Baskı ve zulme son vermek adına,1215 yılında İngiltere Kralı’na Magna Carta (Büyük Ferman) adında bir bildirge sunulur. Bu bildirgenin kabul edilmesiyle ilk kez kralın yetkileri kısıtlanır ve halka bazı hak ve özgürlükler tanınır. Bu bildirge, insan hakları kavramının ilk belgesi olarak tarihe geçer. Özgürlük, kardeşlik, eşitlik gibi süslü kavramlar ise, 1789’da gerçekleşen Fransız Devrimi’nden sonra hazırlanan İnsan Hakları Bildirisi’nde yerini alır.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Birleşmis Milletler İnsan Hakları Komisyonunu tarafından hazırlanan ve insan haklarını güvence altına alan bildirge ise, Sovyetler Birliği ve onunla birlikte hareket eden bazı sosyalist ülkelerin 'çekimser' tavrına rağmen, 10 Aralık 1948’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edilir.
4 Kasım 1950’de ise benzer bir sözleşme olan 'Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi', Avrupa Konseyi üyesi ülkeler tarafından hazırlanarak kabul edilmiştir.
Sovyetler Birliği ve devamı olan Rusya, temel hak ve özgürlükleri güvence altına alan bu uluslararası insan hakları sözleşmelerine hiçbir zaman gerekli önemi vermemiş, hiçbir sözleşmeye de imza atmamıştır. Komünist hukuk teorisyenleri, bu tür sözleşmeleri 'burjuva ahlakı' olarak teorize etmişlerdir.
İnsan hakları ve özgürlüklerinin yüzyıllardır tartışılmasına ve bu ilkelere bağlı kalmak adına sözleşmeler yapılmasına rağmen, hala dünyanın her yerinde temel hak ve özgürlükler milli çıkar, ırk üstünlüğü, din ve mezhep uğruna ayaklar altına alınır.
Siyasi ve toplumsal krizlerin çözümünde uzlaşma ilkelerine dikkat edilse de insan hakları prensipleri rafa kaldırılır. Çünkü dünya genelinde yapılan bütün toplumsal kriz görüşmelerinde, Rusya ve benzeri diktatör ülkeler hazır bulunur. Bu ülkelerle olan çözüm arayışlarında ise 'dengeleri sağlama' politikası esas alınır.
Bu durum Kürt ve Kürdistan meselesinin çözümünü de etkilemektedir. Dolayısıyla, yüzyıllardan beri Türk ve Acem istilası altında olan ülkemiz Kürdistan’da da, insan haklarını gözetme zorunluluğu bulunmamaktadır.
Burada, Türk ve Fars milliyetçiliğine değinmekte fayda var. Birinde Türklük, diğerinde ise mezhep ön plandadır. Türkiye’de bir Kürdün hem Kürt, hem Alevi veya Êzidi olması toplumdan dıştalanması için yeterlidir. Hele bu Kürt bir kadın ise, durum daha vahimdir. İran’da da bu durum farklı değildir. Kürt olmak suç teşkil ettiği gibi, sunni Kürt olmak daha büyük bir suçtur.
Kısacası Kürtler bu ülkelerde, kendi öz topraklarında, insan haklarının korunması için ulusal kimliklerini reddetmenin yanı sıra, dini ve mezhepsel kimliklerini de gizlemek zorunda bırakılmaktadır. Bir Kürdün Kürt olarak yaşama şansı bulunmamaktadır.
Bu statükonun baş mimarı ise Türk ve Acem Emperyalistleri olmakla birlikte, Sovyetler Birliği ve devamı Rusya da bu statükonun devam etmesi için adeta çaba sarf etmiştir.
Moskova, Kızıl Kürdistan’ı Türkiye ve İran’a feda etmiş, Mahabad Kürt Cumhuriyetini İran ile yaptıkları 52 yıllık petrol antlaşmasına kurban etmiştir. Soyetler Birliği Saddam Hüseyin’i korumuş, Rusya ise bugün Suriye’de Beşar Esad’ın koruyucu meleği olmuştur. Suriye’de yarım milyon insanın katledilmesi ve milyonlarca kişinin topraklarını terk etmesine rağmen…
Batı dünyasının 1975’de Kürtleri yanlız bıraktığı bir gerçektir, Sovyetler Birliği de Saddam Hüseyin’in yanında yer almış ve onu korumuştur. Bağdat’a yerleşen Rus generaller, “Biz Molla Mustafa Barzani’yi dağlarından indirmeyene kadar Moskova’ya dönmeyeceğiz” demişlerdir.
