Ve sol tarafında Hasankeyf manzaralarını açık hava müzesi konumunda sunan Kasır, yüreğimizi o eşsiz geçmişi ile yüzleştirip perçinleyerek Hasankeyf’i milyonlarca kilim ilmeği gibi nakşetmektedir.
Asil akışıyla asi Dicle nehrinin kenarında yer alan yüzlerce tarihi kalıntı ve binlerce yıl önce onlarca medeniyetten insanların barınağı olan binlerce tarihi mağara evlerden oluşan mini kentler ve içlerindeki kutsal mekânlarla birlikte her ne kadar yok oluşa terk edilmişse de ruhuna huzur katar Hasankeyf’e gidenlerin.
Van depreminde herkes kenti terk etmek zorunda kalırken, ben de eşim Hêlîn, kızım Amara Binewş ve oğlum Armed Baran ile birlikte Mezopotamya’nın kadim topraklarına doğru yola koyulduk. Hasankeyf’e vardığımızda bizi, 15. yüzyıldan kalan, ülkedeki tek örneği olan Akkoyunlular’dan kalma Zeynel Bey Türbesi karşıladı bizi.
Binlerce yıldır, bütün tahribatlara ve doğa şartlarına rağmen ayakta kalan ve daha sonra bazı tarihçilerin iddialarına göre aslına uygun restore edilmeyen, taş bir yapı olan Zeynel Bey Türbesi bir babanın oğluna duyduğu eşsiz sevgiyi yansıtır. Zeynel Bey türbesi başlı başına bir şaheser ve ölümsüz bir anıttır. O kadar güzel bir şekilde nakşedilmiş ki bakıldığında süsleme sanatı olarak görülen farklı renklerde ki çini kuşaklar; insana ibadet kapsını açıyor ve üzerindeki yazılarda kufi olarak işlenmiş. Allah, Muhammed, Ahmet, Ali, isimlerini siz farkında olmadan gözlerinize zikrettiriyordu adeta. Zeynel Bey Türbesi bünyesinde, aslında birçok yapıyı barındıran bir külliyedir.
Orada gezerken geçmiş dönemlerde Artuklular’dan ve Eyyübiler’den kalma kadim eğitim alanları olan nadide medreseleri görüp o zamanın eğitim ve bilim hazinesi olan Hasankeyf’e bir kez daha hayran kalıyor insan! Hayranlığımız oradaki Menzil hanının kalıntılarını ve geçmiş dönemlerde ihtiyaç sahibi insanlara yemek dağıtılan imarethaneyi gördüğünüzde kat kat artıyor.
Zeynel Bey külliyesinden ayrılıp Dicle kıyısına doğru ilerlediğimizde karşımızda iki farklı kültürün, medeniyetin armağanı olan Hasankeyf Hamamı; bizi, saklı kalmış tüm anılarıyla buluşturuyor.
Zeynel Bey’i gezip o ihtişamlı eseri ziyaretimizin ardından Dicle nehrinin kenarında bulunan ve daha sonra yapılan kazılarda yeryüzüne çıkarılan Hasankeyf hamamına geçiyoruz. Tarihi antik kente girmenin heyecanı yüreğimizde bir kat daha artarken, Hasankeyf’e yaklaşmanın da mutluluğu sarıyor ruhumuzu.
Hasankeyf hamamından çıkıp Dicle nehrinin akışı istikametinde yürüdüğümüzde devasa bir yapı karşılıyor bizi. O yapı ki ortaçağ döneminin en büyük ve geniş kemer açıklığına sahip olan Hasankeyf taş köprüsüdür. Ancak bu ihtişamlı ve zamanında insan gücü ile yapılan taş köprü, Dicle nehrinin boynunu bir gerdanlık gibi süslemiş durumda olsa da tarih boyunca yaşanan savaş ve istilalar sonucunda tahrip edilmiş. Günümüze ancak ayakları kalabilmiştir.
Yine bir Artukoğulları eseri olan bu köprünün etrafını saran 12 adet insan figürü, bize astroloji burçlarının özelliklerini, işlenmiş taşlar üzerinde yansıtmaktadır. Köprü kullanılamadığı için Dicle nehrinden karşı tarafa geçmek için yeni köprü kullanılmaktadır.
Yeni köprünün sol tarafında halk tarafından manevi değeri yüksek olduğu söylenen ve her sene kendisi için bir anma töreni yapılan İmam Abdullah’a ait zaviye bulunmaktadır.
Daha sonradan Hasankeyf’te yapılan yeni köprüden eski köprünün o devasa ve taşlardan yapılmış tarihi Artuklu köprüsünü yakından izlemekle birlikte bütün berraklığıyla insanın ruhunu ve yüreğini okşayan Dicle’nin nazlı akışını da seyretmek başka bir güzellik katıyor yol hikâyemize.
