Genç roman yazarı ve çevirmen Ciwanmerd Kulek’in ilk romanı Nameyek Ji Xwedê Re’yi (Tanrı’ya Bir Mektup) yayımlanmasının üzerinden tam sekiz yıl geçti. Kürtçe okurlarıyla 2007 kışında Yunus Eroğlu ismiyle (Kulek ilk iki romanını ve J. M. Coetzee’den yaptığı Hetîketî çevirisini mahlas kullanmaksızın yayımlanmıştı) buluşan romanın atmosferi de, hiç alışık olmadığımız kadar soğuk ve mesafeliydi.
Başta kendisine, sonra bir aynaya, kardeşine, bir eskiciye, bir profesöre, Sermîşar Üniversitesi’ne (ODTÜ’ye yani), bir yabancıya, annesine, bir masaya, ceketine, kendi mezarına, O’na, bir muma ve Tanrı’ya yazılan ve mektuplar şeklinde ilerleyen –ama aslında her mektupta gerisingeri kurmaca dile dönen– romanın bende yarattığı ilk esaslı etki, yazarın Kürtçeyi, sanki Kürtçe değil de ona tıpatıp benzeyen (upuzun cümleler kurmaya daha elverişli, duygu katmanları yaratmada daha üstün, uzam ve mekân hususunda daha keyfi) bir dille yazmış gibi, hiçbir yazılı kurala angaje olmadan neredeyse “kusursuz” kullanması olmuştu. Dahası da var; Nameyek Ji Xwedê Re, yine hiç alışık olmadığımız kadar sinir bozucuydu. Bir kere, tüm Kürtleri dertlerinden kurtaracak, yürürlükteki transandantal Kürt roman karakterlerinin karşısına aşırı septik, bilhassa alıngan, politika konuşmayacak kadar politik ve mitik aşkların peşinden koşmayacak kadar kendi yarattığı dünya ile meşgul “olağan” ve (st)eril bir roman karakteri koymuş, “politize bir toplum”un okur katında pek kolay hazmedilmeyecek Faulknervari teferruatlara girişerek, bir nevi dil mühendisliği de yapmıştı. O sıra dillendirilen ve hafiften bir agresyon da içeren klişe soru şuydu: Yazar, ne anlatmaya çalışmaktadır? En olası yanıt ise, romanın postmodern olabileceğiydi ve Nameyek Ji Xwedê Re, tıpkı üç yıl aradan sonra yayımladığı ikinci romanı Otobês (Otobüs) gibi, “arayış süreci edebiyatı” içinde değerlendirilmeliydi vs.vs. Daha başka şeyler de söylendi Kulek’in romanları için, sözgelimi Otobês’in roman olmadığı (bu yargıların Kürtçeyi yeni yeni sindirmiş bir okur kuşağı üzerinden gelmiş olduğunu hatırlatalım) ancak başka da bir yazınsal türe girmediği de dile getirildi.
Neyse ki Kulek daha ileriye bakmaktaydı ve Kürt romanında monologun tarihsel, siyasal ve güncel olaylara sıkı sıkıya bağlı olduğunu pek iyi etüd ettiği için, Nameyek Ji Xwedê Re de sözcükleri aktif bir biçimde kullanan ODTÜ’lü öğrenci karakterini, romanda küçük çapta bir heteroglassia yaratacak kadar, dilsel açıdan bir hayli ileri taşımıştı ki bu aynı zamanda Kulek’in politik parodisine de işaret etmekteydi. Sıradan bir ayna olmadığını fark ettiğimiz Berber Cewer’in aynasına anlattıkları (2. Nameyek Ji Mirekê Re, s. 26), yansıtıcıyla Anlatıcı Ben arasında eşit ve (aynanın yaşı düşünüldüğünde) reşit olmayan bir ilişkinin varlığını da gözler önüne seriyordu şu sözlerle: “Ji kengî ve ye ez bi vê hisa xwe yî têrcan a dema ku ez li hember te, xavikek li dor stûyê min girêdayî weke mahkûmekî sêdarê rûniştî ji xwe ve têm xuyanê, dihesim, ne serwext im.”
Gramer yoksunu sırlı ucube!