Aynı Sovyetler Birliği, 1988’de Saddam Hüseyin Halepçe’de kimyasal silahlarla binlerce Kürdü katlederken, Komünist Partisi’nin yayın organı Pravda gazetesinde “Bağdat’ın Kürtlere karşı kimyasal silah kullandığı söylentileri, emperyalist ülkeler ve Kürt çetelerinin iddiasıdır” diye yazıyordu.
Oysa Moskovalı komünistlerin 'emperyalist' diye suçladığı ülkeler olan ABD, Fransa, Almanya, Britanya ve İsveç‘in Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu’na sundukları ve 'Saddam’ı kimyasal silah kullanması sebebiyle mahkum eden bildirge, yine Moskova ve sosyalist ülkeler tarafından reddedilmişti.
Görüldüğü gibi, Rusya bugün Beşar Esad’ı nesli tükenmiş bir canlı gibi koruma altına almış ve bütün çirkinliklerini örtbas ederken, selefi Sovyetler Birliği’de sol emperyalist rejimleri çökene kadar, Saddam Hüseyin’i korumaktaydı.
Moskova’nın bu siyaseti Orta Doğu ile de sınırlı kalmamıştır;
Sovyetler Birliği’nin 25 Aralık 1979’da Afganistan’ı işgal etmesi, insanlık tarihinde izleri kolay kolay silinmeyecek sahneleri meydana getiren örgütlerin yaratılmasına sebep olmuştur. Çünkü ABD, söz konusu işgale karşı El Kaide gibi bir örgütü yaratmıştır.
120 bin kişilik Kızıl Ordu, El Kaide örgütüne resmen yenilmiş, bu yenilgi Sovyetler Birliği’nin dağılmasını hızlandırmıştır. Öte yandan bu siyaset milyonlarca insanın hayatını kaybetmesine sebep olmuş, göç ve çözülmesi mümkün olmayan toplumsal sorunları da beraberinde getirmiştir. Ayrıca El Kaide örgütü, Batı dünyasının korkulu rüyası haline gelmiş ve yeni radikal yapılanmaları yaratmıştır.
Uluslararası camia, Sovyetler Birliği’nin hegemonyacı siyaseti ve Batının sunduğu yanlış çözüm alternatiflerinin sebep olduğu beladan kurtulmadan, Moskova’nın inatla sürdürdüğü ve içinden kolaylıkla sıyrılmanın mümkün olamayacağı yeni bir handikap ile karşı karşıya kalmıştır.
Rusya, Akdeniz sahillerinde üslerini koruyabilmek için, dünyanın en tehlikeli ülkesi konumuna gelen İran ile birlikte Beşar Esad gibi bir katili ayakta tutmaya çalışırken, Türkiye de sadece 'Kürtler kazanmasın' diye yıllardır müttefikleri olan ABD ve AB ülkelerine sırt çevirerek Rusya ve İran ile pazarlık masasına oturuyor. Bu siyasi pazarlığın ana gündem maddesini ise 'Kürtler ve Kürdistan' oluşturuyor.
Rusya, bu pazarlıkta Orta Doğu’daki konumunu korumayı esas alırken, Türkiye ve İran ise Kürtler’in elde ettikleri devletleşme sürecini baltalayarak onları kendilerine mahkum eden statükonun devamını sağlamak için adeta çaba sarf ediyor.
Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın söz konusu gelişmelerle ilgili açıklamaları da bu durumu gayet açık ve net bir şekilde ortaya koymuştur. Erdoğan, “Sağınızda İran, solunuzda Suriye, ön tarafınızda Bağdat, arka tarafınızda biz varız, siz kime güveniyorsunuz” diyerek aslında 'bu coğrafyada bize mahküm olarak yaşamak zorundasınız' mesajinı vermiştir.
İşte malesef uluslararası siyasi konjektörün bize sunduğu gelişmeleri açıklayabilecek, süper güç ve bölge ülkelerinin politikalarında boğulmamak adına alternatif siyaset üretebilecek çok az Kürt var. Esas üzerinde durulması gereken konu da budur. Önemli olan, toplumsal hareketleri dizayn eden akademisyen ve aydınların konumudur.
Bu noktada aydın veya akademisyen olarak geçinen Kürtlere ağız dalaşına girmek istemiyorum, Ancak şu noktaya dikkat çekmek istiyorum: İdeolojik bağımlılık, özgür düşünmenin önünde büyük bir engel teşkil eder. Dolayısıyla, akademisyen veya aydın olarak geçinen Kürtlerin çoğu 'sol mantık' ile hareket ettikleri için, sağlıklı bir politika üretememektedirler.
