Rojava heyetini Moskova’ya davet eden Rus yönetimi, Suriye Demokratik Meclisi (MSD) Eş Başkanı İlham Ahmed ve Moskova’ya yakınlığı ile bilinen Halkın İradesi Partisi Başkanı Kadri Cemil arasında Kürtlerin Suriye Anayasa Komitesine katılmasının sağlanması ve özerkliğin tanınacağı bir çözüm konusunda anlaşma imzalanmasını sağladı. Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’un da görüştüğü heyetler arasındaki bu anlaşma, aslında Rusya’nın Kadri Cemil üzerinden Kürtlerle anlaşması olarak anlam kazandı.
Bu anlaşma ve bölgesel gelişmelere bağlı olarak olası sonuçlarını tartışabilmek için önce ABD’nin planına bakmak gerekiyor.
ABD planını üç ana nokta üzerinden özetlemek mümkün.
Birincisi, ABD’nin bir süreden beri Barzani çizgisindeki partilerin oluşturduğu ENKS (Suriye Kürt Ulusal Konseyi) ile PYD’nin başını çektiği partilerin oluşturduğu PYNK (Kürt Ulusal Birliği Partileri) arasında birlik görüşmelerine ara buluculuk yaptığı biliniyor. ABD, bu görüşmelerde siyasi temsil gücü zayıf olan ENKS üzerinden Rojava’daki özerk yönetimi temsil eden partileri Öcalan-KCK çizgisinden uzaklaştırmaya ve bu temelde Suriye ve Irak Kürtlerini kendi politik ekseninde birleştirmeye çalışıyor. Başka bir deyişle Kürtlerin ulusal-demokratik mücadelesinin başarısı için kritik bir önem taşıyan ‘birlik’ konusunu, kendi çıkarları için kullanıyor.
İkinci olarak; ABD, DSG Genel Komutanı Mazlum Abdi ile ABD’li Delta Crescent Energy LLC adlı Amerikan petrol şirketi arasında imzalanan petrol anlaşmasını bu birliğin ekonomik altyapısı haline getirmeyi amaçlıyor. Suriye yönetimini ekonomik olarak çökertmek için uyguladığı Sezar yaptırımlarıyla Suriye yönetimi ile petrol alışverişini yasaklayan ABD, bu anlaşmayla Suriye Kürtlerinin ekonomik olarak Irak Kürdistan Bölgesi’ne entegre edilmesinin yolunu açıyor.
Üçüncüsü, hem Türkiye’deki Erdoğan iktidarının bu sürece dahil edilmesi ya da en azından engel olmayacak bir pozisyona getirilmesi ve yine özerk yönetimin Öcalan-KCK çizgisinden uzaklaştırılmasının da bir adımı olarak, PKK’nin bölgede bu politikalar bakımından istikrarsızlık yaratacak bir silahlı güç olmaktan çıkartılması hedefleniyor.
Bu konuda 19 Ağustos’ta Washington’da gerçekleştirilen ABD-Irak stratejik görüşmelerinden sonra düzenlenen basın toplantısında ABD’nin Dışişleri Bakanlığı yetkililerinin söylediklerine dikkat çekmek gerekiyor. ABD Dışişleri Bakanlığının Ortadoğu’dan Sorumlu Birinci Bakan Yardımcısı Joey Hood “Irak Kürt Bölgesel Yönetimi, Irak merkezi hükümeti ve Türkiye, ABD’nin ve diğer koalisyon ülkelerinin danışmanlığı ve desteğiyle birlikte çalışma yürütebilir. Sincar gibi yerler, PKK da dahil düzensiz silahlı gruplardan temizlenebilir ve halkın refahına çalışacak ve halk tarafından kabul görecek bir sivil yönetim kurulabilir” derken, Irak İşlerinden Sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı David Copley de “Türkiye ve Irak’ın, PKK’nin Kuzey Irak’taki varlığıyla ilgili sorunları çözmek için yakın bir iş birliği içinde çalışmasını istiyoruz” açıklamasını yapmıştı.
ABD’nin Türkiye’nin Irak sınırları içindeki operasyonları karşısındaki sessizliği, Rojava’daki birlik görüşmelerini destekleyen Barzani yönetiminin PKK’nin Irak Kürdistan Bölgesel Yönetiminin topraklarından çıkması yönlü açıklamaları ve bağlı olarak son dönemlerde KDP-PKK arasında tırmanan gerilimin yukarıda ortaya konan hedeften bağımsız olmadığı açıktır.
Bu temelde ABD’nin ‘Cizire Bölgesi’ ilanı, bu adımların bir devamı olarak ve bölgeyi Suriye’den koparma amacı kapsamında gündeme getiriliyor.
Peki, yazının girişinde de belirttiğimiz gibi kısa vadede Suriye’de çözümsüzlüğü derinleştirme ve uzun vadede Suriye ve Irak Kürtlerini ABD’nin politik ekseninde birleştirme hedefiyle açıklanabilecek bu plan hangi amaca bağlanıyor?
