İnsan bir takım ihtiyaçlara sahip olarak doğar ve bu ihtiyaçlar insanın sosyal varlık olmasının temel dinamikleridir. Beşikten mezara kadar süren hayat boyunca insanın ayrılmaz ihtiyaçlarından biri de barınmadır. Çünkü hikayenin başlayacağı bir mekana ihtiyaç vardır. Ana kucağı, aile ocağı bu ihtiyacın ortaya çıkardığı ilk sosyalleşme mekanlarıdır. İnsanlar bilinen anlamda evler inşa etmeden önce kuşkusuz iklim koşullarının, sıcak ve soğuk havanın etkisinden, vahşi hayvanların saldırısı gibi tehlikelerden korunmak için ilk mağaraları barınma mekanı olarak kullanmayı işte bu ilk dönemlerde akletmişler. Her yeni gelişme, ortaya çıkan her yeni ihtiyaç, her yeni durum insanın içinde potansiyel olarak var olan başka dinamikleri de ortaya çıkarmış ve böylece insan sosyal hayatının duvarlarını, hikayesinin ilmeklerini örmeye devam etmiştir. Doğal olarak doğuştan sahip olduğu ihtiyaç duygusunun karşılığı olarak bulduğu olgularda da gelişmeler meydana gelmiştir. Bu gün bilinen anlamda inşa edilen evler işte bu tür bir gelişmenin ürünüdür. Sosyal hayatın hasılası olan medeniyetin duvarına konulmuş her taşın altında bütün bu gelişmelerin hikayelerini okuyabiliyoruz nitekim. Duygularını kalıcılık adına taşa işlemeyi de daha o ilk devirlerde düşünmüş insanlar. Sadece soyut duygularını taşın ruhuna işlemekle yetinmemiş, mağaranın duvarlarına avladıkları hayvanların, avlanırken kullandıkları silahların, aletlerin resimlerini de çizmişler. Çünkü insan bir hikayenin içinde olmakla birlikte hikaye anlatmaya da doğuştan meraklıdır. O yüzden ilk insanlar mağaranın duvarlarına çizdikleri resimlerle sonraki nesillere hikayelerini anlatmışlar. Bilim adamları bugün bu resimlerden hareketle o dönemin hayat şartlarından, ekonomik düzeyden, insanların o günlerde hangi gelişmişlik düzeyinde olduklarına, ne tür silahlar kullandıklarına, savaş taktik ve stratejilerine, sosyal organizasyonlarının mahiyetine, giyim kuşamlarına, ailesel, kabilesel ilişkilerinin rengine, hatta dillerinin yapısına kadar birçok şeyi ortaya çıkarabiliyorlar.
İlk insanlar duygularını sadece mağara duvarlarına çizdikleri resimlere yansıtmamışlar. Yazı niyetine kullandıkları resimler ve yazının ilkel şekillerinin keşfinden sonra doğrudan kelimeler aracılığıyla da hikayelerini anlatmışlar ve bilim adamları bu şekillerin tercihinin hangi saik ve anlamlarla belirginleştiğini, kelimelere hangi anlamların ve neden yüklendiğini, bu anlamların ne tür bir sosyal ilişki düzeyini, kültürel seviyeyi yansıttığını ortaya çıkarmışlar. Buradan hareketle varlıklara ad koymaya başlayan insanın hangi duygularla hareket ettiğini biliyoruz artık. Dolayısıyla bugün bile yeni bir gelişme veya yeni bir nesne ile karşılaştığımız zaman ad koymada hangi yolu takip etmemiz gerektiğini de biliyoruz. Hatta ilk insanların varlıklara ad koyarken yönlendirici rol oynayan etkenler ayniyle bizim için de geçerlidir. Kelimeler gelecek nesillere şimdiki neslin hikayesini aktarmak üzere kültür binasının duvarına konan tuğlalar hükmünde oldukları için hem o gün hem de günümüzde en son konan tuğlanın bir önceki tuğla ile ruh, anlam ve şekil itibariyle uyumlu olmak zorunda olmasının nedeni işte bu değişmez duygu devamlılığıdır.
Konuştuğumuz her kelime atalarımızdan bize aktarılan dilimizin duvarına koyduğumuz bir tuğla ve gelecek kuşaklara anlattığımız bir hikayedir yani. Kendi hikayemizin duvarını örmemiz bu yüzden gereklidir. Ehmedê Xanî: “Vi zemanî herkesek mîmarê diwarê xwe ye” (bu devirde herkes kendi duvarının mimarıdır) derken bunu kast ediyordu.
Kürtlerin hikayesi Kürtçe devam etmeli.
Vahdettin İnce