Günümüzde 1918- 1930 sürecinin daha doğru temelde anlaşılmasına katkı sağlayan pek çok kıymetli çalışmalar var. Sayın M. Malmisanıj kaleme aldığı 1925’ten Önce Ayrılma Taraftarı Kürt Örgütleri, Sayın Mahmut Akyürekli’nin Binbaşı Kasım’ın Hatıraları, Sayın Kerem Serhedi’nin Şark İstiklal Mahkemesinin ifade tutanaklarını da içeren Serhıldana Şex Seid ve Dr. Sedat Ulugana’nın İhsan Nuri Paşa’nın mektuplarını da içeren çalışmaları sürece ışık tutacak çalışmalardan bazılarıdır. Söz konusu çalışmalar iki açıdan önemlidir. Kürtler tarafından yapılıyor olması ve belgelere dayalı olmasıdır.
Yazımızın birinci bölümünde, mevcut belgeler ışığında Azadi Cemiyetinin siyasi ve askeri stratejisine dikkat çekerek Kürt cephesinden başarısızlığın nedenleri üzerinde durmuştuk. Bu yazımızda ise devletin izlediği siyasi-askeri stratejiyi, Hareketin toplumsal karakteri ve Piran Vakası sonrasını mahkeme mizansenine kadar uzanan süreci ana hatlarıyla değerlendirmeye çalışacağız. Bugüne değin bin bir zahmetle ortaya çıkarılan belgeler, 1925 sürecini aydınlatmaya yeterli midir? Elbette hayır ancak daha geniş bir perspektiften projeksiyon tutmaya, slogancı ve maniplatip söylemlerden sıyrılarak bilimsel bir temelde yakın geçmişi tartışma imkânı sağlayacaktır. Ayrıca Azadi’nin Bolşeviklerle yaptıkları görüşmelerin belgelerinin yer aldığı Dr.A.Hawramani’nin “Piranlı Şeyh Said Devrimi” adlı çalışmasının hala çevirisi yapılıp yayınlanmamış olması da Kürt yayıncılar açısından ciddi bir eksikliktir. 1925 Hareketinin iki ana davasından biri olan BİTLİS HARP DİVANI’nın karar ve tutanaklarının aradan yüz yıla yakın bir süre geçmiş olmasına rağmen devletin bekasına halel getireceği gerekçesiyle açılmamış olmasının iyi analiz edilmesi gerekir. Bitlis Harp Divanı örneği aynı zamanda 1925’ten günümüze değin, Hareketin siyasi karakterini gizleme, üstünü betonlama çabasının ısrarla sürdürüldüğünün en açık kanıtı olarak önümüzde duruyor.
Meselenin daha iyi anlaşılması için tarihe kafa yoranların, Ayaklanmanın hazırlık aşaması ile Piran’da fiilen başlaması dönemlerinde verilen siyasi mesaj ve askeri stratejideki kopukluğa dair şu soruların cevaplandırılmasına bağlıdır.
Ayaklanmanın yaşandığı çevrenin sosyo-politik yapısı (aşiret-tarikat-mezhep ilişkileri) ve Kürt ulusal bilincinin toplumdaki etki düzeyi, Ayaklanmaya katılan kitleleri harekete geçiren ( Halifeliğin kaldırılması, medreselerinin kapatılması, mülksüzleşme gibi) etkenlerin ağırlığı, Piran’da vuku bulan başkaldırının kimin tetiklediği, Piran’ın tesadüfü mü yoksa bilinçli bir seçim mi olduğu, Başkaldırı aşamanın kadro yapısı ve Şark İstiklal Mahkemesindeki takınılan tutumun nedenleri ve sonuçları bilimsel bir temelde izah edilmelidir.Ayaklanmaya giden sürecin (Azadi’nin kuruluşu, örgütlenmesi, hedefleri ve kadro yapısı) Kürt ulusal talepleri üzerinde şekillendiği hususu nettir. Devlet aklı Azadi hareketinin önemi ve ayrıt edici yönünü gölgelemek adına yaptıklarına dikkat çekeceğiz. Şeyh Sait söylemi ile üzeri örtülmek istenen Azadi hareketinin Kürdistan tarihindeki ilk modern ve örgütlü hareket olduğu tartışmasızdır. Bu yönleriyle Azadi hareketi, incelemeyi ve ders çıkarmayı fazlasıyla hak eden bir deneyimdir. Türk entellijansının çok farklı kalemleri tarafından da kabul edilmek zorunda kalınmıştır; ancak Hareketin ‘patlak’ verdiği Piran’dan Mahkeme sürecine kadar sadece dinsel sembollerin kullanılmasını nasıl anlamlandırmak gerekir? Tamda bu noktada devreye giren devlet aklının hem siyasal çerçeve hem de uyguladığı askeri strateji, İttihatçıların deyimi ile “tehlikeyi rayından çıkararak bertaraf etme.” biçimindedir. Akabinde yazımızın 1, bölümde belirttiğimiz gibi Hareketin lider kadrolarının sıkça dile getirdikleri “devletin bahar gelmeden çatışmayı başlatacağı” düşüncesi Piran’da uygulamaya mı geçirildi? Bölge olarak tesadüfimi yoksa özellikle mi seçildi? Elimizde verilerle bu soruların yanıtlarını bulmaya çalışacağız.
