Hüseyin Kaytan: Kürtlerin, Kadının ve Mülkün Garip Bir Hikayesi: Kawa Efsanesi

Şimdi Kürt peşmergeler Musul, Kerkük ve Kobani’de Kawa’nın bayrağını 1379 yıl sonra yeniden dalgalandırırken, karanlık bir tarihin sonunu da ilan ediyor ve erdemin, ahlakın ve yiğitliğin de yeniden zaferini ilan ediyorlar.
10.03.2015, Sal - 14:25
Hüseyin Kaytan: Kürtlerin, Kadının ve Mülkün Garip Bir Hikayesi: Kawa Efsanesi
Haberi Paylaş
IŞİD, güçten düştü düşmesine, ancak tarzı hep aynı kaldı. Ölüme güveniyorlar ve hayatın kararmasına, karartılmasına. Kürt cephelerinde eğer sis, kapalı hava, karanlık, toz yağmuru veya kum fırtınası varsa, IŞİD’i bekliyor peşmergeler. Hava aydınlık, güneşli, gökyüzü açıksa, sorun yok.

IŞİD’in eleman örgütlemek için de, intihar duygusunu sağlam geliştirmek için de, iki temel silahı var: Biri sayıklama, diğeri kadına hakimiyet. Sayıklama, -sürekli aynı sözlerin kutsanıp tekrarlanması yoluyla beynin boşaltılması ve dış dünyanın gerçeğine duyarsız hale getirilmesi. Böylece, kişi insani değerlerden, ahlak, vefa, merhamet gibi duygulardan tamamen arınmış, hafızası hakikati reddeden, bir makina haline gelir. Ancak bedeni hala insandır ve bu boşluktan, zayıf da olsa bedenen hala insan olma temeli üzerinden, ona kadına nasıl hakim olacağı telkin edilir ve gösterilir: Bu dünyada cihad ederse, kadın üzerinde hakimiyet sadece onundur ve o ‘sahip’tir, ‘efendi’dir, ‘melik’tir, ‘lord’dur. Ölürse, öteki tarafta sayıları fetvalar yoluyla artık yüzleri bulan huri, zaten kendisini beklemektedir. Bize komik gelebilir, ama radikal islamın beyinsizleştirdiği kişi buna inanır. Bütün saldırı gücünü de burdan alır. Ölmek ya da yaşamak farketmez onun için; ikisinin de içeriği aynılaştırılmıştır. Dizginleri koparılmış cinsel şiddet, üstünde bir değerler gözlem ve yönlendirmesi bulunmadığı için, hayatı boyunca sayıklayarak edindiği efendinin emirlerine mutlak uyum gösterir.

Kawa’nın Bayrağı 1379 Yıl Önce Arapların Eline Geçmişti

Arap yayılmasının bu taktiği yeni değil, Halife Osman’dan beri nerdeyse hiç değişmedi. Kürt, Ermeni, Fars ve diğer kavimlerin askerlerinden oluşan bir orduya karşı, 636 sonbaharında, Arapların Bağdat yakınlarındaki Qadişiye’de ilk büyük zaferi, -ki İran ve Kürdistan’ın ve Ktesifon’daki hazineye giden yolun kapılarını açmıştı-, kum fırtınası sayesinde kazanılmıştı. Gerçi Sasani komutanı Rüstem, kalabalık ordusunu Dicle’nin beri tarafında tutup düşmanı beklemesi gerekirken, kendine abartılı bir güvenle karşıya geçirerek, sayıca üstün askerlerinin düşman ile ırmak arasında sıkışmasına yol açmıştı. Öte yandan, yiğitlik, mertlik gibi değerleri, ölüm dışında bir değeri olmayan bir orduya karşı savaş alanına çıkaran Rüstem, burda da en büyük hatasını yapmış, iki generalini teke tek dövüşe sürerek, bütün ordusunun gözü önünde kaybetmişti. Savaşın üçüncü gününde, gece ordusunu karşı tarafa geçiren Rüstem, bir kanalın arkasına mevzilenmiş, ancak başta yapılsaydı zafer kazandıracak olan bu mevzilenme, şimdi geri çekilme anlamına geldiği için, sadece moral bozukluğuna yol açmıştı. Araplar da, bugün de sık sık yaptıkları gibi, yıpratma amacıyla sürekli küçük grupları ordunun üstüne göndermiş ve gece boyunca da dinlenmelerini engellemişlerdi. Öte yandan, Sasani ordusu, en büyük avantajı olan filleri de düello savaşları sırasında dahi sergilemiş, düşmanın gözlem ve taktik geliştirmesine hizmet etmiş ve mızraklarla fillerin gözlerine saldıran ve koşumlarını kesen intihar elemanları yoluyla, Araplar bu önemli gücü devre dışı bırakmayı başarmışlardı. Bu savaşta, Sasanilerin gururu olan ve bugünkü Kürdistan bayrağının da atası olan sarı-kırmızılı ve mücevherlerle süslü ‘Kawa Bayrağı’ Arapların eline geçmişti. Bayrağı ele geçiren Arap, onu gerçek parasal değerinin onlarca kat altında bir parayla, otuzbin dirheme satmıştı. Bu tarihsel sembol, daha sonra parçalarına ayrılıp el değiştirmiş ve Arap tüccarlarının elinde kaybolup gitmiştir. (S.G.W. Benjamin, Persia, London-New York, 1888, pp. 278-280)

“Çöldeki taşlar kadar çok yiyecek, cenneti dolduracak kadar çok güzel kadın...”