Kulek’in ayna imgesini basit bir sapmayla mimesis üzerinden okumak, hatta onu, Platon’un mağara alegorisiyle karşılaştırmak da mümkündü. Tabii bir yere kadar. Roman kişisinin (esasen tıraş boyunca tutsağın) Berber Cewer’in dükkânında –ya da mağarasında– dinlemek zorunda kaldığı mahkûm hikâyeleri, sırasını bekleyiş ve diğer seremonyal gösterilerle (koltuğu düzeltmek, lavaboya tazyikli su tutmak, havluları hazırlamak vs.) birleşince, o cendereden kimin daha hafiflemiş olarak çıkacağı sorusu gündeme geliyordu ister istemez. Elinde makas, sormadan, soruşturmadan oradan buradan kırt kırt alan ve romanda “Baba”yla özdeşleştirilen Berber Cewer mi, yoksa içinden aynayla konuşan, onunla sırlarını paylaşan, gördüklerini ve yaşadıklarını aktaran çocuk mu? Kulek, tam da bu noktada Lacan’a gidiyordu ve egonun paranoyak yapısına, hakikatin türlü biçimleri üzerinden göz kırpıyordu. Oraya bir daha gitmeyecekti! Bu son derece doğaldı, zira ayna, onunla dalga geçiyordu (bunu hissediyordu) ve tıraş süresince yaşının getirdiği olgunluğu bir türlü gösteremediği için, sürekli saçmalıyordu o gramer yoksunu sırlı ucube!
Romanın 11. mektubu olan (Kulek’in düşünme ve işleyiş biçimine hiç de ters düşmeyen) Nameyek Ji Gora Min Re de (Mezarıma Bir Mektup) Ciwanmerd Kulek, deneysel bir yazım biçimine girişiyor ve kaynağını bilmediğimiz haber başlıklarını, haberlere konu olmuş konuşma parçacıklarını, tıpkı bilinçte bıraktığı artçı etkileriyle peş peşe sıralayarak, bir şizo-metnin 2000 sonrası Kürt romanında nasıl durduğunu göstermek ister gibi, söylemin içine yediriyordu. “Fırsatlar dünyasıyla” başlayıp “Gelecek yüzyılın en şiddetli soğuğu”yla kesiliyordu kesilmesine mektup ancak, aralardan cımbızlamaya başladığımızda, tercihlerinin bir izleği işaret ettiğini de görüyorduk: Enver Paşa’nın mezarı, Ahmedinecad, Telekom, Nelson Mandela’nın ülkesi, Habur, Kurdistanica, Queen Beatles, Ehmedê Xanî, Darwin, Orhan Pamuk, AIDS, Cimbom, ÖSS, CHP, Picasso, Chavez vd.
Ve küçük bir not: 11. mektup, Diyarbakırlı güncel sanatçı Berat Işık’ın, 2001 yılında ürettiği Eyes Wide Shut videosuyla birlikte okunabilirdi belki. Sanatçıyı, elinde kumandayla –muhtemelen kumanda, zira görmüyorduk– karşısına kurulduğu TV’yi kanal kanal dolaşan ve her kanalda yüzüne yansıyan ışığın da, seslerin de değiştiği bir zapping pozisyonunda giderek flulaşan imgesiyle izlemiştik.
Coetzee’den Rulfo’ya
1984 doğumlu, 2002-2006 yılları arasında ODTÜ’de İngiliz Dili Eğitimi ve Felsefe Tarihi okuyan Kulek’in, Kürt edebiyat çevrelerinde sessiz sedasız geçiştirilen Nameyek Ji Xwedê Re romanını, 2010 yılında ikinci romanı olan Otobês izlemiş, deyim yerindeyse, dananın kuyruğu işte tam burada kopmuştu! Bu tarihlerde henüz akademik veyahut yarı akademik sayılabilecek bir edebiyat eleştirisi dergisi –en azından Diyarbakır’da– yoktu, ancak edebiyat eleştirisinin kurumsallaşmasına da ön ayak olacak Okuma Grupları, Kürtlerin artık ne dillerinden ne de artık edebi metinlerinden ötürü –siyaseten– kâbus görmedikleri (belki de hiç görmeyecekleri) bir dönemde ortaya çıkmıştı. Kulek hiç ara vermemiş, Otobês’in ardından bir kült roman sayılabilecek Zarokên Ber Çêm’i yayımlamış, bu arada çeviriyi de ihmal etmeyerek, külliyatına J. M. Coetzee’den Hetîketî (Utanç), William Faulkner’den Li Ber Sikratê (Döşeğimde Ölürken), James Joyce’tan Çîrokên Dubliniyan (Dublinliler) kaybettiğimiz Tanrısal yazar Gabríel García Márquez’den Serencama Mirinekê (Kırmızı Pazartesi) ve son olarak Juan Rulfo’dan Beriya Şewitî’yi (Kızgın Ova) eklemişti.