Hasankeyf’e vardığımızda sağ tarafta eski çarşı yer alıyor ve orada eski dükkanların arasında yürümekle tarihe olan yolculuğumuz bir kat daha zirveye yaklaşıyor. Çarşıda yürürken karşımıza çoğu insanın çan kulesiyle eşleştirdiği müthiş mimarideki Er Rızk camiinin minaresiyle karşılaşıyoruz. Çift yollu bir minare olup; inenin, çıkanla karşılaşmadığı bu minare bir mimari zeka örneği olup; Er Rızk camiinin eski yapılarıyla bir bütünlük içinde tarihe meydan okuyor. Hemen Dicle nehrinin kenarında kurulan bu cami geçmişteki kalıntılarıyla cumhuriyet döneminde tekrar inşa edilmiştir. Halen mistik bir ortama sahip olan bu ibadethane faal durumdadır.
Hasankeyf’te karşımıza çıkan yüzü esmer ama yüreği tarih kokan minik rehberler “Abi size buranın tarihini anlatam mı?” diye sorarlar. Çocuk rehberler bize caminin ve minarenin gizemli hikâyesini anlatırken yapının tarihi hakkında da istediğimiz dilden bilgi veriyor.
Camiyi gezdikten sonra demir bir kapı ile karşılaşıyoruz. Yukarıda tüm ihtişamıyla onlarca medeniyete tanıklık etmiş Hasankeyf kalesine çıkışın yasak olduğunu söyleyen bir görevli karşımıza çıkıyor.
Anlattıklarına göre, Hasankeyf’in binlerce yıllık kalesi, kadimleşen ana kayasından muzdarip durumda. Kalenin çıkış yolu üzerinde yer alan çatlaklardan kaynaklanan durum can güvenliği için büyük bir risk teşkil etmektedir. Bu durum giderilir giderilmez yasak kalkacaktır.
Eski taş evlerin olduğu mahallenin merdivenlerinden Kasr-ı Rabia’ya çıkmak için yolumuza devam ediyoruz. Çoban Ali’nin rehberliğinde oradan Kasır’dan, ziyarete kapalı olan kalenin bir bölümünü ve Hasankeyf’in eşsiz manzarasını izleme şansını yakalıyoruz.
Genel bir manzara izledikten sonra güneye doğru yürüyoruz. Burada bizi, yüzlerce mağara konut ve kayalarla dolu bir vadi karşılıyor. Buraya halk dilinde Saha vadisi deniyor. Vadide biraz ilerledikten sonra yaşadığımız buruk mutlulukla beraber bir üzücü durumla daha karşılaşıyoruz. Karşılaştığımız manzara farklı inançlara karşı ne kadar duyarsız olduğumuzu bir kez daha ortaya koyuyor. Gezi güzergâhımızda içi tamamen saman dolu olan bir Ermeni kilisesinin önüne geliyoruz. Karşılaştığımız üzücü manzaradan sonra kiliseden çıkıp kuzeydoğuya doğru yürüyoruz. Burada Er Rızk minaresine benzeyen başka bir minare karşılıyor bizi. Göklere doğru yükselen bu kesik minare Eyyübi dönemine ait olan Sultan Süleyman Camiine muhteşem bir görünüm katıyor. Bu caminin bulunduğu alanda bir medrese, taç kapı ve süslemeleri ile bizi hayran bırakacak bir tarih deryası ile karşı karşıya getiriyor.
Yine o büyük kompleksin içinde devasa bir yapı olan ve alçı süslemeleriyle eşsiz olan Koç Camii bizi büyülüyor. Koç camii 1985 yılından itibaren yapılan arkeolojik kazıların merkezi alanı olup arkeoloji alanında Hasankeyf’in gizemli tarihini bize sunmaktadır. O eşsiz camii merkezi bir alanda olup aşağı şehrin incisi durumundadır. Taşkaplı geniş avlusuyla bize Hasankeyf’in eşsiz cömertliğini sunmaktadır. Ayrıca Arnavut kaldırımlarını, su kanallarını, bir kapalı çarşı olan arasta kalıntılarını, bir hanın kalıntılarını bu yapı topluluğu içinde görebilme şansına sahip olabiliyoruz.
Buradan ayrılıp biraz güneye doğru ilerlediğimizde karşımıza Eyyubilerden kalan ve günümüzde halen faaliyette olan Kızlar Camii çıkıyor.
Güneye doğru yürümeye devam ediyoruz, bütün heybeti ve tarihi kalıntılarla dolu Tıbbah Dağı çıkıyor. Bu dağın eteklerinde işlenmiş mağara konutlar bizi Hasankeyf’e binlerce kez daha hayran bakıyor.