Yine 641 yılında, son bir çabayla yeniden topladığı orduyu Nehavend’de mevzilendiren Yezdgerd, ölümsever Arap askerlerinin karşısında tutunamamıştı. Bu kez Sasan ordularına, Qadişiye savaşına da katılmış olan Firûzan komuta ediyordu. Bu savaşın tecrübesini değerlendiren Firûzan, Arap ordusu karşısında siperlerinden çıkmamış, iki ay süresince iki ordu karşı karşıya beklemişti. Araplara sürekli gelen mücahit takviyesi, sadece erzaklarının tükenmesine yol açmış, Numan adlı İslam komutanı, ordusunu içerde denetlemekte bile zorlanır hale gelmişti. Numan bu kritik anda, hileye başvurma yoluna gitmiş, halife Ömer’in öldüğü haberini yayarak, aceleyle ordusunu kamptan çıkarmış, yola çıkmıştı. Tuzağa düşen Firûzan, üç gün boyunca disiplinsiz ve rahat bir tarzda orduyu takip etmiş, sonunda bir ovada tahkim edilmiş mevzilerde, Arapların tuzağına düşmüş, kendisi hayatını kaybederken, ordusu büyük bir yenilgiye uğramıştı. Numan, son saldırıyı yaparken askerlerine şu minvalde vaaz vermişti: “Ölürseniz, cennette sizi huriler ve güzel sofralar bekliyor; kalırsanız, bu verimli topraklarda, bizim çöllerimizdeki taşlar kadar yemek var; ve cenneti dolduracak kadar güzel kadın.”

Şimdi Kürt peşmergeler Musul, Kerkük ve Kobani’de Kawa’nın bayrağını 1379 yıl sonra yeniden dalgalandırırken, karanlık bir tarihin sonunu da ilan ediyor ve erdemin, ahlakın ve yiğitliğin de yeniden zaferini ilan ediyorlar. Bu, pozitif, iyimser, biraz da kişisel bir çıkarım ve güncel çalışma ve tanıklıklardan kaynaklanıyor. Fakat bir de işin tarihsel derinlik boyutu var ki, hepimizin ruhlarında, kişiliklerinde, ilişkilerinde, kısacası hayatlarında bütün çelişkileriyle sürüyor. Bu anlamda, hazır cephede nispi bir bahar sakinliği varken, tarihe yeniden dönüp, önümüzü belli belirsiz de görsek, bir yolculuğa çıkalım.

Çıkalım: İsa’dan 330 yıl önce doğan Babilli din adamı Berosos, Yunanlıların sonradan bulup tercüme ettikleri kağıtlara şunları yazmıştı: “Büyük tufandan sonra , ilkinin adı Zoroastres olan sekiz Med kralı, 224 yıl boyunca Babil’i hükümranlıkları altında tuttular.” Tarihçilerin tahminine göre bu hükümranlık yaklaşık olarak İsa’dan önceki 3. binyılın ortalarında olmalıdır. Ve Kawa hikayesinin gerçek zemini, büyük olasılıkla bu çağdaki olaylarda gömülüdür. Buna daha sonra döneceğiz.

Medlerin ender olarak Asur akınlarına yenildikleri bir zamandan kalma bir rivayet de, Pharnos adlı bir Med kralının Asurlulara yenildiğini ve çarmıha gerildiğini aktarıyor. Bu dönemlerden birinde, Asurlular şimdi peşmergenin cephesini düzenlediği Ninova’dan çıkarak Medya’ya giden bir ordu yolu yapmışlardı. Yayan olarak Karduk dağlarına yürüyen Ksenofon’un da aştığı bu yol bugün de mevcuttur ve eskiden bir dizi menzil taşıyla işaretlenmişti. Yol Ninova’dan Erbil’e, sonra doğrudan dağlara yönelerek Kuzeydoğuya, Atropatene ovalarına varıyordu. Ferdinand Justi, 1879’da, Zagros geçitlerinin olduğu yüksekliklerde, Sideka yakınlarında, Rewanduz ve Şino arasında, bir kaide üzerinde 6 ayak yüksekliğinde (180 cm’den fazla) koyu mavi taştan bir dikili taş olduğunu, ve Kürtlerin bunu Keli Şin (şimdiki Kelaşin) olarak adlandırdığını yazmıştı; bu taşın geniş Doğu yüzünde 41 satırlık bir çivi yazısıyla Med dilinde yazılmış bir kitabe bulunmaktaydı; ondan 5 saat uzaklıkta, Sideka üstünde, ikinci bir Keli Şin daha vardı. Bu kitabeler bugün yoktur. Ama yol hala vardır ve o, Şino yakınlarındaki Sirgan’da Doğuya ve Güneydoğuya yönelir, Sine üzerinden Ekbatana’ya (Hemedan) gider. (Ferdinand Justi, Geschichte des Alten Persiens, Leipzig, 1879, ss.2-3.)

Sadece birbuçuk yüzyıl kadar önce ayakta olan ulusal tarihimize ait binlerce yıllık dev anıtların nasıl ellerimizin arasından kaybolup gittiğini anımsatmak için yürüdük bu kadar. Şimdi yeniden hafızamızın kuyusunun başına, cepheye dönelim ve kazmaya devam edelim.

Ortadoğu’da Din: Ticaretin Ruhu

Ölümün hükümran olduğu çağ denebilecek bir karanlık çağın sonunu kendisi de farkeden IŞİD, Musul müzesindeki tarihi kalıntıları yerle bir etti. Yüzyıllar önce de, islam orduları ve siyasi akımı, Kürtlere, onların hayat anlayışlarına ve tarihlerine ait herşeyi, put veya sapkınlık diye mahkum ederek yok etmişti. Sonra bu görevi, İslam temelli egemen devletler üslendi: Türkiye, Irak, İran devletleri, bizi ve tarihimizi silmek için herşeyi yaptılar. Hikaye aslında İslamdan da çok daha eski. Kıyım, Zerdüştilik ile birlikte başlar. Tek tanrıcılık anlamında dört kitabın da temellerini atan Zerdüştilik, atalarımızın doğal ve sonsuz denebilecek derecede bir hoşgörüye sahip olan dünya anlayışlarına karşı saldırı biçiminde var etti kendini. Aslında mesele, ticaretle ve mülkiyetin yeni biçimleriyle bağlantılıydı. Ticaretin bekası için, dünyanın ve insanın mülkleştirilmesi işinin daha örgütlü hale gelmesi; kalıcı olmak isteyen güvensiz iktidarların, toplumu daha sıkı bir boyunduruk altına almak için, onun sadece fiziğini değil, ruhunu da zincirlemesi gerekliydi.

