Savaşanlar, hayatla ve ölümle doğrudan karşılaştıkları için, onlar gerçekte ne olduğunu yerinde yaşayıp anlıyorlar. Yüzbinlerce Peşmerge bu savaşta ulusal bir çekirdek oluşturdu, yepyeni ve güven dolu bir ulus duygusu oluşturdu, bu oluşma güçlenerek devam ediyor. Burada sürdürülebilir olan ana damar budur: Toprak, ülke, bu gezegende bize ait olan vatan ve kendisinden oluştuğumuz bu hayat; Kürdler tarihte ilk kez bu ölçüde bir kitleyle ana toprakları üzerinde ortak hayatlarını bir bütün olarak savunuyorlar. Bu anlamda, Beşikçi Hoca’nın çokça vurguladığı parçalanmışlığı cephede aşıyorlar. Bu satırları yazdığım Dicle cephesinde ve uzaktan izleyebildiğim diğer cephelerde, Kürd Peşmergeleri, savaşçıları, hayatın en zorlu alanında birliği gerçekleştiriyorlar. Geri planda ise, siyasal partilerin kendilerine özgü ilişkileri, dayandıkları maddi zeminler, kaygı verecek derecede farklı yönlere bakıyor. Ancak çekirdek buradadır, savaş alanındadır. Kürdistan toprağını savunanların oluşturduğu bu kuşak, ulusun kaderini belirleyecek denli güçlenecek ve kararlı kalacak diye düşünmek için, sağlam nedenlerimiz var. Savaşın çelikleştirici etkisidir bunlar. Üstelik, savaştığımız düşman, bir dünya ve hayat düşmanı olduğu için, bu savaş aynı zamanda daha önce eşi görülmemiş bir uluslararası diplomasi faaliyetidir de. Yeter ki geleneksel siyasal parçalanmışlık, o uğursuz zümre çıkarlarını dayatarak, Kürdlerin bu eşsiz yeni şafağını karartmasın.
Musul’un hemen dışından başlayarak Şengal’e ve Suriye sınırına kadar uzanan Dicle cephesi hattında, erken gelmiş bir bahar yayılıyor. Koyu yeşil otlar yükselmiş, papatyalar açmış, -bu bizim baharımız. Savaşın en zorlu anlarında kuşlar hayatlarını bilge bir sakinlik içinde sürdürüyor. Kimsesiz kalmış köpekler ve kediler hayata yaralı pençelerle tutunmaya çalışıyor. Dicle’nin Eski Musul kasabasına paralel kısmı, diğer kısımlarıyla karşılaştırılamayacak ölçüde sakin ve burada, birkaç kilometrelik huzur dolu ırmak yüzeyinde, çevre sakinlerinin ‘suna’ dedikleri siyah kuşlar yaşıyor; binlercesi su üstünde yayılıyor, kıyıya çıkıp dinleniyor ve yeniden yayılıyor. Kadim Ermeni kralı Büyük Tigran ile adaş olan bu nehir, kendi bencilliğine kapanarak sapkınlaşmış insanın intihar ettiği kente, Musul’a varmadan önce bir an duraklıyor. Tarihte ve şimdi kayıp olan Tigranokerta çevresinden doğan Dicle, bugün hem iki bin yıl önce kurumlaşmaya başlayan bir hayatsızlığın kıyametine varıyor ve hem de Kürdlerin yeniden doğuşuna.
Bu cephede, 21 Ocak sabahından beri durmadan hareket halinde olmuştuk; kalbinin kuyusuna ve hayallerinin zirvelerine kadar yorulmuştu herkes; dört gündür ilk kez dinlenme zamanımız olacaktı, bir öğleden diğer öğleye kadar. Saha komutanı General Aziz Weysi’nin toplantısı vardı, 24 saat burada olmayacaktı. 24 Ocak akşamı, Talal ve timiyle yalnız kaldık. Onlar sabahleyin ön hatlarda bir Hummer zırhlısı üzerinde bozuk olan bir doçkayı tamire gideceklerdi, bense Dicle’nin batısındaki siperlere bir sohbet gezisine.
