Türk Devleti’nin ordusu, MİT’i, polisi, bürokrasisi, siyasi partileri ve basınıyla, Türk toplumunun en geniş kesimlerinin desteğiyle, Kürdistan halkına yönelik olarak geliştirdiği topyekün bir savaşın içindeyiz.
Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan’ın ‘’yeni bir ulusal kurtuluş savaşı’’ olarak ifade ettiği, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin ‘’taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakılmasın’’ ve CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun ‘’teröre karşı ne yapılması gerekiyorsa arkasında olacağız’’ dediği bu savaş, ‘’AKP ve Saray çeteleri’’nin eseri olarak açıklanamayacak denli derin bir savaştır.
Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun ‘’2013 Kasımında 12 kritik bölge belirledik’’ ve ‘’PKK çözüm süreci boyunca şehirlere askeri yığınak yapıyordu’’ söylemi, Türk Devleti’nin bu savaşa aslında daha önceden karar verdiğinin itirafıdır.
Savaşın bugüne denk gelmiş olması, sadece Türkiye’de Kürt sorununun vardığı düzey ile değil; Güney ve Güneybatı (Rojava) Kürdistan ve Orta-doğudaki yeni gelişmelerle de doğrudan bağlantılıdır.
Türk Devleti’nin Şiddet Siyaseti Sonuçsuzdur, Çözümü Ötelemektir
Bugünkü çatışma ortamını doğuran ve besleyen temel etmenleri tespit etmek gerekir.
Yaşanan tüm iç siyasi sorunlara, ekonomik krize, Kürdistan düşmanlarının IŞİD eliyle sürdürdükleri savaşa ve tüm müdahalelere rağmen, Güney Kürdistan’ın bağımsızlık istemi artık siyasal bir talep olmaktan çıkmış, yaşamsal bir zorunluluk halini almıştır. Bağdat’ın tüm uygulamaları aslında Kürtlere bağımsızlık dışında bir yol bırakmamaktadır. Güney Kürdistan’ın bağımsızlığının tüm Kürtler üzerinde yaratacağı tarihsel dönüşümün etkisi, mevcut federe statüyü bile hazmedemeyen Türk Devleti’ni tedirgin etmektedir.
Rusya, ABD ve Avrupa’nın Suriye’deki savaşa daha aktif katılmaları ve PYD’ye doğrudan destek vermeye başlamaları ve Rojava Kürdistanı’nda statü elde edilmesinin zemininin oluşması, yeni bir süreci ifade ediyor. Türkiye’nin IŞİD, El Nusra gibi terör örgütlerine verdiği desteğe rağmen Suriye ve Rojava Kürdistanı’nda fazla yol alamaması, Öcalan eliyle oluşturmaya çalıştığı PYD üzerindeki kontrolünü önemli oranda yitirmesi, Suriye ve Rojava Kürdistan’ında denklemin dışında kalma ihtimalini güçlendirmiştir.
Bu iki yeni durum, Türk Devleti’ni ciddi bir şekilde tedirgin etmiştir.
Bölgesel değişimde Türkiye devlet olarak hem Şii cephesinde hem de Sünni cephesinde esas aktör olamamıştır. Bu gerçeklik Türk Devleti’nin Kürdistan sorunundaki bölgesel desteğinin eskiye nazaran daha zayıf bir düzeye gerilemesine yol açmıştır.
‘’Irak’’ın ve ‘’Suriye’’nin mevcut sınırlarıyla devam edemeyecekleri açıktır. Güney Kürdistan’ın bağımsızlığa doğru yürüyüşü ve Rojava Kürdistanı’nın belli bir statü elde etme ihtimalinin yanı sıra, Sünnilerin de bir statü ile kendilerini yönetme ihtiyacı haritanın değişimini zorunlu kılan temel bir etmendir. Bu nedenle uluslararası aktörlerin çıkarlarının da zorladığı bölgesel haritanın değişimi, açıktır ki ‘’Türkiye’’yi de etkileyecek, belki de kapsayacaktır. Kuzey Kürdistan’ın mevcut durumu artık sürdürülebilir olmaktan çıkmıştır. Bu realite Türk Devleti’ni tedirgin eden önemli bir diğer faktördür.