Geçmişe kısaca bir göz atarsak;
70’li yıllarda Sovyet yanlısı olan Kürt aydın ve siyasiler, Sovyetler Birliği’ni Saddam Hüseyin’e olan yardımlarından dolayı haklı çıkarabilmek adına “Saddam Hüseyin’in ilerici yanları Barzani’ye nazaran daha ağır basıyor” diyebiliyorlardı.
“Yaşasın Sovyetler Birliği’nin Afganistan halkı ile dayanışması” sloganı Diyarbakır gibi bir yerde yeri göğü inletebiliyordu. Oysa Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali, insanlık tarihinde bir yıkım oldu.
70’li yıllardan kalan mantık, bugün de Kürtler’in devletleşmesine “Ulus devlet süreci bitti” söylemi ile engel olmaya çalışıyor. Bu görüşü savunanlar açıkça Tahran, Ankara, Bağdat ve Şam’ın sunduğu politikaların gönüllü hammalığını yapmaktadırlar.
İşte 'Kerkük ihaneti' bu siyasetin bir parçasıdır. Bu, aniden ortaya çıkan bir mesele değil, Kürt siyasetinde var olan 'yarı entellektüellerin' tarihi geçmişi ile bağlantılıdır.
İhaneti gerçekleştirenlerin akıl hocası Navşirvan Mustafa, 1969 yılında kendi dergisi olan Rızgari’de yayınladığı bir makalede, “Mustafa Barzani Irak’ı parçalamak istiyor, oysa biz Irak’ın bütünlüğünden yanayız” diyerek Mustafa Barzani’yi 'bölücülükle' suçlamıştı.
Bugün GORAN hareketi ve YNK içinde bulunan bazı grupların izledikleri politika, yarı Kürt entellektüelerin 60’lı yıllarda temelini atmış oldukları siyasetin devamı niteliğindedir.
Kürdistan’ın diğer parçalarında da durum farklı değildir. Navşirvan Mustafa gibi, metropol yetiştirmeleri devşirme aydınlar hala Kürt siyasetinde etkilidirler. “Devlet olma fikrini çöpe attık” söylemi de bu gerçeğin en açık örneğidir.
Suriye Kürdistan’ında da durum farklı değildir, “Batı bizi devletleşmeye zorluyor, ama biz bu provakasyona gelmeyecegiz” söylemi, ideolojik bağımlı yarı Kürt entellektüellerin savundukları, Kürdistani olmayan politikalardır.
Ulusal Kongre çağrıları ise, Kürtlerin bağımsızlık çabalarını engellemek adına, bölge ülkelerinin oynadıkları sinsi bir oyundur. Bu çabalar Başkan Barzani’yi etkisizleştirmeye yöneliktir. Ulusal Kongre’ye KESK ve benzeri kurumları dahil etmek ve delegelerin yüzde 60’ına sahip olmakta ısrar etmek, durumu açık bir şekilde gözler önüne sermektedir.
Bir de, herhangi bir partiyle bağlantısının olmadığını iddia eden 'akademisyenleri' konumuza eklersek, durumun ne kadar vahim olduğunu daha iyi fark ederiz. Bu 'akademisyenler', Barzani’ye hakarete varan eleştiriler yapmaktan çekinmezler. Hatta onlar için, toplumun dini inançlarına saldırmanın bile bir mahzuru yoktur, ancak bu çevrenin PKK’yi eleştirmekten ödü kopar.
Bunlar, zamanında “Barzani neden referandum yapmıyor ve bağımsızlık ilan etmiyor” diye dayatıyorlardı. Barzani, bu işin ne kadar zor olduğunun bilincindeydi ve “Eğer ben Kürtler’in bu zorluklara bir yıl tahammül edeceklerini bilsem, hemen bağımsızlık ilan ederim” diyordu.
Barzani, bütün tehditlere, zorluk ve risklere aldırmadan bu referandumu gerçekleştirdi. Bütün dünyaya baş kaldırdı ve Kürt milletinin hanesine 'tapu' niteliğindeki bu belgeyi yerleştirdi.
Referandum sonrası
İran ve işbirlikçilerinin konumu bellidir, siyasetlerinde herhangi bir değişiklik söz konusu değildir.
Türkiye, Kürtlerin daha fazla hak ve hukuk elde etmemesi için, elinden gelen her şeyi yapmaktadır. Bu gerçek, referandum sonrasında daha da iyi anlaşılmıştır.
