Geçtiğimiz hafta, açlık grevindeki avukat Ebru Timtik’in yaşamını yitirmesi üzerine yine sosyal medyadan yükselen tepkinin gerçek bir dayanışma olmadığından yakınarak Twitter hesabını askıya alan İstanbul bağımsız milletvekili Ahmet Şık, sosyal medyada “sağlanan” adaletin ömrünün, sosyal medya akışı kadar kısa olduğunu düşünüyor. Ona göre sosyal medya çalkalanırken sokaklar sessiz, “yalnız değildir” denilenler yalnız, polisler neredeyse işsiz.
Şık’a göre mevcut iktidarın seçimle gitmeye niyeti yok. Bu yüzden sonbahardan itibaren seçim ve siyasi partiler yasasında düzenleme gündeme gelebilir ki, bu, iktidarın kazanmayacağı bir seçim döneminin kapanması anlamı taşıyabilir. AKP-MHP içindeki taht savaşlarına da değinen Şık, sosyal medyada, parlamentoda ve sokakta muhalefeti, olası geleceği, özeleştiri ve önerilerini gazete DuvaR'dan İrfan Aktan'a değerlendirdi.
Ahmet Şık'ın ilgili röportajı şöyle:
Twitter’ı kullanmayı neden bıraktınız?
Avukat Ebru Timtik’in öldüğü gece, tıpkı daha önceki ölümlerde olduğu gibi sanal dünyada yine aynı sözcüklerle ve aynı cümlelerle karşılaşıp reel hayatta ise bunca yalnız olmamıza öfkelenerek hesabı bir süreliğine askıya aldım. Muhaliflerin seçim sandığına hapsedilmesi ve sosyal medyanın linç şehveti peşindeki rehineleri haline gelmesi nedeniyle yaptım bunu. Bu dediğimden sosyal medyayı önemsiz ya da etkisiz bulduğum anlamı çıkarılmasını istemem. Ancak Saray faşizmi ile bu şekilde hesaplaşmanın mümkün olmadığını düşünüyorum.
Fakat Anayasa’da güvence altına alındığı halde muhalefete, mağdurlara toplu gösteri ve yürüyüş hakkı tamamen rafa kaldırılmış. Sosyal medyada da ciddi kısıtlamalar, tweet attı diye hakkında soruşturma açılan on binlerce insan var. İnsanların sokağa çıkmalarının herhangi bir yolunun bırakılmadığı ortamda sosyal medyanın tek mecra haline gelmesi şaşırtıcı mı?
Elbette insanların korkularını, kaygılarını anlıyorum. Ama öncelikle şu tespiti yapmak gerek: Rejimin kendi destekçilerine saldığı korku daha büyük.
Nasıl yani?
En tepedeki dahil hepsi korku içinde. Hangi suçlara karıştıklarını ve bunun hukuki karşılığının ne olduğunu çok iyi biliyorlar. “Yapıyorlar, çünkü yapabiliyorlar” tespiti, iktidarın gücünü değil bizim güçsüzlüğümüzü, ya da sahip olduğumuz gücü gösteremediğimizi anlatıyor aslında. Ancak, bizi sokağa çıkarmaktan alıkoyan her ne ise, biz sokağa çıkıp demokratik haklarımızı talep etmediğimiz sürece bize çok daha ağırını yaşatıyor, yaşatacak. İnsanların vazgeçemediği konforları var. Ama bilmeliler ki, gasp edilen haklarına itiraz etmedikleri sürece, şimdi sahip olduklarını sandıkları o konforları da peyderpey ellerinden alınacak. Çünkü sessizlik, korku iklimini besleyen en etkili zehir. Doğru zamanda, doğru yerde, doğru ve güçlü sesi çıkarmanın panzehir olduğunun da kanıtı var; kadınlar. Gezi isyanından bu yana, rejimi korkutan tek güç kadınlar. Ülkeyi bir faşist cuntaya teslim eden ve ardından herkesin sindiği ya da iktidarın çizdiği hatta hizalanmakta tereddüt etmediği bir karanlık dönemin başlangıcı olan 15 Temmuz kalkışmasından bu yana sokaklarda hakkının peşinde olan tek güç kadın hareketi. Sadece İstanbul Sözleşmesi’ne yönelik saldırıya bile öylesine kuvvetli bir direnç gösterildi ki, iktidar frene basmak zorunda kaldı. Dolayısıyla Türkiye muhalefetinin, etki değerlendirmesi yapması için önünde böylesi somut, güncel bir örnek var.
