Nuri Bilge Ceylan’ın Kuru Otlar Üstüne filmi vizyonda. Film, kaskatı sistemin katı akışında şekillenmiş, değişmiş kimi ana düşünsel bileşenlerin birbiriyle zorunlu temasını yazı, kışı ayrı mesele benzer dertleri olan bir ‘mahrumiyet bölgesinden’ anlatıyor. Her bileşenin kendi dünyasının bilincinde ve savunucusu olduğu tartışmalarla ortaya konuyor; yani olağan bir taşranın olağan gündüz ve geceleri değil de güçlü temsillerin mecburiyetten toplaşması ve teması. Mümkün olduğunca kendi dünyasına kapanan, etkileşime yani çatışmaya girmekten kaçınan, ‘dengede’ yaşayan kesimlerin gerginliğinin, tepkisinin hafif patlamalarıyla, ilerleyişiyle film devam ediyor.
Katı sistemin köhneliğini değiştirmek isteyenlerin kapalı sistem içi köhneleşme biçimleri! İdeolojilerin, ideallerin diriliğini, kararlılığını ve sürdürülebilirliğini yitirebildiği, yabancılaşabildiği, algıda, tutumda ve dilde nasıl da benzeşildiği ve hatta sistemde yer edinecek, yer bulacak, ‘tutunacak’ hale gelebildiği! Köhneliği şekillendirme, değiştirme, dönüştürme gayretinin, çıkışının zamanla (belki de başlangıçta bile) onun bir parçası olarak köhneliği korur, üretir, güçlendirir hale gelmesi!
Filmin bütünlüğünde dert edilmişlikten kaynaklı itiraz ya da eleştiri değil de; bir durum tespiti, ‘işte böyle!’ der gibilik var. Bu haliyle film de yansıtma görselliği ve diliyle sistem içindeki kendi yerini tartışıyor. Set ve set dışı atmosferle!
Filmle durumun en iyi yansıtılacağı mekan olarak da taşra değil Kürd taşrası seçiliyor. Kürd taşrası ile Kürdün taşrası farklıdır! Kürd taşrasını ortaya koymayı deneyen; bireyi, ilişkileri, ideolojileri, felsefeleriyle Türkiye sistem anlatısı olduğunu düşündüğüm film bana göre günümüzde de taşrasallaştırılmaya çalışılan Kürd meselesinde bu kadar hassas, içerikli olamıyor. Belki de bir ayna gibi duruyor!
Yıllar önce tartıştığım bir konuya bu film, bazı noktalar hariç, bir örnek olarak kendini dahil ediyor. Türkiye’de bu kadar sanatsal ve kültürel üretim varken nasıl olur da bir tanesi bile ‘Türk’ düşün ve yaşamında Kürd meselesinin, Kürdlerle olan ilişkinin, etkisinin, etkileşimin ve yer edinmiş varlığının yeri ve boyutu neymiş, ne kadarmış diyerek, bunu içererek üretilmiyor! Sanat ve kültür dünyasının da Kürd inkarı, Kürd hafızasızlığı tartışılmayı bekliyor. Halbuki öyle yaşanmadığını biliyoruz; kendini, çevresini, toplumunu, devletini yani güncelini ve geleceğini etkileyen bir meseleye, bir bölgeye ve millete kendinde yer ettiği haliyle bile olsa üretide yer verilmemesi, yer vermek istenmemesi neyle, nasıl açıklanabilir? Bu tür bir bilimsellik, metodoloji de kendinden, yerelliğinden razı ve hatta keyfi yerinde! Bu konuda elbette Kuru Otlar Üstüne biraz daha ileride, kapı eşiğinde duruyor ancak bu ‘ileride’ olma halinin kıyası nereye göre belirlenecek; Avrupa’ya mı, İstanbul’a göre mi, Ankara’ya göre mi, Diyarbakır’a göre mi, Türk taşrasına ya da Kürd taşrasına göre mi?