Bağdat ve Şam’ın yaklaşımı ise bir anlam ifade etmiyor. Zira bu ülkeler 'devlet olarak kalabilme özelliklerini' kaybetmiş ve ancak Rusya ve İran’ın desteği ile ayakta durabilmektedirler.
Rusya’nın Kürtlere bakış açısı, eski siyasetlerinden farklı gibi görünse de bu durum gerçeği yansıtmıyor. Değişen, uluslararası siyasi konjektür olmuştur, tüm eksikliklere rağmen değişen Kürtler olmuştur.
ABD, Orta Doğu’da istikrar ve hukuk devleti anlayışının, ancak Kürtlerle mümkün olabileceği gerçeğini hala kavrayamamıştır. Yüzyıllardan beri din, mezhep ve ırk uğruna Orta Doğu cografyasını yaşanmaz hale getirenlerle Kürtleri 'dengeleri sağlamak' adına birlikte yaşamaya zorlamak doğru bir siyaset değildir.
Kürtler, ülkelerini kısa bir süre içerinde, bütün din, mezhep, azınlık ve milletler için bir yuva haline getirmiş, yaklaşık 2 milyon mülteciye de ev sahipliği yapmıştır. Bu olağanüstü beceriyi Orta Doğu’da hiç bir devlet sergileyememiştir.
IŞİD gibi barbar bir örgütü yenmek, ancak Kürtlerle mümkün olmuştur. Elbette ABD, Almanya ve Fransa’nın Peşmergeye olan yardımları unutulmaz, ancak Afganistan’a yapılan her türlü yardıma rağmen, El Kaide ve uzantıları hala terör estiriyor. ABD ve müttefikleri bu gerçeği görmeli ve buna göre siyaset üretmelidirler.
Brett McGurk’un Washington’a ulaştırdığı analizler doğru değildir. İran gerçeği gözönünde bulundurulmamıştır. Abadi üzerinden Malik’yi tasfiye ederek İran’ı etkisizleştirmeyi amaçlayan stratejinin başarıya ulaşma şansı yoktur.
Avrupa ülkleleri ise, ABD’nin uyguladığı siyaseti izlemekle yetinmektedirler.
Kürtler’e gelince;
Sol ve İslami kimlikli bazı Kürt parti ve örgütlerin, İran ile olan birliktelikleri gizlenecek türden değildir. İran’ın Kürdistan’a karşı olan düşmanca siyaseti ve yıkım planları yeni değildir. 90’lı yılların 'kardeş kavgasına' sebep olan, Kürdistan Parlamentosu’na karşı gerçekleştirilen darbenin planlayıcısı yine İran’dır.
23 Haziran 2015’de İran Konsolosu’nun da Kürt Parlamentosu’nda hazır bulunduğu darbe girişiminin öncülüğünü de yine İran yapmıştır. Bu darbe girişimiyle, 'Başkan Barzani’yi tasfiye etmek' hedeflenmiştir.
Kürtlerin, artık İran’ın ne kadar tehlikeli olduğunu kavramaları ve bir an önce bu ülke ile yakın ilişkiler içerisinde olmaktan vazgeçmeleri gerekmektedir.
Türkiye’nin, NATO ve AB ile olan ortaklığı, aynı zamanda Kürtlerin Türkiye ile diyalog halinde kalmasını dayatıyor. Ne var ki, sorun Kürt ve Kürdistan meselesi olunca, Türkiye’de zaman zaman İran’ı aratmayacak kadar agresif bir siyasi tavır gösteriyor.
Kürdistan siyasetinde yer alan partiler, kurumlar, akademisyenler ve aydınların bu gerçekleri göz önünde bulundurarak adım atmaları gerekiyor. Bu noktada Başkan Barzani’nin duruşu önemlidir, şeref ve keramet sahibi olan bütün Kürtlerin başkan Barzani’ye sahip çıkmaları gerekmektedir.
Özellikle işaret edilmesi gereken bir diğer konu, 'Güney’in diğer parçalarla ilgili bir konseptinin olmadığı' algısıdır. “Diğer parçalardaki Kürtler kardeşimizdir, ama ortağımız değillerdir” tespiti iflas etmiştir. Bu ifadeleri önemli kadro, hatta bazi polit büro üyeleri kullanıyorsa, durumun ne kadar vahim olduğu görülüyor.
“Kazanımlarımıza zarar gelmesin de diğer parçalardaki Kürtlere ne olursa olsun” yaklaşımı doğru degildir, milli bir siyaset hiç değildir. Bu parçacı siyasetin, IŞİD’in Kürdistan’a yönelmesinden sonra, bağımsızlık referandumu esnasında ve Kerkük işgalinden sonra ne kadar yanlış olduğunu, diğer parçalardaki Kürtlerin eylemleri ile gördük.