"SOSYAL MEDYAYA YAYILDIĞIMIZI DEĞİL, SIKIŞTIĞIMIZI ANLAMANIN VAKTİ GELDİ"
Yani sizce muhalif insanlar, sizin yaptığınız gibi sosyal medyayı askıya mı almalı?
Elbette hayır. Zaten haddim de değil bunu söylemek. İnternet çağına doğmuş genç arkadaşların sosyal medya mecrasını çok önemsemelerini anlıyorum. Oradan yapılan faaliyetlerin hayatlarında kapladığı yerin de farkındayım. Ama buradan bırakın bir devrim yapmayı, iktidara had bildirmenin bile mümkün olmadığını görmek gerekiyor. Artık sosyal medyaya yayıldığımızı değil, sıkıştığımızı, muhalefeti etkisizleştirdiğini ya da iktidara rahatsızlık vermediğini anlamamızın vakti geldi.
Ama pek çok insan için sosyal medya adaletin arandığı, yer yer bulunduğu bir alan…
Bakın, Batman’da intihara sürüklediği İpek Er’e tecavüz ettiğine dair ciddi kuşkular bulunan Uzman Çavuş Musa Orhan’ın tutuklanması konusunda günlerce sosyal medyada kampanya yapıldı. Herif tutuklandı da. Ve pek çok arkadaş bunu bir zafer olarak gördü. Fakat kısa süre sonra serbest bırakılınca da pek çok insan büyük bir yıkım yaşadı. Peki tutuklanması sosyal medya marifetiyle sağlandıysa, serbest bırakılması neyin eksikliğinin sonucu?
Sizce neyin?
Sokak ve sosyal medya birbirinin mütemmim cüzü olmak zorunda. Sosyal medyada bulunan adaletin ömrü, sosyal medya gündeminin ömrü kadardır. Kaldı ki, Türkiye’de toplam 12 milyon Twitter kullanıcısı var. Daha yaşlı kuşağın var olduğu Facebook kullanıcılarının sayısı ise 37 milyon. İktidar karşıtlarının, yanlılarının ve her iki tarafın trollerinin hesapları bu sayıya dâhil. Troller dışında kalan herkes bir körler sağırlar ilişkisi gibi sadece kendi mahallesi ile etkileşim içinde. Haliyle bu mecralardaki gündem belirleme mücadelesinde de muhalefet açık ara önde değil. Rejimin ve işbirlikçilerinin sübvanse ettiği on binlerce troll hesap var. Bunların hedef gösterdiği kullanıcılar saatler sonra kendilerini karakolda buluyor. Çünkü arkalarında bir iktidar gücü var. Peki muhaliflerin arkasında ciddi bir toplumsal güç var mı? Sosyal medya, sokağın gücü olduğu sürece bir güçtür. Aksi halde sadece birbirimizi takip edip oyaladığımız, vicdan rahatlattığımız, trollerle uğraşırken güç ve enerji kaybettiğimiz bir mecra oluyor.
"BİNLERCE ‘BARIŞ ATAY YALNIZ DEĞİLDİR’ TWEET’İ ATILDI, AMA BARIŞ YALNIZDI"
Nasıl yani?
Basit bir örnek vereyim. Musa Orhan’ı kollayan İçişleri Bakanı’na tepki gösterdiği için saldırıya uğrayan Barış Atay için iki gün boyunca “Barış Atay Yalnız Değildir” diye binlerce tweet atıldı. Fakat saldırıya uğradıktan sonra gittiğim hastanede Barış’ın yanında sadece TİP’li bir avuç arkadaşı vardı. Ertesi gün yaptığımız basın açıklamasına gelen insan da 250-300 kişiydi. Hani o on binlerce tweet’in sahipleri? Demek ki Barış yalnızmış. Demek ki “yalnız değildir” demek yetmiyor, yalnız bırakmamak da gerekiyor. Tıpkı Ebru Timtik’in ölümünden sonra Twitter’da esip gürleyen binlerce kişinin ertesi gün yapılan İstanbul Barosu önündeki açıklamaya ve cenaze törenine gelmemesinde olduğu gibi.
Siz milletvekilisiniz ve insanlar size, “tamam da siz tweet atmak dışında ne yapıyorsunuz”, “Meclis’te ne yapıyorsunuz” diye soruyor. Bu sorulara yanıtınız nedir?