3 Yıl devam eden ‘’çatışmasızlık süreci’’, siyasal, sivil, demokratik, diplomatik kanal ve mücadele alanlarında kazanımların, Kürtlerde ulusal bilinç ve örgütlülük düzeyinin daha üst bir aşamaya evrilmesini hızlandırmıştır. Bu gerçeklik, 7 Haziran 2015 parlamento seçimlerinde, Kürtlerin ulusal tepkilerinin dışa vurumunun somut ifadesi olarak HDP’nin %13 oranında oy almasını sağlayan temel bir faktör olmuştur. Çatışmasızlığın devam etmesi durumunda, Kürt ulusal ve siyasal bilinçlenmesi ve örgütlülüğünün daha ileri düzeylere ulaşacağını iddia etmek abartı olmayacaktır. Bu eğilim, Türk Devleti’ni tedirgin eden en temel faktörlerden bir başkası olmuştur.
Kuzey Kürdistan ve Türkiye’de Kürt ulusal mücadelesinin gelişim düzeyi, Güney ve Rojava Kürdistan’ındaki kazanım ve gelişmeler ile uluslararası aktörlerin bölgesel çıkarlarının dayattığı değişim ihtiyacı, Recep Tayip Eroğan’ın kişisel ve partisel çıkarlarının tehlikeye girmesiyle bütünleşince, Türk Devleti ‘’vatanın ve devletin bölünmez bütünlüğünü koruma’’ refleksiyle, bütün bileşenlerinin onayıyla topyekün yeni bir savaşı başlatmayı tek çıkar yol olarak görmüştür.
Peki Türk Devleti’nin bu savaş stratejisi başarıya ulaşacak mıdır?
Bu sorunun cevabı, aslında Irak Devleti ile Suriye’nin bugün içine düştükleri durum ve Kürtlerin buralardaki kazanımlarında ve Türk Devleti’nin bugüne kadar izlemiş olduğu siyasetin başarısızlığında saklıdır. 90 Yılı aşkın süre boyunca, defalarca imha, inkar, asimilasyon politikaları yürüten Türk Devleti bu siyasette direttikçe, Kürdistan özgürlük mücadelesinin önünü kesemeyeceği gibi, olası eşit ortaklık temelinde bir çözümün de temellerini tahrip edecektir.
Bugün çatışmaların yoğunlaştırıldığı yerlerin büyük çoğunluğunun başkent Diyarbakır ile Güney ve Rojava Kürdistanı’na bitişik, Kürt ulusal bilincinin yüksek olduğu yerleşim alanları olması bir tesadüf değildir; Davutoğlu’nun sözünü ettiği ‘’12 kritik bölge’’nin ta kendisidir. Rojava ve Güney Kürdistanı’ndan gelecek güçlü değişim dalgasının, ulusal bilincin yüksek olduğu bölgelerle bütünleşmemesi için şimdiden bunun önünü kesmeye dönük uzun erimli bir strateji de sözkonusudur.
Türk Devleti PKK ile 3 yıl boyunca yürütülen görüşmeler esnasında sorunu hep ‘’silahların bırakılması’’ çerçevesinde gördü. Kürt ve Kürdistan sorununun çözümüne dair hiç bir program müzakere konusu olmadı. Doğrusu PKK’nin de bu doğrultuda bir programı olmadı.
Bugün de Türk Devleti’ne egemen olan anlayış ‘’ezeceğiz, bitireceğiz’’, ‘’son terörist imha edilinceye kadar durmayacağız’’, ‘’Herkes Türk miletinin bir ferdidir’’, ‘’Kürt sorunu yoktur, Kürtler daha ne istiyor’’, ‘’Kuzey Suriye’de Kuzey Irak’taki gibi bir hataya girmeyeceğiz, herhangi bir devlete yol vermeyeceğiz’’, ifadelerinde somutlaşmaktadır. Savaş sahasındaki özel harekat timlerinin ırkçı, faşist söylem, slogan, marş ve tutumları da açık bir ‘’işgal’’ psikolojisinin dışa vurumudur.