Elbette bu plan, bölgesel bir tehdit olarak görülen İran’ın kuşatılmasını ve daha önemlisi bölgesel (Ortadoğu) paylaşım mücadelesinde ABD’nin en büyük rakibi olan Rusya’nın elinin zayıflatılmasını amaçlıyor.
Ancak 2015’teki askeri yığınağı ve müdahalesi sonrasında Suriye iç savaşında dengeleri Suriye yönetiminin lehine döndürmekle kalmayıp bölge genelinde etkinliğini arttıran ve en son Libya’da kazandığı pozisyonla sadece Ortadoğu’da değil, Kuzey Afrika ve Doğu Akdeniz’deki egemenlik mücadelesinde de elini güçlendiren Rusya’nın bu gelişmelere seyirci kalması düşünülemezdi.
İşte MSD Eş Başkanı İlham Ahmed başkanlığındaki Kürt heyetinin Moskova ziyareti ve sonrasında imzalanan anlaşma, Rusya’nın ABD planını boşa düşürmeye yönelik hamlesi olarak anlam kazandı.
***
İlham Ahmed’in başkanlık ettiği Rojava heyetiyle anlaşma yapan Kadri Cemil, Suriye muhalefetinin ‘Rusya grubu temsilcisi’ olarak biliniyor. Kadri Cemil aynı zamanda daha önce Suriye Komünist Partisinde yer almış ve Suriye’de başbakan yardımcılığı görevini de yürütmüş bir siyasetçi. Uzun lafın kısası Kadri Cemil, Suriye’deki gelişmelere müdahale edebilmek amacıyla Rusya eliyle oluşturulmuş ‘muhalefet’in temsilcisi. Bu nedenle Moskova’da yapılan anlaşmayı, Rusya’nın Kadri Cemil üzerinden Rojava heyetiyle yaptığı bir anlaşma olarak tanımlayabiliriz. Anlaşmanın imzalanmasından sonra heyetlerin Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov ile yaptıkları görüşme ve bu görüşmede gündeme getirilen konular da bu tespiti doğruluyor. Peki, bu anlaşma neleri kapsıyor? Beş maddeden oluşan anlaşmada özetle:
Birinci olarak, yeni Suriye’nin toprak birliğine vurgu yapılıyor ama bu birliğin eşit vatandaşlığa dayalı demokratik bir anayasaya dayandığı belirtiliyor. Devamında temel meselelerde (dış işleri, savunma, ekonomi) merkezileşmeyi garanti eden ademi merkeziyetçi (yerinden yönetim) bir model öneriliyor.
İkinci olarak, BM Güvenlik Konseyinin 2254 sayılı kararının tam uygulanması için Suriye Demokratik Meclisi de dahil tüm muhalif grupların sürece dahil edilmesi gerektiği vurgulanıyor. BMGK’nin 2254 sayılı kararı, Suriye’de rejim ve muhaliflerin uzlaşması üzerinden bir geçiş dönemi yönetiminin oluşturulmasını öngörüyor. Ancak bilindiği gibi, Suriye Kürtleri (MSD) Suriye’deki en önemli siyasi bileşenlerden biri olduğu halde Cenevre sürecinden (Suriye’nin yeni anayasasının yazımı için rejim ve muhaliflerden oluşan komite) dışlanıyor.
Üçüncü olarak, anlaşma Kürt sorununun Kürtlerin uluslararası sözleşmelerde garanti edilen haklarının tanınması temelinde çözümünü taahhüt ediyor.
Dördüncüsü, üçüncü maddenin de bir devamı olarak Suriye’nin toprak birliği temelinde ama özerk yönetimin deneyimlerinin de dikkate alınacağı bir idari yapılanmanın oluşturulması vurgusu yapılıyor.
Son olarak da Suriye Demokratik Güçleri ve Suriye yönetimi arasında daha önce gerçekleştirilen müzakerelerde de üzerinde durulan bir konu olan DSG’nin üzerinde uzlaşılacak bir formül üzerinden Suriye ordusuna katılımı öngörülüyor.
Bu anlaşma iki önemli noktaya odaklanıyor: Birincisi, Kürtlerin Cenevre başta Suriye’nin geleceğinin belirlenmesi için yürütülen siyasi süreçlere katılımının sağlanması ve ikincisi bununla da bağlantılı olarak Suriye’de siyasi çözüm için yeni bir diyalog sürecinin başlatılması.
Anlaşmanın imzalanmasından sonra Lavrov’la görüşen Rojava heyeti içinde yer alan Hikmet Hebîb, bu görüşmeyle ilgili olarak ANHA’ya yaptığı açıklamada Lavrov’un kendilerine 2254 sayılı kararın uygulanması ve MSD’nin Cenevre sürecine katılımının sağlanması için BM Suriye Özel Temsilcisi Pederson’la diyaloğa geçeceğini söylediğini aktarıyor. Hebîb, Lavrov’un Suriye’de siyasi çözümün özerk yönetim ve MSD’nin katılımı olmadan gerçekleşemeyeceği görüşünde olduğunu da aktarıyor.