Elbette bu soruyu yöneltmek hakları. Ancak paradoks şu ki, soruyu yöneltenlerin büyük kısmı aynı zamanda parlamentonun kadük ve işlevsiz bir yer olmasından da yakınanlar. Ki bunda da haklılar. Böyle bir Meclis aritmetiği ve mevzuatıyla parlamenter muhalefetin yaptığı ya da yapacağı zaten belli.
"SOKAK ÇOK GÜRÜLTÜLÜ DE, MECLİS Mİ SESSİZ?"
Meclis aritmetiği içinde parlamenter muhalefetin yaptığı nedir size göre?
Muhataplarımıza hak ettiklerini, hak ettikleri dilden söylemek. Üstelik onun da süre sınırı var. Meclis aritmetiği de ortada ve gelen yasa tasarıları karşısında sonucu değiştirmeyeceğini bildiğin “evet” ya da “hayır” oyunu kullanıyorsun. Eğer parlamenter muhalefet toplumsal muhalefetin sözcülüğünü üstlenemiyorsa, sözün taşıyıcılığını yapmıyorsa, insanların hesap sorma hakları elbette var. Sokak çok gürültülü de Meclis mi sessiz, hayır. Aslında bu şekilde ortaya çıkan linç ve şehvet toplumsal muhalefetin zayıflığının üzerini örtmeye yarayan bir kılıf.
Parlamenter muhalefetin olanakları kısıtlı, sokak kapalı, insanlar ne yapsın o zaman?
Parlamenter muhalefetin güçlenmesi, sokak muhalefetiyle paralel ilerlemesiyle mümkün. Bugün engellendik diye yarın aynı sokağa gitmezlik edemeyiz. Her gün inatla, inançla, kararlılıkla sokağa çıkmaz, demokratik hak taleplerini haykırmazsak, faşizmin duracağı bir nokta olmayacak. Ancak şu da bizim yüzleşmemiz gereken bir gerçek ki zayıflatılan muhalefete, topluma önderlik edecek ne bir lider ne bir siyasi parti ne de sendika ya da sivil toplum örgütü var. Türkiye muhalefeti olarak toplumun güven duyduğu bir odağı neden yaratamadığımızı sormak ve bu soruya hem cevap hem de çözüm üretmek zorundayız.
"MUHALEFETE ÖNDERLİK EDECEK TEK KİŞİ SELAHATTİN DEMİRTAŞ"
Sizce bu liderlik ihtiyacını kim karşılayabilir?
Bence mevcut muhalefete önderlik edecek tek kişi Selahattin Demirtaş ve tam da bu nedenle hapiste. Ancak bu bir fasit daire. Sen sessiz kalırsan Selahattin Demirtaş hapiste kalmaya devam edecek. Osman Kavala aynı dosyadan iki kez tahliye, bir kez beraat ettiği halde aynı suçlamalarla hapiste tutulmaya devam edilecek. Gazetecileri susturmak için hapsetmeye, seçmen iradesini gasp edip temsilcilerini rehin almaya devam edecekler.
Peki muhalefete yönelik bu eleştirilerde, muhalif bir siyasetçi olarak kendinize de pay çıkarıyor musunuz?
Elbette! Yaptığım eleştirilerin tümünü kendime de yöneltiyorum. Yaptığımız bunlardan ibaret. Sayısal olarak iktidar lehine bir güç asimetrisinin olduğu Meclis içinde yapılabileceklerin sınırı çok net çizilmiş. Orada sözün, itirazın taşıyıcılığını yapıyorsunuz. Dışarıda hukuksuzluğa uğramış insanların davalarına gitmek, işçilerin eylemlerine katılmak, hak arama mücadelesindekilere omuzdaşlık etmek, talepleri dile getirmek, yaygın medya kanalları bize kapalı olduğu halde bulabildiğimiz her mecrada ezilenlerin sesini duyurmaya çalışmak… O kadar. Peki parlamenterliğin hakkını yeteri kadar veriyor muyuz, kanımca hayır. Ama bunun hakkını tam olarak nasıl verebileceğimize dair sorunun yanıtını da bulmuş değilim. Aritmetik dolayısıyla sonu baştan belli bir maç içindeyiz. Bazı arkadaşlar, oylamalarda tüm muhalefet milletvekillerinin olmamasıyla ilgili eleştiriler yöneltiyor. Yani sadece parlamenter muhalefetin sembolik direnişi peşindeler. Başı-sonu belli bir oylamada orada hazır bulunmak sembolü üzerinden kurulmuş bir parlamenter aktivizm beklentisi bu.