Gerçekte Zerdüşt dini, Aryan ulusunun dini olarak doğmuştu, Avesta’yı okursanız, bu dinin dünyasının Aryan halkı ve ülkesi, (Kürtlerin/Medlerin kadim vatanı olan “Ariana Vaeja”) çerçevesiyle sınırlandığını farkedersiniz. Eğer bu minvalde, ulusal bir çerçeveyi giderek daha fazla netleştirerek yürüyebilseydi, belki de çağımız farklı bir görünümde olacaktı. (İbrani dininin ilk yüzyıllarının, aynı zamanda ulusal çerçeveli kutsal metnin netleşme ve tashih yüzyılları olduğunu hatırlayalım.) Bu anlamda, Zerdüştilik, başlangıç itibariyle ilk ulusal dindi, sonradan imparatorluk dini haline geldi (kısmen Pers ve Part İmparatorlukları, ve Sasani İmparatorluğu).

Yahudilik Zerdüştilikten etkilenerek gelişir, ve aynı ideolojik programı kendi ulusu için dahice, başarıyla uygular. Resmi devlet dini olduğu Sasani döneminde, Zerdüştilik, zamanla artık lüks bir din haline gelir; elit kesimin dini olur; zanaatçılar, demirciler, dericiler, -ki dönemin üretiminin belkemiğini oluşturan sınıftır- üretim için kullanmak zorunda oldukları ateşi, suyu ve toprağı kirletmek zorunda olduklarından, dinsel ideolojinin günah keçileri olurlar. Ekonomik altyapısıyla uyumu yitiren bir üst ideoloji de iflas edecektir, -ne kadar güçlü olursa olsun.

Kawa’nın bayrağının Arapların eline geçmesiyle hayatımıza giren yeni tek tanrılı ideolojinin, islamın çerçevesi, Zerdüştiliğe benzerlikler içerir: Bir yana Kuran’ı, bir yana Avesta’yı koyarsanız, şu paralellikleri hemen farkedersiniz: Herşey Ahura Mazda adıyla başlar, herşey Allah’ın adıyla başlar. Allah ve İblis ikiliği, Ahura Mazda ve Ehriman ikiliği. Her iki kitaba göre alem altı aşamada varedilmiştir. Kuran’da cinler ve melekler, Avesta’da ‘div’ler ve melekler. Her iki kitaba göre insan başlangıçta masumdur, ve sonra yoldan çıkarılmıştır. İnsan, her iki dine göre, birgün yeniden diriltilecektir; cennet ve cehennem hikayesi aşırı benzerlik gösterir. Avesta’ya göre günlük ibadet beş rekattır, beş rekat namaz İslamın da olmazsa olmazıdır. (T.W. Arnold, Preaching of Islam, Westminster, 1896, p. 178)

Ticaretin kapsamı ikibin beşyüz kadar yıl önce dünya ölçüsüne varmıştı. Roma’nın Hindistan ve Çin ile ticareti Kızıldeniz üzerinden yapmaya başlaması, Arap yarımadası ve Basra Körfezi limanlarından başlayarak Şam’dan Kuzey ve Batıya uzanan ticaret yoluna öldürücü bir darbe vurmuştu. Bir anda hayalet şehirlere dönüşen Arap şehirlerinin muhteşem kalıntıları bugün hala ayaktadır. Doğunun Roma’ya cevabı, aynı yolu Hazar’ın Güneyinden yeniden açan Part ve ardından Sasani imparatorlukları oldu. Daha Part imparatorluğu zamanında, Arap dil ve kültürünün, kendi otantik coğrafyasının bu kadar uzağında etkisini hissettirmesi, Roma’nın boşa düşürerek öldürdüğü çöl ticaretinin aktörlerinin, onu Arap körfezlerinden bu coğrafyaya taşımasının bir sonucuydu. Zamanın dinsel kültürünün Pehlevi dilindeki kalıntılarını gözden geçirirseniz, literatürdeki Arap dili etkisini hemen farkedersiniz. Araplar, bu coğrafyada aynı zamanda gelecekte işlerine çok yarayacak olan tek tanrıcılık anlayışının da temellerini elde ettiler. Partların yeni bir ticaret yolunu güvenlik altına almaları karşısında Roma, başta Anadolu olmak üzere, Doğu’yu sömürgeleştirme girişimlerine başladı ve çöküşüne kadar bu çabasını sürdürdü.

Zerdüştilik, tüm tek tanrıcı dinlerin anasıdır. O da, giderek yozlaştığı dönemde, kadim merkezinde Güneş Tanrısının ve Şahmaran’ın (Zaparwa? Samaris?) olduğu, Aryan (ki küçük ve büyük Asya’da bilinen en kadim temsilcileri Medler/Kürtlerdir) halkının doğal dinine karşı, aşağıdaki Mazdekizm bahsinde göreceğimiz gibi, şiddetli tepkiler göstermişti. Mesele, şehirler kurmak, şehirde ve çevresinde iktidar olmaktı. Ama burada yöntem, çok orijinaldir ve açıktır: Burada ticaret, kendi bekası için insanı mülkleştirir; tek tanrı dinini, bu dönemdeki ekonomik yapılanmanın üstyapı ideolojisi olarak yüceltir. Sözkonusu olan doğanın ve insanın, özellikle kadının, daha disiplinli ve programlı mülkleştirilmesidir.

Kawa efsanesi, zamanla çarpıtılarak, Zerdüştiliğin ideolojik savunmasının merkezine oturtulmuştur. Bu efsane, dağınık ve esnek örgütlenmiş, henüz kısmen kadın merkezli toplum biçiminin, marksist deyimle “ilkel komünal toplumun”, köleci, mülkiyetçi topluma doğru keskin biçimde yön değiştirmesinin özet ifadesi haline gelmiştir.

