Aljazeera yazarı Ümit Fırat HDP\'nin tercihi ve umutsuzluk başlığıyla yayımlanan yazısında çözüm süreci ve HDP’nin tercihleriyle alakalı bir yazı kaleme aldı.
Ümit Fırat’ın HDP\'nin tercihi ve umutsuzluk başlığıyla yayımlanan yazısı şöyle:
7 Haziran seçimlerinden önceki 2,5 yılda, adına “çözüm süreci” dedikleri ve adeta diken üstünde yürünen bir çatışmasızlık dönemi yaşanmıştı. Kimi zaman bazı kırılmalar yaşanmış olmasına ve fazla umut verici olmamasına rağmen, toplumun önemli bir kesimi bu sürece iyimser yaklaşıyordu. Ne var ki, seçimler öncesinde başlayan HDP-AKP tartışmaları, bu sürecin ömrünün tükenmekte olduğunu göstermekteydi. Nitekim seçimlerden hemen sonra PKK/KCK tarafından başlatılacağı ilan edilen “devrimci halk savaşı” ile ipler tamamen koptu. Şimdi yaşanmakta olanlar da, bu yeni sürecin olgunlaşarak vardığı bir sonuçtur.
HDP, Abdullah Öcalan’ın yıllardır gerçekleştirmeye çalıştığı bir proje partisi olarak kuruldu. Kuruluş aşamasında PKK/KCK dışındaki bazı Kürt politik çevreleri, bunun bir devlet projesi olduğunu ifade etmişlerdi. Nitekim Beşir Atalay ve Abdullah Öcalan da bu teze aykırı olmayan açıklamalarda bulunmuşlardı. Sadece Kürtlerin değil, Kürtler dışındaki bazı çevrelerin de destek ve katılımıyla legal alanda güçlü bir“Türkiyelileşme” süreci ve partisi hedeflenmişti. Ancak bu proje, aşağıdan yukarıya değil de, yukarıdan aşağıya gerçekleştirilmeye kalkılınca, işler hedeflendiği gibi tutmadı.
HDP oluşumuna dâhil olan ve özellikle radikal-sol hareketlerden gelme temsilciler, kendi tabiatlarına uygun olarak radikal bir iklimin yaratılmasında aktif bir rol oynadılar. Hatta partideki birçok Kürt siyasetçiye nazaran çok daha radikal bir politikayı etkin kılmaya yöneldiler ve Kürt meselesinin çözümü veya demokratikleşme gibi bir hedefleri de olmadı. Yegâne hedefleri, Türkiye’deki rejimi ve yönetici sınıfı alaşağı edip, işçi sınıfı önderliğinde bir devrim yapmaktı. Bu itibarla, böylesi unsurlarla sosyal bir problemin çözümü için diyalog ve uzlaşma yerine, tersine krizin derinleştirilerek bir devrim öncesi durumun yaratılması çabaları öne çıkar.
HDP’nin bir tercih yapması gerekiyordu. Savaş ve silahlı eylemlerle arasına ciddi bir mesafe koyması bekleniyordu. Silahlı bir örgütün gölgesinde veya emrinde kalınarak parlamento çalışmalarında etkin olunamayacağı açıktı. Yüzde 13 oy almış bir HDP’nin kendisini yönetebilme rüştünü ispat ettiği ve PKK/KCK üzerinde etkili bir politik güç olarak, PKK’ye silahlı mücadeleyi terk etmesi gerektiği çağrısında bulunması bekleniyordu. HDP’ye oy verenler böylesi bir umutla sandık başına gitmişlerdi. Tabii bu partinin arka planı ve böylesi bir stratejik hedefi benimseyecek inisiyatife sahip olup olamadığı pek sorgulanmıyordu.
Oysa gerek Öcalan, gerekse PKK/KCK, HEP-DEP süreci sonrası kurulan partilerin hiçbirine bağımsız davranabilme inisiyatifi ve imkânı vermemişti. Sadece DEHAP bu kuralı birazcık zorlar gibi olmuştu. Nitekim PKK/KCK’nin savaşı yeniden başlatmasına, HDP yönetiminden hiçbir ciddi tepki gelmedi. Tek yaptıkları şey, devletin ne kadar vahşi ve acımasız davrandığını duyurmak ve operasyonların durdurularak yeniden müzakere masasına dönülmesi çağrılarında bulunmak oldu.