Dolayısıyla Lavrov’la yapılan görüşmeden ortaya çıkan sonuç, Rusya’nın bu anlaşmanın garantörlüğünü üstlendiğini ve Kürtlerin siyasi sürece katılımının sağlanması için girişimlerde bulunma sözü verdiğini açıkça ortaya koyuyor.
Elbette burada şu soru akla geliyor: ABD’nin öncülük ettiği Barzani çizgisindeki partilerin oluşturduğu ENKS (Suriye Kürt Ulusal Konseyi) ile PYD’nin başını çektiği partilerin oluşturduğu PYNK (Kürt Ulusal Birliği Partileri) arasındaki birlik görüşmelerinde önemli bir mesafe katedilmişken ve dahası özerk yönetim ile ABD arasında petrol anlaşması yapılmışken Rusya’nın bu hamlesinin başarı şansı var mı?
Öncelikle ABD, Kürtlerle iş birliğini sürdürmesine rağmen DSGG/MSD’nin Cenevre başta olmak üzere Suriye’nin geleceği ile ilgili uluslararası süreçlere dahil edilmesi, yani siyasi temsiliyetinin sağlanması bakımından adım atmıyor. Tabii ABD’nin bu yönde adım atmamasında Kürtleri çözümün değil, çözümsüzlüğün parçası yapmak istemesinin de rolü olduğunu göz ardı etmemek gerekiyor. Bu bakımdan Kürtlerin siyasi temsilinin sağlanması için BM düzeyinde Lavrov’un sözünü ettiği girişimlerde bulunulması, ABD planı karşısında Rusya’nın elinin güçlenmesini sağlayacaktır.
Öte yandan gerek Öcalan’ın son mesajlarında Kürtlerin Suriye’nin toprak bütünlüğü içinde bir çözümü esas almaları çağrısını yapması ve gerekse ABD’nin Rojava’daki özerk yönetim ile Irak Kürdistan’ındaki Barzani yönetimini kendi politik ekseninde birleştirme yönünde attığı adımlara rağmen PKK ve KDP arasında yaşanan gerilim, ABD planı karşısında Rusya’ya önemli bir hareket alanı sağlıyor-ki, burada ABD’nin kendi planı önünde engel olarak gördüğü PKK’nin tasfiyesi konusunda Türkiye, Irak Kürdistan ve merkezi yönetimleri arasında iş birliği önerisi yaptığını tekrar hatırlatalım.
Ancak şunu da unutmamak gerekir ki, Rusya’nın bu hamlesinin başarı şansı her şeyden önce bugüne kadar Kürtlerin özerklik talebini reddeden Suriye yönetimini bu anlaşmanın uygulanmasına ikna edip edememesine de bağlı.
Bitirmeden Türkiye’deki Erdoğan iktidarı için de birkaç söz etmek gerekiyor.
Tahmin edilebileceği gibi Moskova’daki görüşmelerle ilgili Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada “Terör örgütü PKK/YPG güdümündeki sözde ‘Suriye Demokratik Konseyi’ unsurlarından oluşan bir grubun Rusya Federasyonu’na davet edilmesini ve Rus resmi makamları tarafından üst düzeyde kabul edilmesini kaygıyla karşılıyoruz” tepkisi ortaya konduktan sonra “Rusya Federasyonu’ndan, Astana ruhuna ve Astana formatındaki toplantılarda yapılan taahhütlere uygun olarak hareket etmesini ve terör örgütü PKK/YPG iltisaklı oluşumların gündemine hizmet edecek adımlardan kaçınmasını bekliyoruz” çağrısı yapıldı.
Buradan bakınca Rusya’nın Moskova anlaşmasında taahhüt ettiği Suriye Kürtlerinin BM düzeyinde siyasi temsilinin sağlanması ve Suriye’de yeni bir çözüm sürecinin başlatılması konularında atacağı adımların Türkiye ile yeni bir gerilime yol açması ve bağlı olarak da Türkiye’deki iktidarın ABD planına daha fazla yakınlaşması sonucunu doğurmasını ihtimal dışı görmemek gerekiyor.
Geriye yanıtlanması gereken son bir soru kalıyor: HDP Mecliste çözümden söz ediyor ve Öcalan gibi barışçıl çözüm için rolünü oynamaya hazır bir aktör varken, Türkiye’deki iktidarın, Suriye Kürtlerinin Suriye’deki demokratik sürece katılmasından bile rahatsızlık duymasının kendi çözümsüzlüğünü derinleştirmekten ve daha geniş alanlara yaymaktan başka bir sonuç doğurmasının mümkün olmadığı açık değil midir?
Bu sorunun yanıtı açık olsa da uyguladığı politikalara bakınca ülkedeki iktidarın bu gerçeği görerek tutum almasını beklemek fazla hayalcilik olur. Ancak bu durum, iktidarın politikalarından rahatsızlık duyan; ülkede demokrasi ve bölgede barış isteyen güçlerin bu gerçeğe göre tutum almasını daha önemli hale getiriyor.