Türk Devleti’nin Kürt ve Kürdistan sorununu kısa, orta ve uzun vadeli programlarla, eşit iki milletin ortaklığı temelinde çözmek gibi bir niyet ve amacı yoktur. Ve kollektif tüm hakların inkar edildiği ‘’anayasal eşit vatandaşlık’’ bile, Türk Devleti’nin henüz tam kabullenemediği bir ‘’üst çıta’’ olarak orta yerde durmaktadır.
PKK’nin ‘’Silahlı Özyönetim’’ Siyasetinin Yanlışlığı Yaşamda Kanıtlanmıştır
Yaşanan savaşta madalyonun bir yüzünü Türk Devletinin bugün tekrar uygulamaya koyduğu inkar ve imha stratejisi oluştururken, diğer yüzünü ise PKK’nin ilan ettiği ‘’silahlı özyönetim’’, çatışma siyaseti ile Kürt sorununun çözümüne dair yaklaşımı oluşturmaktadır.
PKK 2015 Temmuz’unda Kürdistan’ın birçok ilçesinde YDG-H eliyle ‘’şehirlerde özgür alanlar yaratma’’ belgisiyle, ‘’silahlı özyönetim’’ stratejisini ilan etti. Daha sonra YPS adıyla bu siyaset devam ettirildi.
Yaşları 12-25 arasında olan çocuk ve gençlerle ‘’yönetilen’’ bu stratejiye göre, yerleşim birimleri silahlı güçler tarafından ‘’kurtarılacak’’ ve yönetilecek. Buna da ‘’özyönetim’’ adı verildi. Bu doğrultuda, Kürdistan’ın Sur, Silvan, Silopi, Cizre, Varto, Yüksekova, Beytüşşebap, Derik, Nusaybin, İdil, Şırnak gibi birçok il ve ilçesinde hendekler, barikatlar oluşturuldu ve ‘’özyönetim’’ ilan edildi. Kürdistan’ın il ve ilçelerinin ‘’özyönetimi’’ni yaşları 12-25 arasındaki çocuk ve gençlere teslim etmek; üstelik YPS-Zarok (çocuk) ilan ederek, silahı 12-15 yaşlarındaki çocukların eline vermek ve onları ‘’özyönetim’’in ortağı haline getirmek yaşanan tahribat, travma ve tehlikenin hangi düzeylere vardığını göstermektedir.
‘’Silahlı Özyönetim’’, HDP belediyelerinin olduğu her yerde değil de, sadece Kürt ulusal bilincinin en yoğun olduğu, HDP’nin %75 ve üzeri oy aldığı yerlerde ilan edildi, uygulanmaya çalışıldı. Kürt gençlerinin ‘’Silahlı Özyönetim’’ ilanıyla hendeklerde ölümüne çatıştıkları bir süreçte, HDP milletvekilleri Türk parlamentosu’nda ‘’vatanın bölünmez bütünlüğü’’ için milletvekilliği yemini etmiş, parlamentoda kalarak bu ‘’yemine bağlı kalacaklarını’’ göstermeye çalışmışlardır. 100’ü aşkın belediye’nin %90’ı da ‘’özyönetim’’ kararına katılmamıştır.
‘’Özyönetim’’ ya da hangi adla olursa olsun herhangi bir ’’yönetim’’in temel amacı, toplumu belli bir düzen içinde yönetmektir. Yani insanları okuluyla, hastanesiyle, ibadet yerleriyle, haberleşme, iletişim ve ulaşımıyla, konaklama ve yeme içmesiyle, elektrik ve su şebekesi gibi temel ihtiyaçların teminiyle, barınma, park ve bahçesiyle, belirlenen bir sistemle yönetmektir.