Chorsene’li Moses’in Anlattığı Kawa

Bu hikayenin veya isterseniz destanın, çok fazla versiyonları var ve hepsi de rivayetler halindedir. Bunlardan biri ve en eskisi, Chorsene’li (Xorene, Xorsene; şimdiki Karsan aşireti?) Moses’in aktardığıdır. Xorsene, Muş ve Dersim arasında bir yerde tarif edilmiştir. Moses, 370-489 yılları arasındaki hayatında, zamanın hükümdarı Sahak Bagratuni’nin isteğiyle, kendi zamanına göre “Ermeni Ulusunun Tarihi” başlığı altında değerlendirilebilecek bir eser kaleme aldı. Eser, sadece Ermeni halkının tarihi açısından değil, bölgedeki diğer halkların tarihleri açısından da değerli bilgiler içermekteydi.

Moses de bir Kawa destanı anlatmaktadır, ama burada kahramanın adı Kawa değil, Tigran’dır. Moses, Aşdahak/Ajdahak adlı kötü bir Med hükümdarından sözetmektedir. Bu, büyük Kiros’un devirip Med hükümdarlığına son verdiği Astyages’ten başkası değildir. Moses’in aktardığına göre, Tigran ile Kiros arasındaki dostluğu kıskanan bu hükümdar, aralarını bozmak için çareler aramaktadır. Çevresine bu durumun üstesinden gelebilmek için danışmaktadır. Bu arada, kafası karışık olduğu halde, bir rüya görür. Rüyasında doruğu buzlarla kaplı bir dağdadır, rüyasında biri ona bu dağın, Haykan’ların (Ermenilerin) toprağına yakın olduğunu söylemektedir. Dağın doruğunda güzel giyimli, güzel bir kadın oturmuş, doğum sancıları çekmektedir. Bir anda doğum tamamlanmış ve kadın baştan sona donanımlı üç kahraman doğurmuştur. Bir aslana binen birincisi Batıya yönelmiş, bir leopara binen ikincisi Kuzeye, bir ejderhaya binmiş üçüncüsü ise Ejdehak’ın ülkesine saldırmıştır. Rüyayı Ejdehak’ın ağzından aktaran Moses, şöyle devam etmektedir: “Birden kendimi sarayımın çatısında buldum. Buradan yaylalardaki güzel çadırlarımızı ve güzel su kaynaklarımızı görüyordum. Üstlerinde bana tacımı veren ve halkımla birlikte adaklar ve tütsüler sunduğum tanrıları görüyordum. Birden kafamı kaldırdığımda, ejderhaya binmiş kartal kanatlı olan o kişinin tanrılarımıza saldırdığını gördüm, onları öldürmeyi düşünüyordu. Ben öne atıldım, mızrakla birbirimizin bedenini deşiyorduk. Sarayımın güneşli çatısında bir kan ırmağı oluşup denize aktı. Daha sonra başka silahlarla savaşmaya devam ettik...”

Bu rüyası üzerine çevresine danışan Ejdehak, Tigran’ı hile ile, “hançerleyerek veya zehirleyerek” öldürmek için komplo kurmak amacıyla, kızkardeşi Tigranuhi’yi istemeye karar verir. Tigran’a hediyeler ve güzel sözler içeren bir mektupla isteğini bildirir.

Tigran kızkardeşini verir. Ejdehak, hem onun güzelliğinden etkilenerek, hem de kuracağı komploya zemin olsun diye, onu baş kraliçesi yapar. Herkese onun emirlerini kelimesi kelimesine yerine getirmelerini söyler. Bunları düzenledikten sonra ona, kraliçesine, “yengen Saruhi kardeşin Tigran’ı kışkırtıyor, ve Saruhi senin Ariler üstündeki hakimiyetini kıskanıyor” der. “Ya ben Tigran’dan önce ölürsem, ve Saruhi gelip Arilerin hükümranlığını senin elinden alırsa?...” der, “iki şeyden birini seçeceksin, ya kardeşine sevgi duymaya devam edip Arilere kurulan bu onur kırıcı tuzağı göz göre göre kabulleneceksin; ya da kendi huzurunu da düşünerek faydalı bir iş yapacaksın ve bundan sonra olması gereken için çalışacaksın...”

Faydalı iş, Tigran’ı öldürmektir. (Bahsedilen, Mithridates’in çağdaşı büyük Tigran değil, onun İÖ 115-95 yılları arasında yaşamış olan dedesidir.)

Tuzağın farkına varan ve kendisinin de bu oyuna sonunda kurban gideceğini anlayan Tigranuhi, abisine haber gönderir. Abisi Ejdehak’ı kuşatır, beş aylık kuşatmadan sonraki savaşta Ejdehak öldürülür ve Tigran büyük bir şan kazanır.

Savaştan sonra Tigran, kızkardeşine Tigranakert’in hükümdarlığını teslim eder. Ejdehak’ın ilk eşi Anuiş ve “onun tohumundan olan” birçok kızları ile erkek çocukları ve diğer esirler, -ki sayıları onbinden fazladır-, “büyük bir dağın Doğu sırtlarından Goxten (Goghten) sınırlarına kadar, yani Tambat, Oskioğa, Daşkuink ve ırmağın diğer tarafındaki köylere, ki bunlardan bir tanesi de Vrandşunik’tir, yerleştirir; ta Nahcivan surlarına ve ırmağın diğer tarafındaki ovanın Aşdanakan adlı ucuna kadar.” ... Ve Anuiş’i, bu dağın depremden yerle bir olmuş kalıntıların bulunduğu doruğuna mecburi iskan ederken, aynı dağın eteklerinde yaşayan Medleri de, onun hizmetine verir. (Des Moses von Chorene Geschichte Gross-Armeniens, Aus dem Armenischem Übersetzt von: Dr. M. Lauer, Regensburg, 1869. ss. 44-51)

Moses, bu hikayenin şarap zengini Goxten sakinlerinin gerçeğe sadık tarihsel destanlarında bugüne kadar korunduğunu, bunlardaki ustaca işlenmiş şarkı sözlerinde Artaş ve oğullarından istihzayla “ejderhanın soyu” diye bahsedildiğini aktarır. Kendisi de Anuiş’ten “ejderhanın anası” olarak sözeder. (ibid: s. 52)

Hikayenin, bir kadının merkezi çevresinde döndüğüne ve Tigranuhi ve Anuiş gibi kadın sembollerine dikkat edelim.