Problemin bir parçası olmak
Yine bu çatışma sürecinde, problemin çözüm tarafında olmak için pozisyon almak yerine, kendileri de problemin parçası olmayı tercih ettiler. Bazı söz ve davranışlar elbette ki ceza kanununda suç olarak yer almazlar; ancak günlük hayatta doğru veya yanlış bulunan davranışlar vardır. HDP’li bazı yönetici veya temsilciler, kimi eylem ve sözleriyle suç olmasa da, gerilimi artıran davranışlarda bulunabiliyorlar. Örneğin, bir parlamenterin, bir terör eylemiyle birçok insanın ölümüne neden olan bir insanın taziyesine gitmesi suç değildir, ama doğru da değildir. Keza parti eş-başkanının ‘sırtımızı PYD’ye, YPG’ye yaslıyoruz’ demesi suç değildir, ama yersiz bir ifadedir.
Devleti ve hükümetleri zorbalıkla eleştirip suçlayan ve kendilerini “Kürt Özgürlük Hareketi” olarak tanımlayan bir yapı, kendisi için bir statü sağlamak uğruna bir savaş başlattı. 10 aydır süren şiddet eylemleri ve hendek savaşları sonucu yüzlerce insan hayatını kaybetti. Kürtlerin sahip oldukları ve başta tarihsel mirasları olan kentleri olmak üzere pek çok değerleri de geriye dönüşü mümkün olmayan bir şekilde kaybedildi. Legal Kürt siyaseti hiçbir şey kazanamadı.
Selahattin Demirtaş’ın çözüm sürecine yeniden dönülebileceğine dair açıklamaları, temenniden öte bir anlam taşımıyor. Elbette Kürt meselesi ve daha pek çok mesele, bugün durdukları yerde öylece bırakılıp unutulacak meseleler değil. Ama eğer yeniden bir süreç başlayacaksa, bu süreç kesinlikle öncekinin devamı veya benzeri olacakmış gibi gözükmüyor. Olmayan bir masayı kimin devirdiğini aramakla da bir yerlere varılmıyor. Heraklit’in 2500 yıl önce söylediği gibi, “Aynı nehirde iki kere yıkanılmaz.”
Öyle gözüküyor ki, HDP, kendisi ve bütün bir toplum için çok önemli olan legal ve demokratik siyaset alanını değerlendirmekte kendisinden bekleneni başaramamıştır. Sivil ve legal siyaset, her şeyden önce legal-demokratik siyasete inanmayı ve inisiyatif sahibi olmayı gerektirir. HDP, kendisi üzerindeki başta Kandil ve kısmen de Öcalan vesayetinin etkilerini azaltmak yerine, onlardan gelen taleplere uymuş ve böylesi bir konumu tercih etmektedir.
İşte önceki gün “dokunulmazlıkların bir defaya mahsus kaldırılmasına dair” anayasa değişikliği teklifinin TBMM Anayasa Komisyonu’nda “görüşülmesi” esnasındaki olaylara bakılırsa, iyimser olabilmek artık oldukça zor görünüyor.
Kimin başlattığının hiç de önemi olmadığı ve fiziki şiddet içeren tekme tokat kavgalara girmeden mücadele edilebilirdi. Okumayı kabullendikleri milletvekili yeminine rağmen TBMM koridorlarında “Biji Serok Apo!” diye slogan atıp marş söylemenin, Öcalan’ın cezaevi koşullarının düzelmesine yol açmayacağı gibi, çözüm masalarının önünü açmaktan uzak olduğu da görülmelidir.
Elbette ki, yapılmak istenen anayasa değişikliği adil bir girişim değildir. Bazı HDP’li parlamenterleri TBMM çatısından atmak için düzenlenen ve Kılıçdaroğlu’nun desteğinden de anlaşılıyor ki, bir derin devlet operasyonu gerçekleşiyor. Oysa HDP, bu ayrımcılığın topluma ve dünyaya izahında demokratik ve aydınlatıcı yollar arayabilirdi. Milyonlarca seçmenini bu eşit ve adil olmayan düzenlemeye karşı demokratik protestolara yönlendirebilirdi.
Son aylarda karşılaştığım hemen her kesimden insan bana soruyor, ben de birilerine soruyorum. Evet, yine aynı yere geldik ve mutlaka herkes de birbirlerine soruyordur.
“Ne olacak bu memleketin hali?”