Sonuç olarak;
Kürt milletinin içinde bulunduğu dönemi tarif edebilecek ve mevcut şartlara uyum sağlayabilecek siyasi bir yeterlilik yoktur. 120 yıllık mücadele tecrübelerine dayanarak ayakta kalabilmeyi beceren Barzaniler, Kürt hareketinin bel kemiği oldukları gerçeğini göz önünde bulundurarak, referandum sonrası girişimlerin, bir kaç kendini bilmez tarafından sabote edilmesinin muhasebesini iyi yapmalıdırlar.
Burada Parastın üzerine düşen görevi yapamamıştır, Kerkük ihanet şebekesinden haberdar olmamak bir felakettir.
KDP kadrolarının büyük bir bölümü, Başkan Barzani’nin bağımsızlık konseptini yürütebilecek yeterliliğe sahip değildir. Uluslararası bir dili konuşmak yanlızca İngilizce bilmek değil, aynı zamanda dünyada yaşanan siyasi gelişmelere hakim olmak demektir. Hele bu kişilerin, böylesi bir hassas dönemde danışman veya bakan olmaları, hiç doğru degildir.
Bu tür kadrolar, her şeyin mükemmel olduğu propagandasını yapar, eksik veya eleştirilmesi gereken yönler üzerinde durmaz, ancak Allah göstermesin, bir yenilgi sonrasında Barzanileri ilk terk edecek kişilerdir.
Bütün Kürt parti ve kurumlarının özellikle bilmeleri, kabul etmeleri ve ona göre siyaset belirlemeleri gereken konu şudur;
ABD ve Batı dünyası ile birlikte hareket etmek vazgeçilmez bir prensip olmalıdır. Sol ve bazı İslami örgütlerin, ABD ve Batı dünyasına karşı tavır almaları, dolaylı olarak Ankara ve Tahran politikasına hizmet etmek demektir. Sömürgecilerin belleklere yerleştirdikleri, 'Emperyalist' veya 'Kâfirlerden' uzak durun politikasının hala devam etmesi, Kürtler için siyasi bir felakettir.
Geçmişte Moskova’da yağmur yağarken Diyarbakır’da şemsiye açan yarı Kürt entellektüellerinin siyaseti iflas etmiştir, bu siyasi kart artık geçerli değildir.
Şimdi mahçup duruma düşen sosyalist enternasyonalistlerin yerini ümmetçiler isgal etmiş gibi görünüyor. Kudüs için milleti sokaklara davet eden bu Müslümanların, Kerkük işgal edilirken sadece bir iki beyanat vermek ile yetinmeleri samimi değildir. En azından aynı hassasiyeti Kerkük için de göstermeleri gerekmez miydi?
Bağlayacak olursak;
'Kerkük İhaneti' bir ilk değildir. Kürt milleti kendi devletini kuruncaya kadar bu tür kötü sürprizlerle karşılaşacaktır. Önemli olan bu ihanetleri boşa çıkarabilmektir. Bu da, 'Kerkük ihanetinden' sonra daha iyi anlaşılır hale gelen 'parçacı siyasetin geçerli olmadığını' kavramak ile mümkün olabilir.
IŞID ve Haşdi Şabi çetelerine karşı cephe savaşında yüzlerce Doğu, Batı ve Kuzeyli Kürdün şehid düşmesi, parçacı düşünmemek için yeterli bir arguman olsa gerek.
Güneyli partiler, Türkiye ve İran’ı 'kışkırtmamak' adına yeterince taviz verdiler ve diğer parçalardaki Kürtlerle mesafeli yaklaştılar. Ama yetmedi.
Türkiye ve İran, var olanı da imha etmeye çalıştı. Bunu, yine teoride 'ulusların kendi kaderini tayin etme hakkına' saygılı olduğunu iddia eden ancak pratikte öyle davranmayan, insan hakları sözleşmelerinin birini bile imzalamayan statükocu Rusya’nın yardımı ile yapmaktadırlar.
Kürtler değil bağımsızlık, aynı zamanda nefes alma mücadelesinde bile ABD ve Batı dünyası ile birlikte hareket etmek zorunda olduklarını unutmamalıdırlar. Bölge ülkelerinin yüzyıllardan beri Kürtlere layık gördükleri statü ve kardeşlik hikayeleri ise artık son bulmalıdır.
Rojhat Amedi
14.12.2017