Yanlış bir beklenti mi?
Bu, oylama öncesinde yapılan eleştirileri, konuşmaları, tepkileri görünür olmaktan uzaklaştıran bir yaklaşım. İnsanlar da hakemin taraf tuttuğu, eşit koşullarda gerçekleşmeyen bir maçtaki performansa değil, sonuca bakıyor.
Aynı eşitsiz koşullar sokak muhalefeti için de geçerli değil mi? İnsanlar sokağa çıkıyor ve karşılarında binlerce kolluk gücü buluyor…
Yakın tarihli bir örnek vereyim. Çoklu baro yasası ile ilgili düzenlemenin Meclis’te oylanacağı gün birçok baro başkanı da Ankara’da idi. Sadece Ankara, İstanbul ve İzmir barosunun başkanları yaklaşık 80 bin avukatı temsil ediyor. Ankara Barosu’na kayıtlı 14 binden fazla avukat var. Ve fakat eylemde çoğu Ankara dışından gelmiş yaklaşık 250 avukat vardı. Ki o yasa, avukatları olduğu kadar savunma hakkına vurduğu darbe nedeniyle yurttaşı da doğrudan ilgilendiriyor. Ben iddia ediyorum; iktidar yanlısı olmayan avukatların tümü o gün Ankara’da olsaydı o yasa geçmezdi. Görev savmak için değil, deneyimden hareketle söylüyorum ki, bu iş sadece parlamentoda kuracağınız sözle olmaz, olmuyor.
"SEÇİM, İKTİDARIN MUTLAK ZAFERİ GARANTİLEMESİ HALİNDE OLUR"
Muhalefet, AKP’nin ömrünün tükendiğini, yapılacak bir seçimde iktidardan düşeceğini söylüyor. Aynı fikirde misiniz?
Yapılan anketler, AKP-MHP ortaklığının toplamının yüzde 50’yi bulamadığını gösteriyor. Fakat bu, seçim olması halinde teyit edilebilecek bir bilgi. Oysa bence mevcut iktidar bloku ile, AKP’nin kaybedeceği bir seçim yapılmayacak.
Nasıl yani?
İktidar bloku, yeni yasama döneminin başlayacağı ekim ayında Meclis’in siyasi partiler ve seçim yasası ile ilgili bir gündemle toplanacağına yönelik sinyaller veriyor. Mevcut tabloda bile olası bir seçimde iktidar blokunun muhalefetten daha az oy alacağını söylemek bir kehanet değil. Hal böyleyken iktidar bloku, mutlak zaferi garantileyecek bir seçim sistemi inşa etmek istiyor. Çünkü erken seçime gitmek zorunda kalırsa bir sigortaya ihtiyacı var. İşte o gerçekleşirse seçim olur.
Aksi halde?
Aksi halde Türkiye’de seçim dönemi kapanmıştır. AKP’nin seçimle gitmeye niyeti yok. Çünkü bu bir siyasi parti değil, daha önce de söylediğim gibi, demokrasinin tüm araçlarını ve giderek devletin zor aygıtlarını kullanarak iktidarı ele geçirmiş bir mafya. Halihazırda ellerinde böylesi bir parlamenter çoğunluk varken, güçlerini tahkim edebilecekleri bir seçim sistemi icat edemezler mi, edebilirler. Bunu yasalaştıramazlar mı, yasalaştırırlar.
Peki buna karşı muhalefet ne yapabilir?
Bizim seçim takviminden önce adil, demokratik, eşit şartlarda bir seçim için mücadele yürütmemiz gerekiyor. Sandık koyduğunuzda, seçim yapmış olmuyorsunuz. O sandığı hangi şartlarda, hangi seçim sisteminde koyuyor ve hangi koşullarda oyları sayıyorsunuz? Bakın, 7 Haziran 2015 seçimlerinden beri TV’lere tek bir HDP’li çıkamıyor. TV ekranları beş yıldır Kürtlere ya da temsilcilerine kapalı. Mevcut seçim sisteminde zarlar zaten hileli. Bu bile onları kurtaramayınca, yeni bir sistem inşa etmeye yönelecekler. Bu da seçim değil, bir darbe hazırlığıdır.