PKK’nin ‘’özyönetim’’ ilan ettiği yerlerde aradan geçen 9 aylık sürede, ‘’özyönetim’’in sağlandığı bir tek yer var mıdır? PKK’nin ‘’özyönetim’’ ilan ettiği yerlerde bırakalım ‘’özyönetim’’i, yaşama dair bir tek öge ayakta kalmış mıdır? Bir tek okul, hastane, camii, otel, dükkan; bir tek elektrik, su, doğalgaz, telefon şebekesi; bir tek sağlam bina, ev, park; ve dahası oralarda yaşayan kimse kalmış mıdır? Madem ki ‘’özyönetim’’ sizdedir; neden cenazelerimizin bir hafta sokaklarda kalmasına ya da buzdolaplarında saklanmasına yol veriyorsunuz?
PKK’nin ‘’özyönetim’’ ilan ettiği yerlerde yaşama dair hiçbir şey kalmadı. Yüzbinlerce insan yerinden yurdundan oldu. Binlerle ifade edilen Kürt genci ve sivil katledildi. Yerleşim yerleri yerle bir edildi. Kürt ve Kürdistan davasının birçok kazanımı, kurumları yok edildi.
Peki askeri, ekonomik, siyasi, idari, sosyal sahiplenme, uluslararası destek vb. tüm konularda, şehirlerde belli bir yerleşim alanını ‘’kurtarıp’’ savunmanın ve ayakta tutabilmenin mevcut koşullarda mümkün olmadığı açık ve net bir gerçeklik olduğu halde, PKK neden ‘’özyönetim’’ ilan edip, Türk Devleti’nin topyekün saldırı ve tahribat siyasetine daha elverişli bir zemin yarattı? Türk Devleti’nin güçlü olduğu minderde güreşmek bile bile lades değil midir?
Sadece Kuzey Kürdistan’a değil, Güney, Rojava ve Doğu Kürdistan’daki kazanım ve mücadeleye de ciddi zararlar veren, oradaki kardeşlerimizin ellerini de zayıflattığı tartışmasız bir şekilde ortada olan bu çatışma siyasetinde neden ısrar ediliyor?
‘’Silahlı özyönetim’’in ilan edildiği yerlerde halkın %98’i evini- barkını, hatta yaşamakta olduğu şehri terk ederek bu uygulamaya tepki gösterdiğini, desteklemediğini açık bir şekilde ortaya koyduğuna göre, neden hala bu yanlışta diretilmektedir?
Çatışma ve Savaş Siyaseti Halkımızın Çıkarına Değildir
Başarısızlığa yol açacağını bile bile, neden ‘’silahlı özyönetim’’ uygulamasına geçildi? Binlerle ifade edilen Kürt genci, katliama şartlandırılmış polis ve jandarma özel harekat timlerinin ölüm ablukasına neden bu şekilde kolayca sürüklendi? Onlarca yerleşim yerinde yaşanan bunca yıkım ve ölüme, şehirlerde çatışma siyasetinin kanıtlanmış bu başarısızlık pratiğine rağmen, PKK bu ‘’hendek, barikat ve silahlı özyönetim’’ siyasetinde neden hala diretmektedir?
PKK’nin ‘’özyönetim’’de ifadesini bulan bu siyasal yanlışlığını ve yarattığı tahribatları, ‘’Türk Devleti zaten bu yıkım ve ölüm saldırısına karar vermişti’’ diyerek görmezden gelmenin düşünce, vicdan ve siyaset terazisinde yarattığı deformasyon ve travmayı nasıl açıklamak lazım?