Moses’in bu hikaye konusundaki kendi düşüncesi ise şöyledir:

“Perslerin Piurasp Ajdahak olarak adlandırdıkları ataları, Nemrut’un hükmü altında yaşıyordu. Çünkü dillerin dünya üzerindeki farklılaşmasında topluluklar karmaşıklığa düşmedi; önderler ve rehberler yok değildi; aksine tanrısal bir işaretle aile reisleri birbirlerinden ayrılıp herbirine düşen yerleri miras aldılar.

Bu Piurasp (Dehak’ın ön adı) adını tanıyorum, çünkü Kentaur Piurida’yı bir Xaldi kitabında okumuştum. Bu kişi çok da cesaretinden değil de, zenginlik ve kabiliyetinden dolayı Nemrut’un hükmü altında bir egemenlik edinmişti. Herkese toplumsal bir hayat göstermek istiyordu ve diyordu ki, hiç birşey mülk olmamalıdır, aksine herşey açık ve herşey ortak olmalıdır; söz de, eylem de böyle olmalıdır. Bu adam hiç birşeyini gizlide düşünmezdi, aksine kalbinin bütün sırlarını açıkça dile getirirdi ve dostlarıyla alıp verdiğini geceymiş gibi gündüz de açıkta yapardı. Onun haince sözümona iyiliği başlangıçta böyleydi.

Bu kişi astrolojide güçlü olduğu için, en kötü olan büyücülüğü de öğrenmek istiyordu; ama bu ona mümkün olmadı. Yukarıda da dediğim gibi, hiç birşeyi gizli yapamazdı, oysa kitleleri yanıltması için gizlilik gerekiyordu... Yine de bu rezil sanatı öğrenmek için bir aracı buldu. Adamın daha önceden şiddetli karın ağrıları vardı ki bunlar, ancak kimsenin duymak istemeyeceği kadar kötü kelime ve isimlerin söylenmesiyle geçebiliyordu. Bu kötülük alışkanlığını ören kişi, kimsenin kuşkusunu çekmeksizin, başını Piurasp’ın omzuna koyuyor, onun kulağına kötü sanatı fısıldayarak, kötülüğü evde ve herkesin içinde öğretiyordu. Onların kendi masallarında şeytanın oğlu olarak adlandırdıkları bu kişi, bu hizmetiyle kendini ona sevdirdi, sonra ondan bunun için bir armağan istedi ve omuzlarını öptü.

Ejderhanın doğuşu ve Piurasp’ın bir ejderhaya dönüşme hikayesi budur. O artık durmadan tanrılara insan kurban etmeye başladı, artık topluluk gına getirdi ve kovdu, sözü edilen yüksek yerlere kaçtı. Herkes onu hızla takip ettiği için, maiyetine kendinden uzaklaşmalarını istedi. Onu izleyenler buna güvenip, bu yerlerde birkaç gün dinlendiler. Ancak Piurasp dağılanları toplayınca, beklenmedik biçimde onların üstüne geldi, çok zarar verdi. Yine de kalabalık kazandı ve Piurasp kaçtı; onu dağa yakın yakaladılar, öldürdüler ve kükürt kuyusuna attılar. (abç)” (ibid, ss.55-56)

İki sembole dikkat çekmek isterim: Biri ‘kadın’, diğeri ‘omuzları öpmek’tir. Kadın açıktır, kimsenin malı değildir, istediğine varır, ve bunu açıkça yapar. Yani, Moses’in Dehak’ının toplum anlayışında, kadın mülk edinilemez. Kapatılamaz. Açıklıktan kastedilen budur. Moses’in aktardığı ‘geceymiş gibi gündüz yapmak’ ile atıfta bulunulan şey ile, Alevileri karalamak için uydurulan ‘mum söndürme’ hikayeleri aynı şeyi kasteder. Omuzdan öpmek ise, şu anda hala Alevilikte -açıkça- yaşayan bir dinsel selamlaşmadır. Anlaşıldığı kadarıyla, bu selamlaşma biçimi, binlerce yıl öncesinden gelmektedir ve bir doğa ve toplum düşünce ve anlayışının sembolik ifadesidir. Aslında omuzdan öpme biçimindeki selamlaşma, sadece Alevi Kürtlerde değil, Kürtlerin genelinde mevcuttur. Kişisel olarak buna Güney Kürdistan’daki sunni aşiretlerin yaşlılarında da rasladım. Sevgili İsmail Beşikçi, şöyle hatırlıyor: “1963-1964 yıllarında, Duderyan Aşireti, Bitlis\'ta, Rahva\'yı çeviren yaylalarda çadır kurardı... Bu aşireti, bu aşirete mensup bir erle birkaç defa ziyaret etmiştim. Bu arkadaşın anası, oğlunu omuzundan öperdi, beni de omuzumdan öperdi. Aşiret Sunni bir aşiretti. Ama kadınlar arasında da, erkekler arasında da namaz kılana pek rastlamadım. Yaşlı kadınlar, orta yaşlı kadınlar, erkekler karşısında püfür püfür sigara tüttürürlerdi, çatır çatır konuşurlardı.”

Öte yandan, Moses’in en önemli anahtar aktarımı, mülk konusundaki tutumun aktarılmasıdır. Kötü kurgusal Dehak, mülkü ve aldatmayı reddetmektedir. Herşeyin, devlet yönetiminin dahi, açık, şeffaf olmasını istemektedir. Onu şeytani yapan özellikleri tam da bunlardır.