"BÜTÜNLÜKLÜ BİR MUHALEFET OLUŞURSA, TOPLUM İRADE SERGİLER"
31 Mart yerel seçimleri, iktidarın seçimle gidebileceği algısını güçlendirmedi mi?
Doğru, HDP seçmeninin desteğiyle muhalefet bir zafer elde etti. Ama ne yaptılar? HDP’li belediyeleri kayyumlar eliyle gasp ettiler. CHP’nin elinde olan, ancak Belediye Meclis’inde çoğunluk elde edilemeyen yerlerde hizmet edilmesini engelledikleri gibi başkanların yetkilerini budadılar. Belediyenin kimi yetkilerini merkezi idareye devrettiler. İller Bankası’ndan ödeneklerini kesip kamu bankalarının kredi vermesini yasakladılar. Yani o çok vurguladıkları “milli iradeyi” devletin zor aygıtları ve parlamentodaki aritmetik çoğunlukla hükümsüz kılıyorlar. İktidar bloku, altından kayan toplumsal zemini bu şekilde telafi ediyor. Aynı yöntemleri olası bir seçim öncesinde seçim yasası ve siyasi partiler yasası için neden yapmasın?
Bu ne kadar sürdürülebilir?
Muhalefetin tutumu ve pozisyonu belirleyici olabilir. Ama öncelikli mesele AKP’nin iktidardan düşmesi Saray rejiminin sona ermesi değil. Bu bir diyalektik sonuç ve mutlaka yaşanacak. Eğer seçimle bir değişim olacağı iddiası ve inancındaysanız, o zaman esas mesele etmemiz gereken, bu rejim sonrasında nasıl bir ülkede yaşamak istediğimiz. Bu yağma ve talan düzeninin yarattığı enkazı nasıl toplayıp yerine ne inşa edeceğimiz. Buyurun şimdiden güçlü bir biçimde bunu tartışalım. Eşit yurttaşlığa dayalı bir sivil anayasa yapacak mısınız? Kürt meselesinin üniter bütünlük içinde barışı hedefleyen bir siyasal çözüme kavuşturulmasına yönelik perspektifiniz var mı? Yasaları ve yargıyı evrensel hukuk normlarına uygun hale getirecek misiniz? Temel hak ve özgürlüklerin, basın ve ifade hürriyetinin tesisine ve korunmasına yönelik ne yapacaksınız? Gerici, ırkçı, milliyetçi eğitim müfredatını çağdaşlarıyla eşit hale getirip demokratik bir içeriğe sahip kılacak bir yaklaşıma sahip misiniz? Kadına yönelik eril şiddeti sona erdirip toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamaya yönelik devrimci hedefleriniz olacak mı? Bunlar yoksa, yoksullara, işsizlere, sömürülenlere iyi bir gelecek vaadinden yoksunsanız, iktidar blokunun inşa ettiği faşizmin karşısına nasıl bir toplumsal güç koyabilirsiniz? Herkesin demokrasiyle kurduğu bağa ilişkin turnusol kâğıdı işlevi gören Kürt meselesi başta olmak üzere tüm derinlikli sorun alanlarına, AKP’ninkinden ve öncekilerden çok daha farklı, baştan sona özgürlükçü bir perspektifle yaklaşan bütünlüklü bir muhalefet odağı oluşturulursa, toplumun geniş çevrelerinin iktidarın değişmesi konusunda irade sergileyeceğini düşünüyorum.
ERDOĞAN’IN ELİNDEKİ TEK KOZ NE OLDUĞU MEÇHUL 2023 HEDEFİ
Mevcut muhalefet bu noktaya yakın mı?
Şu anki mevcut tabloda böyle bir seçenek görünmüyor. Kürt meselenin çözümünden tutun da İstanbul Sözleşmesi’ne ilişkin tartışmalara kadar bütünlüklü ve çözüm odaklı bir ittifaktan söz etmek mümkün değil. Ama toplumsal uzlaşı yaratmanın yolu doğru zeminde tartışabilmekten geçiyor. Bu tartışmaları yaparken de Erdoğan’ın elindeki tek kozu etkisizleştirmek gerek.
Nedir o koz?