Siyasal, moral ve kitlesel olarak ileri bir düzeye varıldığı bir süreçte, şiddetin tüm kazanımlarımıza zarar vereceği, gerileteceği açık ve net bir şekilde ortada iken ilan edilen ‘’silahlı özyönetim’’ ile ; silahlı direnişten başka yol bırakılmadığı için boyveren geçmiş Kürt ayaklanmalarını aynı kefeye koymayı nasıl tanımlamak lazım? Geçmişteki ayaklanmalar Türk Devleti’nin Kürtlerin süregelen yaşamına, fiili haklarına karşı başlatıığı saldırılara hayır demenin, ölüm kalım savaşının, bir direnişin ifadesiyken; bugünkü çatışma ve ‘’silahlı özyönetim ‘’ siyaseti, Türk Devleti’nin rahat nefes almasına, Kürdistan özgürlük davasının bir çok kazanılmış mevzisinin yitirilmesine yol açan açık bir intihar girişimidir. Geçmişte silahlı direniş dışında başka bir yol varmıydı ki? Peki bugün silahlı mücadele dışında çok geniş bir mücadele araç ve yöntemine sahip değil miyiz? Ailesinin elindeki bir parça ekmeği hırsıza kaptırmamak için direnen bir babanın direnişi ile; köyün buğday ambarının kapısını açık bırakıp uyumaya giden ve çocuklarını ambarın kapısında oturtan bir babanın, hem buğday ambarını hırsızlara teslim etmesi, hem de savunmasız çocukları onlara yem etmesini aynı şey olarak görebilir miyiz? Her iki örnek için de ‘’hırsız hırsızdır, zaten çalacaktı; hırsıza direnilirken de haliyle ölümlere yol açılmıştır’’ denilebilir mi?
PKK’nin ‘’silahlı özyönetim’’ uygulaması, açıktır ki Türk Devleti’nin yeni imha ve inkar siyasetine daha elverişli bir zemin hazırlamakta, hatta dünya kamuoyunda Türkiye’nin eline ‘’teröre karşı kendimizi koruyoruz’’ silahını veren bir rol da oynamaktadır.
Bir tiyatronun aynı sahnesini her yerleşim yerinde tekrar tekrar seyreder gibiyiz: PKK ‘’özyönetim’’ ilan ediyor, hendek kazıyor, barikatlar örüyor; ardından devlet sokağa çıkma yasağı ilan ediyor, tank ve panzerlerle yerleşim yerlerini topa tutuyor, delik teşik ediyor; onbinlerce insan evini, işyerini terk ediyor, insanlar katlediliyor. Sonuçta, hiçbir yerde ‘’özyönetim’’ oluşturulamadan PKK’nin silahlı gücü orayı terk ediyor. Geride de yaşama dair herşeyin yokedildiği bir harabe kalıyor. Bu sahneye, yıkım ve ölüm düzeyi farklı olmak kaydıyla, ‘’özyönetim’’in ilan edildiği tüm yerleşim yerlerinde aynı şekilde tanık olduk. Şimdi bunu nasıl yorumlamak lazım?
Aslında objektif olarak bakıldığında HDP’ye tümüyle, PKK’ye de önemli oranda zarar veren bu ‘’silahlı özyönetim’’ uygulamasında PKK’nin hala diretiyor olması; daha derin kaygı ve soru işaretlerine de yol açmaktadır.
Kimisine göre PKK’nin bu siyaseti ‘’Türk Devleti’nin imha siyasetine karşı bir direniştir’’, kimisine göre ‘’PKK’nin Türk Devletiyle birlikte planladığı Kürtleri imha siyasetidir’’; kimisine göre ‘‘İran ve Suriye’nin Türkiye’ye karşı PKK eliyle planladığı bir siyasettir’’, kimisine göre ‘’PKK’nin masada elini güçlendirmek, kendisini kanıtlamak için yürüttüğü bir siyasettir’’.
Aslında farklı niyet, plan ve yaklaşımların belli düzeylerde çakıştığı karma bir tablo sözkonusudur. PKK’nin ‘’silahlı özyönetim’’ ve çatışma siyaseti için Türk Devletiyle oturup bu planlamayı yapması şart değildir; bu uygulama zaten Türk Devleti’nin işine gelmektedir. Onun için de PKK’nin bu sürece hazırlanmasına ve uygulamasına göz yummuştur. İran’ın ve Suriye’nin PKK ile olan ilişkilerinin bu çatışmalarda ana etkenlerden biri olduğu da aşikardır. PKK’nin de kendi partisel çıkarları gereği her türlü ilişki ve uygulamaya açık bir parti olduğu ve ‘’silahlı özyönetim’’ siyasetine de bu yaklaşımla baktığı da gerçekliğin diğer bir boyutunu ifade etmektedir. Bulanık sularda, at izinin it izine karıştığı kirli ortamlarda, binbir türlü istihbarat örgütünün planlarıyla ortalıkta cirit atacağı gerçekliği de sorunun diğer bir yönünü oluşturmaktadır.