Sabah uyandığımda Talal ve timi gitmişti. Soğuk ve bulutlar arasından zorlukla sızan bir güneş vardı. Cephe sessiz görünüyordu. Karargah çevresinde bir süre boş gezindikten sonra, eski Musul tepelerinde ziyaret etmeyi düşündüğüm bir kadim Peşmerge’yi aradım. ‘Naweran’a baskın yapmış IŞİD’, dedi, ‘bir şehidimiz var. Seyda’nın timleri müdahaleye gitti.’ Naweran, Musul’un burnunun dibinde bir ön cephe hattı, Musul’un dış mahallesi Hayyel Erebi’ye iki-üç km uzaklıkta, yine Musul banliyösü Şelalet’e de bitişik, kritik bir nokta.
Saldırı sabah 6 sularında yapılmıştı. Ek zırhlarla donatılmış paletli bir aracın önüne dozer bıçağı eklenmiş, diğer zırhlılar siperleri ateş altında tutarken, bıçaklı paletli zırhlı açılan hendeği düzlemiş ve siperlerin arkasına dolanmıştı. Noktadaki Peşmergeler o an mevcut en ağır silahları olan RPG-7 ile karşılamışlar, ancak isabet eden roketler ek zırhlar karşısında etkisiz kalmıştı. Nokta komutanı orada değildi, haberdar olur olmaz evinden çıkmış, çatışmaya yetişmiş, o sıcaklıkta, başından aldığı bir Kannas mermisiyle hayatını kaybetmişti. Bundan sonra nokta IŞİD’in eline geçmişti. Noktanın düştüğünü gören paralel siperler de bir kademe geri çekilmişti. Saldırı 10’u aşkın zırhlı ile gerçekleştirilmişti. Yarım saat kadar sonra müttefik uçakları müdahale etmiş, saldırı bu noktada durmuştu. Saha komutanlığı timlerinin biri o sırada Erbil’den, diğeri de, Telal’in grubu, Dicle kıyısından yola çıkmıştı.
Timler saat 9’da Naweran’da buluşmuşlardı. Hiç duraksamadan, 20 kişilik ekip, karşı saldırıya geçmişti. Gerisini Talal anlatıyor:
‘Grubumuz saldırı pozisyonu alıp ilerlemeye başlayınca, ben sağ cenahtan biraz açıldım, bizimkilerin siper aldığı hendeği düşe kalka geçtim. Yakın ateşi gözleyebiliyordum, ancak Musul yönünden gelen Kannas ateşini denetlemek mümkün değildi, o yüzden onu görmezden geldim. Bu arada yan tarafta yaşlı bir gönüllünün de çatışmakta olduğunu gördüm. Ben karşımdaki IŞİD üyesinin ateşini karşılayıp üzerine giderken, gözleyemediğim yan taraftan ateş geldi, sonra yaşlı gönüllü müdahale etti. Döndüm, ‘destxoş’ dedim. Devam ettim. Bıçak eklenmiş zırhlıyı ele geçirdim, bunda 4 ölü saydım. Doçka silahını söktüm, ulaşan bir arkadaşımın sırtına verdim. Daha gerideki Hummer’a yöneldim, yanıyordu. Üstünde nefis, yepyeni bir Amerikan doçka silahı vardı, yangın ve patlamalardan dolayı sökemedim. Diğer Hummer’a yöneliyordum ki, bizim tanklardan biri aracı tuzla buz etti. Küfrettim, ‘kuro, şimdiye kadar niye vurmadın, ben silah kaldırmaya giderken mi vuruyorsun?’ Elimdeki kannasla bizim tankı kurşunladım, o da BKC ile cevap verdi. Tartışmayı fazla uzatmadık…”
Talal’ın herkesten önce yürüdüğü karşı saldırıda, 20’den fazla IŞİD üyesi öldürülmüştü. Alanda kalan 3 Hummer, 2 tank, 2 BTR zırhlı araç ve doçka monte edilmiş bir araç imha edilmişti. Noktayı işgale gelen IŞİD üyelerinden geriye dönen olmamıştı. Sadece Talal’ın kaldırdığı silahlar şunlardı: 2 adet 12,5’luk doçka silahı ve iki sandık cephanesi, bir roketatar ve mermisi, bir BKC ve standı, bir M4 piyade silahı, bir kısa namlulu XT, bir kalaşnikov. Son üç silahı, kendi arkasını kollayan yaşlı gönüllüye hediye etmişti Talal. Noktalar yeniden geriden gelen güçlerle tahkim edildikten sonra, timler yerlerine dönmüşlerdi.