Moses’de açık olan ve sonraki bütün aktarımlara yansıyan, Kawa-Dehak çelişkisinin bu türden, mülkü ve mülkleştirmeyi reddeden bir toplumsal düşünceye karşı saldırı halinde gelişmesinin, hangi geçmişteki hangi olaylardan kaynaklandığı pek belirgin değildir. Yine de, İsa’dan önceki 5. yüzyılın sonu ve 6. yüzyılın başında ‘mülkün toplumsallığı/ortaklığı, kadınla erkeğin eşitliğini’ savunan, yarım yüzyıl sürerek etkili olan ve sonunda I. Xosro döneminde, katliamlar ve kök kurutma eylemlerine maruz kalan Mazdekist hareketin; bu karşıt, düşmanca egemen düşüncelerin gelişmesinde etkili olduğunu varsayabiliriz. Xosro’dan önceki Sasani hükümdarı Kavad (hükümranlık dönemi İÖ 488-531), Mazdekist harekete töleranslı davrandığı için, adı bugün hala bir küfür olarak kullanılmaktadır.

Firdewsi’deki Kawa

Kawa efsanesinin adını aldığı versiyon ise, Firdewsi’nin anlatımıdır. Firdewsi, MS. 940-1020 yılları arasında, Xorsene’li Moses’ten 250-300 yıl sonra, kendisinin ve İranlıların artık cümleten müslüman oldukları bir zamanda yazdığı Şahname’de, Kawa sıradan, demircilik yapan bir Kürttür, ama onun eyleminden sonra iktidar olan ise Feridun’dur; çünkü Cemşid’in, yani krallık zincirinin soyundan gelmektedir. Hikayede soylu Feridun, Hazar’ın güneyindendir, Xorasanlıdır, Elburz dağları sakinidir. Babası Abtin, Feridun henüz doğmadan, Dehak’a savaş açar, başarılar kazanır, ancak daha sonra Zilan (Ghilan) kralına sığınmak zorunda kalır. Onu bir süre kabul eden Zilan kralı, daha sonra Dehak’ın hışmından çekindiği için, ona gemiler verir ve Hazar içlerine yola çıkarır. Bir aylık yolculuktan sonra İskit kralının yanına varır, kralın kızı, Abtin’e aşık olur. Evlenirler; çocukları olur. Abtin’in aklından Dehak’a karşı savaş çıkmamaktadır. Kayınbabasının istememesine rağmen, ailesini de alarak yola çıkar, Mazenderan’a gelir, buradaki sık ormanlara yerleşir ve savaşı yeniden başlatır. Bu savaş süresinde, oğlu Feridun doğar. Ejdehak da, akıbetini bildiği için, takibe başlar. Şehname, Dehak’ın Abtin’i nasıl bulup öldürdüğünü, ardından annesinin onu bir ineğe sahip bir çiftçiye teslim ettiğini, Feridun’un burada bu ineğin südüyle beslendiğini, Ejdehak yaklaşınca annesinin onu alıp Elburz’a kaçtığını ve burada olgunlaşan Feridun’a soyunu ve amacını anlattığını uzun destansı dizelerle anlatır.

Şahname’de Dehak’ın veziri olarak anılan kötücül ‘Kundrav’ın garip bir mitolojik hikayesi vardır. Hint Veda’larında o, tanrılara sunulan Soma içkisinin kutsal koruyucusudur ve Homa, İran orijinlidir. Zend Avesta’da ise aksine kötücül bir düşman, Gandareva veya Gandarep olarak bilinen canavardır, ki İran’ın kahramanlarından Garşasp’ın en büyük işlerinden biri de onun kesilmesidir. (Şehname, s. 143) Burada da, dişil öğenin (inek) önde olduğu Hindistan çoktanrıcı Aryanları ile, eril ögenin (öküz) iktidar olduğu tektanrıcı İranlıların radikal ideolojik çatışmasını, daha doğrusu tektanrıcılığın yıkıcı yönelimini görebilirsiniz.

Destanı hepimiz kabaca da olsa biliriz. Dehak zalimdir, şeytanın omuzlarından öptüğü yerden çıkan yılanlar, ancak hergün iki gencin beynini yiyerek sakinleşmekte ve böylece bedeninde yaşadıkları Dehak’ın acıları geçici olarak dinmektedir. Araya, Ermail ve Karmail adlı iki esrarengiz aşçı girer, hergün kesilmeye gelen gençlerden birini keser, diğerini saklar, onunki yerine bir koyun veya keçinin beynini karıştırırlar. Gerisini Firdewsi’den okuyalım:

“...Böyle besledi yılanları, ve aşçı her ay

Otuz genci kurtardı başları kesilmekten,

Ve kurtardıklarının sayıları ikiyüz olduğunda

Kimlerin bağışladığını gizlediği koyun ve keçiler sağladı

Ve onları yabana doğru gönderdi.

İşte bunlardan türedi Kürtler, ki bilmezler yerleşik ev kurmayı

Ve kıl yün çadırlarda otururlar ve korkmazlar tanrıdan.”

(Şahname, “Zahhak’ın Kötü Alışkanlıkları ve Ermail ve Karmail’in Müdahalesi” bölüm başlığı altında.)

Özetlersek, Kawa destanının anlattığı olayın kahramanı Kürtlerdir; ancak bize öğretilenin aksine, zalim cenaha konulup ortadan kaldırılan da Kürtlerdir. Daha doğrusu, onların kadim toplumsal hayat tarzları ve dünya görüşleridir. Bu hikayede, Kürtlere birbirlerini kırmak düşmüş, iktidar ise, onun ideolojik bağlılarına kalmıştır. Sasaniler, Farslar ve Ermeniler, hikayeye kendi açılarından sahip çıkmışlar, ideolojik ve siyasal iktidarlarını sağlamlaştırmakta kullanmışlardır. Kürtler ise, devlet olamadıkları ve tarihi kendi dilleriyle yazmadıkları için, onu ancak halk geleneklerinde yaşatabilmişlerdir. Arthur George Warner, 1900’lerin başında şunları yazmıştı:

“Aynı adı taşıyan dağın Güney yamacında kurulmuş Demavend kasabası sakinleri, “İd-i Kurdi” veya “Kürt Bayramı” dedikleri bir bayramla, Dehak’ın ölümünü kutlarlar, bu sırada yakınlarda dev taşlardan teraslarla inşa edilmiş bir meydanda, Doğu inanışları gereği, şafakla birlikte onun ölümünü haber veren davullar çalar.” (The Shahnama of Firdausi, Done into English by: Arthur George Warner and Edmund Warner, London, 1905. p. 143)

Hikayenin aslının, kadim Kürtlerin bir özgürleşme eylemini anlattığı, sonradan Az-i Dehak veya başka biçimlerde kalıp değiştiren kötücül hükümdarın gerçekte Babilli ve büyük ihtimalle Xaldi halkından olduğu, en güçlü olasılıklardan biridir. Firdewsi de bu tabloya mümkün olduğunca bağlı kalır; ama potansiyel rakip olarak gördüğü Kürtleri aşağılamayı ihmal etmez ve yeni işgalci İslam-Arap olduğu için, Dehak’a da bu kavmin aidiyetini yüklemeyi uygun bulur.

Avesta’nın Kawa’sı

Zend Avesta’nın Kitradad ve Sudkar diye başlayan nask’larında, Kawa efsanesi konusunda şu bilgiler yer alır:

“Savaşçı Athwya klanından Thraetaona (Firdevsi’de ‘Feridun’) Anahita’ya kurban verip dedi: “Ey yüce Ardvi Sura Anahita, bana Ejdehak’ı yenme gücünü bağışla, o ki üç ağızlı, üç başlı, altı gözlü ... dünyanın tehlikeli düşmanı şeytandır... ki Ehriman onu Ahura Mazda’nın (iyi düşüncenin) dünyasını yıksın diye bu dünyaya karşı yaratmıştır; öyle ki onun kadınlar içinde en beyaz bedene sahip olan ve dünyanın en güzel yaratıkları olan eşleri Şehrinaz (Savanghavak) ve Arnawaz’ı (Erenavak) alabileyim...” (The Sacred Books of The East, Vol. XXIII, Edited by: F. Max Müller, Zend Avesta, Translated by: James Darmestetter, Oxford, 1883, pp. 60-62)

Avesta versiyonunda da, ideolojik saldırının amacının kadını mülkleştirmek olduğuna tekrar dikkat edelim. Bir anımsatma daha: İslam’ın soyunu yokettiği (hanedandan kaçabilen birkaçı, yalnızca Çin’e sığınabilmiş ve Çin ordusunda iyi askerler olmuşlardı, onların da ayrı bir hikayesi vardır) Sasani hanedanının sonuncusu III. Yezdgerd’in (Zerdüşti kaynaklarda Yezdzerd) kızı Şehrbanu, Halife Osman döneminde köle olarak götürüldüğü Medine’de Hazreti Ali’nin oğlu Hüseyin’e eş olarak verilmişti.

Tek tanrı ideolojisinin giriş kitabı olan Avesta’nın Part yorumunda da, erkek-ideolojik vurgu çarpıcıdır; mülk denince kadın, kadın denince de mülk akla gelmektedir. Kadın, mülkün insan biçimine bürünmüş ifadesi olarak ele alınmaktadır. Orada da, Feridun Ejdehak’ı bağladıktan sonra, yedi iklime (keşver, bölge) haber gönderilir ve denir ki, “Ejdehak yenildi, onu vuran kişi Aspikan’lı yüce ve güçlü Feridun’dur ... Artık kötü olanlar Az’ı (Az-i Dahaka, bn.) anmayacaklar, veya namuslu kızı ille de ısrarla arzulamayacaklar, ne de zenginliği kıskanıp istemeyecekler. Kadın ve mülkten haberdar olup onlara sahip olmayı arzulayanlar da, onun (Feridun) tarafından altın bir kafese kapatılacaklardır...” (Dr. E. W. West\'s Trans. of the Pahlavi Texts in the Sacred Books of the East. iv.27, 214. Aktaran: Warner, Shahname, pp.142-143)

Birçok Kawa, birçok Dehak

Diğer bir rivayet ise, Az-i Dehak’ın aslında Efrasiyab adlı Turan hükümdarı olduğudur. Rivayete göre Keykavus’un (Key Kaus, Kava Usa) oğlu Siyawaxş, üvey annesinin entrikasıyla ülkesinden ayrılır, Turan hükümdarı Efrasiyab’a sığınır. Efrasiyab onu iyi karşılar, kızkardeşiyle evlendirir. Ama eşinin diğer kıskanç abisi Karsivaz, bir komplo kurar, suçu Siyavaxş’ın üzerine atar ve onu Efrasiyab’a öldürtür. Oğlu Keyhüsrev (Key Xosro) babasının intikamını alır.

Yine, Nakş-i Rustem’deki Ahura Mazda’nın, Sasani hanedanının ilk kralı Ardeşir Papakan’a taç giydirdiği baz rölyefte, tanrı bir atın üstünde durmakta ve ayaklarının dibinde yerde uzanan Part hanedanının son kralı Ardawan’ın başının iki yanından iki yılanın uzandığı görülmektedir. Bu, yenik Part kralı Ardawan’ın da yenik Med kralı Astyages gibi Ezdehak ile özdeşleştirildiğini açıkça göstermektedir. (James Fergusson, Tree and Serpent Worship, London, 1868, p.42)

Hem Moses, hem Avesta ve hem de Firdewsi’de ortak olan, Kürtlerin kadim zamanda gerçekten savaşıp zafer kazandıkları bir kötülük sembolüne, burada Dehak’a, yine bizzat Kürtlerin sahip olduğu pozitif özelliklerin yüklenerek, tarihin tersyüz edilmesidir. Burada Kürtlere yapılan haksızlık dehşet vericidir. Bu haksızlık ve tahrifata zemin olan şey ise, yine Kürtlerin bir özelliğidir: Şimdiki zamanda kaybolmak ve kayda, yazıya, aktarmaya gerekli değeri vermemek. Kahramanının kendisi olduğumuz destanımıza sahip çıkmazsak, destanımız başkalarının destanı, karşı durduğumuz kötülük abidesi de biz oluruz.