Hangi aktörler, hangi amaç ve faktörler rol oynarsa oynasın, bugün sürdürülen bu çatışma ve savaş siyasetinin esas mağduru, kaybedeni Kürdistan halkı ve Kürdistan’dır; özgürlük mücadelemizin kazanımlarıdır zarar gören.
Peki sözü edilen bu ‘’silahlı özyönetim’’ Kürtlerin ulusal, Kürdistan’ın ülkesel varlığını esas alan bir ‘’özyönetim’’ mi? Hayır. Otonom, federe, konfedere, bağımsız bir Kürdistan’ı içeren bir ‘’özyönetim’’ mi? Hayır. Sözü edilen ‘’özyönetim’’, PKK’nin ve HDP’nin ifadesiyle, ‘’Türkiye’nin demokratikleşmesi için 82 ilde de uygulanması öngörülen bir özyönetim’’dir. Yani aslında bu ‘’Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’’nın tam uygulanmasını içeren bir ‘’özyönetim’’dir. İşte bu gerçeklik de trajedinin, tahribatın hangi boyutlarda olduğunu gözler önüne seren madalyonun diğer bir yüzünü oluşturmaktadır. Peki ‘’Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’’ için, ‘’Türkiye’nin demokratikleşmesi‘’ için ‘’özyönetim’’ adı altında, savaşa, çatışmaya, Kürdistan halkını ve Kürdistan’ı bu kadar ölüm, yıkım ve tahribata sürükleyen bir zemin yaratmaya gerek varmıydı?
Yaşanan Bu Trajedi ve Travma Karşısında Ne Yapmalı?
Türk Devleti savaş, yıkım ve şiddet siyasetini daha da yoğunlaştıracağının beyanlarını vermektedir. PKK’nin de ‘’daha gerçek savaşa başlamadık’’ söylemiyle ‘’savaşa savaş’’ kıstasıyla hareket edeceği anlaşılmaktadır.
Bu tablo, yıkım ve ölümün devam etmesi anlamına gelmektedir. Ama bu gidişata ‘’dur’’ demek lazım. Bu konuda atılacak ilk adım, PKK’nin bu yanlış çatışma siyasetinden, özellikle de şehirlerdeki bu ‘’hendek ve barikat’’ siyasetinden vazgeçmesidir. PKK’nin çatışma siyasetinden vaz geçmesi durumunda Türk Devleti’nin çatışmada diretmesi O’nu zorda bırakacak ve bu nedenle eskisi gibi kolay bir şekilde bu yıkım siyasetini uygulayamayacaktır.
PKK yanlış ‘’özyönetim’’ uygulamasıyla yol açtığı tahribatları görmeli, derhal bu siyasetinden vazgeçmeli ve ateşkes ile birlikte bu yanlış uygulamadan dolayı Kürdistan halkından özür dilemelidir.
Bu savaşa karşı Kürtler olarak herşeyden önce halkımızın gücüne inanmalı ve buna dayanmalıyız. Geleceğimize ipotek koyan bu yıkım ve ölüme hayır demenin ilk adımı, savaşa karşı olan en geniş toplum kesimlerinin gücünü birleştirmek ve örgütlü bir şekilde kitlesel, sivil, demokratik, cesur bir duruş sergileyebilmektir. Kürdistan halkının çok büyük çoğunluğu bu şiddet ve yıkım siyasetine karşıdır. PKK’nin çatışma siyasetinden vazgeçirilmesi ve Türk Devleti’nin imha ve yıkım siyasetine karşı topyekün ulusal bir direnişin örgütlendirilmesi yaşamsal bir önem taşımaktadır.