Akşama doğru Talal, Dicle kıyısına geldiğinde topallıyordu. Dizini hangi taşa çarptığını hatırlamıyordu. ‘Sırtımdaki zırhtan parça aldım sanki’, dedi. Zırhını çıkardı, sırt zırhının üst bitiminden yarım santim aşağıya, sol omzuna yakın köşeye, bir kannas mermisi saplanmıştı. Çekirdek zırhı delmiş, gömleğini yırtmış, öylece bükülüp kalmıştı. ‘Vay piçler’, dedi, ‘baksana gömleğimi delmişler.’ Mermiyi çıkardım, onun izniyle hafif eğilmiş çekirdeği yadigar diye cebime koydum.
Ertesi gün, ön cephedeki timlerine ihtiyat cephane götüren bir ekiple, öğlene doğru Musul-Telafer hattındaki son mevzilere doğru yola çıktık. Eski Musul kasabasının güneyindeki tepelerin arasındaki vadilerden, IŞİD’in hakim olduğu alanlardan kaçan Arapların akışı hala sürüyordu. Hepsinin yüzlerinde, ölümden az önce kurtulmuş insanların o şaşkınlık dolu sevinci vardı. Kucaklarında emzikli bebekleri olan annelerin yüzleri gölgeliydi yalnızca, onlar kendilerini değil, kucaklarındaki kolay yaralanabilir, savunmasız çocuklarını düşünüyorlardı.
Sonunda Musul-Telafer-Keska kavşağı çevresindeki cephe hattına ulaştığımızda, görünmeyen karşı taraftan arada bir havan atışları yapılıyordu. Şindoqa köyünde ileri uçtaki siperlerde mevzilenen Peşmergeler, batıdaki Timarat ve güneydeki Keska’dan arada bir çıkma denemeleri yapan IŞİD araçlarına uçaksavarlarla vuruyorlardı.
Burada karşılaştığımız Peşmerge istihbarat birimleri, önceki gün Musul-Telafer yolunun şimdi ileri mevzilerin dışında kalan kısmında, 4 gün önce yanan bir aracın yanına gittiklerinde, garip bir manzarayla karşılaşmışlardı. Yanmış aracın yanında, yola uzanmış iki adam vardı, biri ölüydü, diğeri yaralı ve yaşıyordu ve her ikisi de battaniyeye sarınmıştı. Çevrelerinde 12-13 yaşlarında bir çocuk dolaşıyordu. Yaşayan adam Telafer’liydi, ölü olan Suriye Araplarından, çocuk da ölü adamın oğluydu. Telaferli, yaralı olan IŞİD üyesini Telafer’den Musul’a, hastaneye götürürken, Peşmerge saldırısı olmuş ve müttefik uçakları aracını vurmuştu. Yaralı IŞİD’ci o gün ölmüştü. Her iki bacağından yaralanan Telafer’li ise, hareket edememiş, kaderini beklemişti. 55 yaşlarındaki adam, örgüt üyesi olmadığını söylüyordu, ancak çocuk bunun tersini iddia ediyordu. Peşmergeler tutukladıkları yaralı adamı tedaviye götürdüler. Çocuk Suriye’de kalan annesini istiyordu. Peşmerge istihbarat komutanı, çocuğun çantasına bir tomar Suriye Dinarı koydu, bir istihbarat timi çocuğu götürüp Suriye sınırında YPG güçlerine teslim etti, annesine ulaşabilsin diye.