Mekan olarak ‘doğu’ en az yüzyıldır donukluğun, değişmezliğin, kentlileşememenin sembolü olarak seçilmiş olsa bile ve film bunu flu görsellikle ve cümlelerle sürekli ve sürekli işliyor, örüyor olsa bile bu sembolleşmenin başlıca nedeni bölge ya da Kürdler ya da bölgede yerleşik diğer toplumlar değil. Bir sembolleşme yapılacaksa sembolleştirenlerin tarihsel zihni, duygusu, emeği ve kararlılığı da tartışmaya dahil edilmeli değil mi? Bireyi, dayanışmayı, bencilliği ciddiyetle tartışmak ancak tartışılan yerdeki yerleşik toplumu tanımlamamak! Tartışmayı da ‘bildik’ tarihsel ve güncel semboller üzerinden vermekle yetinmek! Kamera ve mikrofona hakim uzman eller! Günümüze dek Kürd sinemacıları da kendi toplumunu, geleceğini, toplumunun başına getirileni evrensel ölçütlerle, kıyaslarla tartışamadı; Yılmaz Güney hariç.
Halbuki Kürd taşrası da Türkiye’de statükoya karşı gelişen fikirlerde, hareketlerde mutlaka tartışmaya katılmış ve ağırlıklı olarak tarafını, yerini belli etmiştir; cezalandırıldığında neler olacağını bilerek hem de. Halen de statükonun, toplumun, aydınlarının, sanatçılarının taşrası, yani birinin ya da birilerinin Kürd taşrası olmamak için direnç göstermeye devam ediyoruz.
Film Kürdün taşrasında değil; devletin, devletin yüz yıllık uygulamalarına kısmen razı ya da ister istemez kabullenmiş toplumunun kanıksatmaya, şekillendirmeye çalıştığı, derdini Kürd geleneği aracılığı ile anlatmaya çalıştığı, İstanbul sosyalleşmesi ile imrendirdiği ve belki böyle göndermelerle, somutlaştırmalarla kendini, halini iyi hissettiği ve ancak bu kadar başardığı Kürd taşrasında geçiyor.
Kuru Otlar Üstüne oyunculuklar, dialoglar, eğitim, askerlik, bürokratik işleyişi de içeren sistem ve sistemin ruhu, canı üzerine yeni bir şey söylemese de tümünü Kürd taşrasında bir araya getirmeyi ve yansıtmayı deniyor ve bu açılardan da tartışılmayı gerektiriyor.
Bir örnek olarak, öğretmenler (ve idareciler) çocuğa dokunma konusu ve tutumunu pedagojik açıdan tartışmıyor, dikkatlice uyarmıyor, önlem almaya çalışmıyor. Bunun yerine, çocuğa dokunma konusunu bile parça tesirli bir bomba haline getiriyor yani istismar ediyor ve pimini çekiyor. Batı’nın örneğin çocuğa dokunmaya karşı evrensel tutum kabulüne katkısını bile kopyalayıp kullanan ancak bu gibi ciddi sonuçların tarihsel arka planı hakkında bilgisi, deneyimi, utancı, tedirginliği olmayan ‘tehlikeli ucube zihinler!’ Dediğinin, yaptığının ne anlama geldiğinin, nelere yol açacağının, nelere mal olacağının ayırdında pek olunmayan bir toplumda filmdeki kadının çıkıp ‘Ben bundan sonra bununla nasıl yaşayacağım?’ sorusuna yol açacak söz ya da edimini dünyadaki her bireyin de hayatı boyunca fark etmesi, üzerine düşünmesi, akıl danışması gereken çağcıl bir kırılma aşamasıdır. İçimizden birileri aracılığı ile bizi yönetme, özendirme, sindirme halleri; diğerlerini görmezden gelme, dışlama, ayırma halleri de filmin konularından. Sevim’e yaşatılanlar ise Sevim’in duygularına, gülümsemesine ve hayatına sahip çıkmasına engel olamıyor. ‘Kürdün taşrasında’ gelişen köklü, güçlü, canlı, kararlı, mücadeleci Sevim’in kendi içiyle barışıklığı ve çağcıl bir eğitim sayesinde edineceği tarihsel ve güncel bilinç ve hassasiyet kendi toplumuyla da barışıklığını güçlendirebilir.