Erdoğan’ın son bir yıldır insanlara sunduğu bir tek hayal var. Ne olduğu meçhul bir 2023 hedefi. 2023 genç Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yaşı olacak. Demokratik muhalefetin oluşturacağı İttifak Senedi’nin ışığında 100. yaşında Türkiye’nin eşit yurttaşlık temelinde sivil bir anayasaya sahip, hukukun üstünlüğünün egemen kılındığı bir yargı sisteminin olduğu, barışı tesis etmiş, gerçek anlamıyla demokratik, laik, sosyal bir devlet inşa edilebilir. Erdoğan bu yılki 15 Temmuz anmalarında sivil anayasa için herkese çağrı yaptı. Karşısına çıkıp “Ben varım ve taslağım bu” demek gerek. Neye, nasıl itiraz edecek?
"YENİ YENİKAPI RUHU HER ŞEYİN TARTIŞILMASINI ENGELLEYEBİLİR"
Niye etmesin?
Ancak Libya üzerinden başlayan Doğu Akdeniz gerilimiyle kurulmaya çalışılan yeni Yenikapı ruhu her şeyin tartışılmasını engelleyebilir.
Yeni Yenikapı ruhu mu?
Çok abartılı bir senaryo olur ama birdenbire “kadim düşmanımız” Yunanistan ile savaşa girildiği ilan edilirse, yahut Rus uçağının düşürülmesi gibi, bir Yunan gemisinin batırılması bizi şaşırtmaz. Gerilimin kontrollü şekilde yükseltildiği, bu sayede ihtiyaç duyulan iç politikanın ve toplumun dizayn edildiği bir konseptten bahsediyorum. Yeni Yenikapı ruhu için, sadece savaş baronluğuyla ömrünü uzatan iktidarın bekası için Suriye, Irak ve Libya dışında yeni çatışma sahaları gerekiyor. Görünen o ki o da Yunanistan olacak. Bunun olabileceğinin emaresini de memlekette kimin konuştuğuna bakarak görebiliriz. Erdoğan’dan sonra en çok konuşan iki kişi var Hulusi Akar ve Süleyman Soylu. İkisi de silahlı bürokrasiyi yönetiyor. Öyle ki Akar, Dışişleri Bakanı’nın konuşması gereken yerde de söz alıyor. Adalet Bakanı’nın konuşması gerekirken sustuğu yerde de İçişleri Bakanı söz alıyor. Erdoğan zaten hep konuşuyor.
"CHP İLE HDP’NİN ARASINDA YER ALACAK BİR PARTİYE İHTİYAÇ VAR"
CHP, İYİ Parti ve Saadet Partisi’nin oluşturduğu Millet İttifakı’nın HDP’den yana genişlemesi olasılığı görüyor musunuz?
Bir kere adını Millet İttifakı koyduğun ve ideolojik sınırlarını çizdiğin bir yapının genişleme ihtimali yok. Millet İttifakı dediğiniz şey bir sağcı blok. Bu sağcı blok, CHP’yi de katarak söylüyorum, Kürt meselesinin çözümü konusunda HDP ile aynı düşünmüyor. Yani tartışma bile olmadan HDP’nin orada olamayacağını biliyoruz. Bana kalsa İyi Parti’nin liderliğinde AKP’den kopanların da dâhil olduğu bir Millet İttifakı daha yerinde olur. Kanımca Meral Akşener ancak Cumhurbaşkanı adayı olarak gösterilirse bunu kabul eder. HDP ile ittifak yapma cesaretine sahip olamayacak bir CHP de merkez sağdaki parti boşluğunu doldurma gayretine tek başına devam eder. Şu an CHP ile HDP’nin arasında yer alacak bir partiye ihtiyacımız var.
Neden böyle bir partiye ihtiyaç var?
Çünkü anlaşılan o ki, toplumsal, politik ihtiyaçlarla parlamenter siyasi ihtiyaçlar arasında açılan bir makas var. Yani burada bir boşluk var. Buradaki rabıtayı sağlamanın bir yolu, toplumsal olana kayıtsız kalmayacağı gibi, parlamenter olana da kanmayacak bir politik yapıdır belki de. Bir tarafta CHP’den bitmek bilmez bir beklenti diğer tarafta HDP’ye karşı aynı kararlılıkta bir şüphe içinde olan neredeyse 20 milyon genç kuşak seçmenin söz konusu olduğu bir yerde, bu nabzı tutabilen, bu talepleri ve beklentileri görünür kılabilen, ve onları da siyasetin öznesi haline getirebilecek bir parti ihtiyacından söz ediyorum.
HDP’den istifa ettiğiniz için pişman mısınız?
Hayır.