Medlerin ardılı olduğu Aryanlar, Doğu (Hint) ve Batı (İran) Aryanları olarak, sadece coğrafi olarak değil, ama kültürel olarak ve ideolojik dünya anlayışları açısından da zıt biçimde, ayrışmış görünmektedir. Bu sadece coğrafi bir ayrışma değil, bir iç ayrışmadır da. İç ideolojik çatışma, İran ve Kürdistan’da binyıllar boyunca süregelmiştir. Kadın ve erkeğin kendi cinslerine ilişkin özellikleriyle nispi bir serbesti içinde geliştiği; veya inanış ve kültürel söylencelerde, toplumda, düşünsel soyutlanmalar olarak eşit rol aldığı Doğu’nun tersine; tek tanrıcı İran, erkek ideolojik merkezli, mülkiyet ve buna bağlı üretim ve pazar ilişkileri zemininde farklı inançlar bütünü geliştirir; ki, bunun en belirgin biçimi Zerdüşt öğretisi ve inancıdır. (Avesta’dan dua: Ey Ahura Mazda, çok şükür ki beni hayvan değil insan, ve kadın değil erkek olarak var ettin!) Kabaca bakıldığında görünen şey, garip de, olsa şudur: Arilerin bu coğrafyadaki tarihleri boyunca, Persler siyasal bir rol üslenirken, Medler daha çok dinsel bir işlevi ön plana almış görünmektedir. (Saray darbesi yaptıktan sonra öldürülen Med Gaumata’nın bir magus olduğunu hatırlayınız.) Kürtlerin bu özelliği bugün de belirgindir: Selahaddin adanmış bir islam savaşçısıydı ve orta ve yakın çağda belli başlı İslam tarikatlarının kurucu ve sürdürücüleri de Kürtlerdir. Ve eklemeye gerek bile yok, Kürtlerin kökünü kazımak için herşeyi yapanlar da, İslam devletleridir.

Burda duralım. Anlatmak istediğim gerçekte şu: Binlerce yıldır kişiliklerimize kodlanmış hayat tarzları, evrensel bir bütün olarak insan türünün ekonomik ve buna bağlı siyasal düzenlemelerinin hem sonuçlarını içeriyor, hem de toplumsal ve bireysel zihnimiz, mülkleştirme ve buna karşı direnişin savaş alanı olmaya devam ediyor. Bugün işin mülkleştirme ucunda IŞİD bulunuyor; hayatın doğası, mülkleştirme ve köleleştirme faaliyetinin bugünkü doruğunu, radikal İslam şahsında bir intihar eylemine dönüştürdü; o böylece hem kendi uğursuzluğunu yok ediyor, hem de doğanın insandan intikamının bir tablosunu gözler önüne seriyor. Biz gerçi karşı cephedeyiz; ancak IŞİD’in yok edilmesinden sonra, insanın bir karşı-doğa, bir karşı-hayat olarak kendi türüne ve gezegenimizdeki bütün hayata karşı başlattığı mülkleştirme faaliyeti bitmiş olmayacak. Problem, ancak Arapların ve radikal İslam mahkumlarının hayatsızlıkları derecesinde İslami bir çerçevededir. Bunlar dışında da, aynı uğursuz potansiyel, tek tanrı ideolojisinin hakim olduğu her hafızada, daha doğrusu, ticaretin insanın köleleştirilmesi temeli üzerine kurulduğu her zaman ve mekanda yaşamayı sürdürecektir. Şimdi en ön saflarda bu uğursuzluğa karşı hergün hayatlarını feda ederek direnen biz Kürtler, bu uğursuzluğun çok da dışında değiliz. İnsanı ve onun öz ifadesi olan kadını mülkleştirmeye, mülk olarak ele almaya devam ettiğimiz sürece.

Bu konuda kaygılanmak için oldukça çok sebebimiz var. Kuzeyde, Kürt dünyası kendi kuşaklarının beyinlerini, geleneksel sömürgeci sistemle zımni bir uzlaşma içinde, tesfiye ediyor, düzlüyor, vasat bir seviyenin üstüne çıkmasına izin vermiyor; Güneyde de, cami imamlarının çalışmaları, modern eğitim kurumlarının, özellikle üniversite öncesi eğitim kurumlarının, öğretmenlerin çalışmalarından bin kat daha örgütlü, etkili, -ve ilginçtir-, daha gerçekçi. Kürtlerin, sadece dünya ölçüsünde en gelişkin eğitim sistemini değil, aynı ölçüde gelişkin ekonomik programları da, en azından savaşta gösterdiği cesaret ölçüsünde bir özgüvenle geliştirmesi gerekiyor. Şartları değiştirmeden, insanın değişmesi mümkün değil. IŞİD kanserinin boyverdiği zeminin niteliğini değiştirmeden, bu kadim uğursuzluğu nihai olarak aşmanın imkanı yoktur.

Sonuç olarak belirtmem gereken, bu yazının amacı bir dinler karşılaştırması yapmak değil. Eskiden dinimiz iyiydi, şimdi kötü demek de değil. Geriye dönüp baktığımızda, tarihten çıkarılması gereken en önemli derslerden biri, hazır bulduğumuza güvenmemek. Bir bilgiyi hazır ve temellerden yoksun buluyorsak, onun bizi uyutmak amacıyla yayıldığından ilk anda kuşkulanmak iyidir. Asıl söylemek istediğim ise şu: Kawa’nın bayrağı, bundan tam 1379 yıl önce Arapların eline geçmişti. Bugün onu geri almaktayız ve Kürdistan’ın her yerinde bu bayrak, gönderleri süsleyecektir. Hayatlarımızı, çocuklarımızın hayatlarını buna göre hazırlamanın zamanıdır.

3 Mart 2015, Eski Musul

Nerina Azad
Bu haber toplam: 8156 kişi tarafından görüldü.
Son Güncellenme:00:36:07