Bu doğrultuda, tüm HDP milletvekilleri ve belediye başkanlarını kendi varlıklarını ve siyasal çalışma zeminlerini de hiçe sayan, tahrib eden bu çatışma siyasetine karşı kararlı, cesur bir duruş sergilemeye çağırıyorum.
Tüm ulusal demokratik güçlerin, siyasi parti ve grupların, STK’ların, sosyal kesimlerin savaşa ve çatışmalara karşı ortak bir duruş sergilemelerini örgütlememiz bugünün en yaşamsal adımıdır.
ABD’nin ve özellikle de Avrupa’nın Türk Devleti’nin bu şiddet siyasetine gereken tepkiyi göstermediği görülmektedir. Kürtlerin Şengal ve Kobani’de IŞİD’e karşı sergilemiş olduğu kahramanca direnişin dünya kamuoyunda yarattığı olumlu etkinin, PKK’nin ‘’silahlı özyönetim’’ siyasetiyle kısmen etkisizleştiği, sessizliğe dönüştüğünü söylemek mümkündür.
Türk Devleti’nin mülteciler sorununu bir baskı aracı olarak kullanması özellikle Avrupa’nın sessizliğinde önemli bir rol oynamaktadır. ABD’nin de bölgesel çıkarları gereği, Türkiye’ye olan ihtiyaçlardan dolayı Kuzey Kürdistan’daki devlet şiddetine büyük oranda sessiz kaldığı görülüyor.
Ama bütün bunlara rağmen, Türk Devleti’nin şiddet siyasetinden vazgeçirilmesinde uluslararası faktörün önemli bir rol oynayabileceğini de hesaba katmalıyız. Bu yaklaşımla, tüm Kürt partileri, PKK’nin de ateşkes ilan etmesiyle birlikte, Türk Devleti’nin savaşa son vermesi ve siyasal çözüm sürecinin başlatılması için BM, AB, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Güney Kürdistan Hükümeti vd. devlet, kurum, kuruluşlar ve kamuoyu nezdinde ciddi ve aktif bir çalışma başlatmalıdırlar.
Türk Devleti uyguladığı bu yıkım, ölüm ve şiddet politikasından derhal vazgeçmeli ve bu uygulamalardan dolayı Kürdistan halkından özür dilemelidir. Gerçek bir çözüm sürecinin ilk adımı olarak, ekonomik, sosyal, siyasi, idari, kültürel, insani, vb. her alanda Kürdistan halkına verdiği zararların tazmini için tüm yasal, anayasal adımları atmalıdır.
Sorunun Kürt ve Kürdistan sorunu olduğu, tüm çözüm programlarının da bu temelde geliştirilmesi gerektiği Kürt siyasal güçlerince halkımız, Türkiye toplumu ve dünya kamuoyu nezdinde bilince çıkarılmalı, gündemleştirilmelidir.
Devlet Bahçeli’nin ‘’taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakılmasın’’ söyleminin Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından da benimsendiği görünüyor. Oysaki Saddam Hüseyin, Bahçeli’nin söylediğinden de fazlasını yapmıştı. Ama şimdi o nerede, Halepçe ve Enfal’den kurtulanlar, o zulme boyun eğmeyenler neredeler? Türk Devleti’nin tüm yöneticilerini, gerek Türkiye’nin 90 yıllık sonuçsuz yıkım ve ölümle dolu tecrübelerinden, gerekse Saddam Hüseyin ve diğer diktatörlerin pratiklerinden dersler çıkararak, bu hiddet ve saldırganlık siyaseti yerine, siyasal çözümü ve diyalogu esas alan bir yol seçmeye davet ediyorum.
Bu yaklaşımla Kuzey Kürdistan’daki tüm Kürt siyasal kesimlerinin Türk Devleti’ne muhatap olacakları ve uluslararası garantörlerin de dahil olacakları gerçek bir çözüm süreci başlatılmalıdır.