Seyrek havan atışları, vardığımız mevzide sadece bir tek kaygıya yol açmış görünüyordu: Üç mevzi timinin üç yerde ateşe koydukları, içinde birkaç saat önce kuralları bir yana bırakarak köylülerden hediye alıp kestikleri dananın etleri olan üç tencere. Ciğerleri ise şişe geçirmiş, közde pişirmeye çalışıyorlardı. Tencerelerine havan isabet etmedi, ancak az sonra genç bir istihbarat yüzbaşısı yoktan var olmuş gibi bitiverdi siperde. Noktadaki gençlerin mırıldanmalarını duyabiliyordum: ‘Kokusunu ne çabuk aldılar mîratê!’ ya da, ‘Ne burun varmış bizim istihbaratta…’ Orta boylu, genç, yakışıklı istihbarat yüzbaşısı, kalem ve küçük bir not defteri çıkarmış, sakince soruyordu. ‘Danayı kim kesti?’ Genç Peşmergelerden biri kısık sesle kendi kestiğini söyledi, mahcuptu, belki gerçekten o kesmişti ve o anda bunun cinayet olduğunu filan düşünüyordu. Gencin mahcubiyetini uzaktan izleyen gönüllü Botan, ayağa kalktı. Oradaki herkesten daha yapılı, sanki savaşa göre üretilmiş gibi duran gövdesiyle yüzbaşının burnunun dibine kadar yaklaştı. ‘Ben kestim’, dedi. Yüzbaşı, zebella gibi karşısında dikilen Botan’ın yüzünü görmek için başını geriye doğru eğmek zorundaydı şimdi. ‘Hayır, albayım sebebini anlamak istiyor, o yüzden’, dedi. ‘Tabii ki sebebi aç olmamız’ dedi Botan, ‘bunu anlamak için soruşturmaya gerek yok ki…’ Tartışma sırasında Botan’ın gönüllü olduğunu ve üç aydır en ön siperlerde kaldığını duydum. Sadeliği ve kararlılığı eşsizdi. Tartışma sürerken, bu kez mahcup olma sırası yüzbaşıya gelmişti. Sözü uzatıp kuralları gevşetme izni vermedi kendine ve uzaklaştı. Dicle cephesinin ön siperleri, Doğudan Batı’ya 200 km’lik bir hat üzerinde kesintisiz uzuyordu. Sadece en öndeki mevzilerin ihtiyaçlarını doğru dürüst karşılamak için bile devlet gerekiyordu. Gençlerden biri, ‘aylardır bir parça et yüzü görmedik’ diyordu, ‘içimiz dışımız bisküvi oldu…’
Şimdi bütün Kürd cepheleri, eşsiz bir direnişle özgürleşen Kobanê’den Kerkük cephesine kadar, cemrenin düşmesini bekliyor. Bu bahar gelecek, biz Kürdler bu savaşı savaş alanında kazanıyoruz, daha da kazanacağız. Ancak toprağını savunma duygusuyla canlarını veren binlerce Kürd, şimdi en önemlisinin bu olmadığını da düşünüyor. Şimdi daha önemli olan şudur: Biz bu zaferlerle ne yapacağız? Güçlerimizi birleştirip, dünya uluslar ailesi içinde yerimizi alacak mıyız? Yoksa o eski parçalanmışlığın zemin olduğu, Kürd savaşçıların savaşıp öldüğü ve aciz olanların devlet olduğu o uğursuz tarih tekrar mı edecek? Ve IŞİD’de cisimleşen sapkın değersizleşme duygusuyla, bu büyük hayatsızlık ile, geriye kalan müminler ne yapacak?