Hemen karşımızda etrafı taşlarla çevrilmiş bir yer görüyoruz. Bir tür zaviye olan bu yer aslında Tıbbah Dağı’nın eteğinden başlayarak aşağıya doğru inen bir külliyenin cami ve mezarlık kısmıdır.
Yamaç külliyesi olarak adlandırılan bu yerde çok farklı türde yapılar mevcuttur. Ayrıca yamacın en güney doğu köşesinde başka bir cami ve o caminin dış duvarını oluşturan aslında ortaçağdan kalan ve bütün Hasankeyf’i çevreleyen surların ayakta kalan bir kısmını görüyoruz.
Hemen surların bittiği yerde Mevlana Camii denilen yapıyla karşılaşıyoruz. O caminin kapısının önünden sağa doğru patika bir yola giriyoruz. İşte o yol, Hasankeyf’in meşhur Salahiye Bahçelerinin yoludur. O yol bizi önce bahçe içinde havuzlu, çok güzel bir yapı olan sultanların sayfiye mekanı Artuklu Köşkü’ne götürüyor, oradan da Dicle nehrine karşı, dut ağacının gölgesi altında kuş cıvıltıları eşliğinde bir kez daha izleme şansını sağlıyor.
Yine eşsiz bir mimarinin örneği olan Artuklu Köşkü üstünden geçen Tıbbah Dağı’nın kazılmasıyla içinden geçirilen bir su kanalıyla beslenilen çeşmenin kalıntısını görüyoruz. Artuklu Köşkü’nün dikkat çeken kısmı içinde çeşmeyi barındıran büyük eyvanı ve ince su kanalıyla havuzudur. İslam felsefesinde bu eyvan suyolu ve havuz üçlüsü insan yaşamını simgeler. Tasavvufa göre suyun aktığı yer çeşmeden çıkış noktası ana rahmini yani doğumu simgeler. Su çeşmeden çıkıp ince ve pek uzun olmayan kanala geçer, bu su kanalıda insan yaşamını simgeler. Suyun kanaldan geçip havuza doğru hareketinden sonra havuza dökülmesi yaşamın sonunu, yani ölümü simgeler. Tasavvuf felsefesini mimariye bu güzel şekilde yansıtan kadim mimarlar yine Hasankeyf’in eşsiz medreselerinde yetişmiştir.
Köşkten çıkıp geri geldiğinizde Haydar Baba türbesi ve zaviyesiyle karşılaşıyoruz. Türbeden çıkıp bahçe duvarlarının daralttığı serin patika yoldan kuzeye doğru yürüdüğünüzde karşınıza, Osmanlı Devletinden kalma bir cami olan Osmanlı Dilekli Caminin sadece sütun altlarını görerek hemen solumuzda bir zamanların fabrikası olan tarihi çini ve seramik fırınlarını görüyoruz.
Kuzeye doğru yürümeye devam ediyoruz. Mardinike Külliyesine doğru ilerliyoruz ve demir küçük bir kapı bizi karşılıyor. Kilitli olmayan kapıdan içeriye girip hemen Dicle nehrinin üstünde kurulmuş ve Hasankeyf’te tek örnek olan tuğla sütunlu bir sahil sarayının kalıntıları arasına varıyoruz. Belki de bir aşk saklıdır bu sahil sarayının kadim duvarlarında bir sultanın bir cariyeye olan aşkı. Ve onun için Dicle gibi nazlı bir nehrin hemen sesi eşliğinde kurdurmuştur bu sarayı, kim bilir belki de aşkı için.
Roma döneminden kalan bir duvar üzerine kurulu Artuklular’dan kalma bu sarayın hemen sağ tarafında büyük bir cami kalıntısı var. Her tarafı tarih kokan bu antik kent, bir imarethaneye de sahip.
Dicle’yi izlemeye devam ediyoruz ve o an bir İslami dönemin içinde bulunurken hemen karşımızda nehrin eteğinde dağa oyulmuş yüzlerce mağara görüyoruz. Bu mağaralarda Hristiyanlık dininin güzel örneklerini teşkil eden iki kilisenin varlığını hissedince, her iki inancın ortasında olduğunuzu fark edeceksiniz. Yine Mardinike külliyesinden doğuya doğru baktığınızda Dicle’nin ilk insanlarının kurduğu ilk köyü barındıran ve geçmişi on 11 bin yıla dayanan Hasankeyf Höyüğü’nü göreceksiniz.
Belki bugün burada ve şimdilik yolculuğumuzun sonuna geldik ama bundan sonra da bir tarih deryası durumunda olan Mezopotamya’nın bu kadim topraklarını ve Hasankeyf’i gezmeye ve anlatmaya çalışacağız. (y.p) basnews