ordusu, kendi eğitim kurumları, kendi ekonomisi, sorunları ve çözüm çabalarıyla kendi toplumu ile, fiilen bağımsızdır. Bu fiili bağımsızlığın resmileşmesi ise, sadece bir süreç ve bu doğrultuda ısrar sorunudur. Kürtler için dehşet verici olması gereken tek bir olasılık var: Kürtlerin, kadim düşmanlarının tanzimiyle, birbirlerine düşmeleri, bağımsızlığa giden süreci kesintiye uğratacak tek şey. Bunun dışında, Kürtler her engeli aşabilecek güçte, -her yerde, bütün parçalarda.

Güzel bir yağmur yağıyor siperlere... Çölün sınırındaki son Kürdistan topraklarının yeşil bir seraba dönüştüğü bu zamanda, cephedeki Kürt peşmergeleri, gece boyunca süren çatışmada sırılsıklam olan giysilerini kurutacak ateş bulamıyorlar... Birçoğunun çatışmalar durulduğunda çekilip kurundukları çadırlarındaki küçük gaz sobalarının yakıtı olan gazyağları tükendi.

Şengal-Musul hattını düşmandan aldığımızdan beri süren saldırılarda, tek bir adım geri atmadı peşmerge. Düşman saldırıları, uç siperlerde nöbetleşe savaşan her parçadan peşmergelerin iradelerinin çelikleşmesine yol açmak dışında, bir sonuç alamadı.

Yağmur sürüyor; peşmergenin yüreğinde bağımsızlık ateşi yanmayı sürdürüyor.

Hüseyin Kaytan

Nerina Azad
Bu haber toplam: 8587 kişi tarafından görüldü.
Son Güncellenme:00:33:10