Hareketin patlak verdiği ve genişlediği bölge Diyarbakır-Bingöl-Elazığ üçgenidir. Kuzey-doğuya Karlıova, Varto ve Hınıs hattına kadar yayılması Cıbranlıların ve Hasenanlıların “mecburi” katılımdan kaynaklanır. Üçgene dönersek engebeli, sarp arazi koşullarına sahip bir iç bölgedir. Ağırlıkla Zaza Kürtleri yaşarlar. Sosyolojik yapıları kendine has özellikler taşır. Büyük aşiret örgütlenmeleri yoktur. Daha çok küçük aşirlerden oluşurlar ve aralarında aşiretsiz yaşayanlar da vardır. Bölgenin arazi yapısı da dikkate alındığında daha kontrolsüz yaşarlar. Oldukça muhafazakâr sayılırlar ve bölgede etkin olan tamamı Nakşibendi tarikatına mensup ailelere ( Palu-Piran, Çan, Melekan, Genç şeyhlerine) bağlıdırlar. İç bölge olması, küçük aşirlerden oluşması, bölgenin sarp ve kontrolünün zor olması nedeniyle Hamidiye Alaylarına alınmamışlar. Bu nedenle de askeri tecrübeleri son derece kısıtlıdır. Bölgeyi iyi tanıyan bu konularda araştırmaları olan Sosyolog Yusuf Ziya Döger, bölgenin sosyolojik yapısıyla ilgili şunları söylemektedir:
“ Şeyh Said Başkaldırısının gerçekleştiği yöresel alanın toplamına bakıldığında Varto, Karlıova ve Hınıs’ın belli yerleri dışında geçmişte Hamidiye Alaylarının oluşturulmadığını görmekteyiz. Bingöl, Palu, Lice, Piran, Ergani ve Genç gibi yerler Hamidiye Alaylarının oluşturulmadığı alanlardır.
Devlet aklının Şeyh Said’i Piran’da başkaldırıya zorladığı dikkate alınırsa, seçilen yerlerde askeri deneyime sahip olmayan küçük aşirlerin yerleşik olduğunu görebiliyoruz. Yine Şeyh Said Başkaldırısının gerçekleştiği tüm alan dikkatle incelendiğinde seçilen –kıyama zorlanan- bölgenin Kırd/Zaza bölgesi olmasına özel bir alam yüklemenin mümkün olup olmadığını da düşünmek zorundayız. Eğer bu mümkün ise acaba devlet aklının –kıyama zorlanan- bu alanı seçmesinde hangi argümanlarını aramak gerekir?”[i]
Piran bölge olarak bilinçli seçildiyse yukarıda belirtilen hususların (dağınık, kontrolü zor, askeri bilginin yetersizliği, dini hassasiyetin yüksekliği) planlanmamış, organize edilmemiş bir hareket vuku bulduğunda, devlet lehine bir avantaj olacağı açıktır. Nitekim Şeyh Said Efendi, söz konusu hususlara ısrarla dikkat çeker ve şunları söyler:
“Çevremde bulunan halkın yeni fenni ilimden yoksun oldukları için akaid, fıkıh ve hadisten başka bir şey bilmezler. Bu sırada medreselerin, şeyhülislam ve şeriat mahkemelerinin içki yasağı kanununun feshedilmesi ve nikâh ve talakın bazı hükümlerinin değiştirilmesi ve durdurulması haberleri ahalinin kalbinde büyük bir tesir uyandırmıştı.”
“…İş bu müfreze, mahkumları görürler ve Muhammed Ağanın hanesini basarlar. Mahkumlar da yemin edip teslim olmayacaklarını söylerler. Haber aldım, zihnim karıştı. Bir karışıklık çıkmasın diye bir iki adam ricacı gönderdim. Bir mülazım geldi, ayağa kalktım. İki defa rica etsem de kabul buyurmadılar. Derhal hayvanları hazırlamalarını söyledim. Hazırlandılar, o sırada silah sesi geldi. Galiba bir yaralı Kürtlerden, iki de jandarmalardan vaki oldu. Biz de Piran’dan çıkıp Hınıs’a doğru yola düştük. Hani’ye uğramayarak ikinci gün Kağlik köyüne ulaştım. Her taraftan Kürtler galeyan ve heyecana geldiler, önünü alamadım.”[ii]
Şeyh Said Efendi, kitlenin oldukça muhafazakâr bakış açına sahip olduğunu, Türkiye’de meydana gelen bazı gelişmelere aşırı tepki verdiğini, kendisinin de kitleyi kontrol edemediği dile getiriyor. Şeyh Said Efendinin dile getirdiği bir başka husus var ki bundan kendisin de etkilendiği söylüyor. Nedir Şeyh Said Efendinin dile getirdiği husus:
“ Bir de bu hadisenin yayılması ve genişletilmesi yalan haberlerdi, yani o gün de Lice tarafından gelen ve Lice katırcılarından tanımadığım bir adam, Elaziz tarafından gelmişlerdi, Elaziz’in Dersim’in aşiretler tarafından işgal olunmuştur diyordu. Silvan tarafından da bir adam gelmişti, o da Bitlis vilayetinin aşiretler tarafından işgal olunduğunu söylüyordu. İki gün önce de Piran’dan bir adam geldi, Maden’in işgal edildiğini söyledi ve ondan birkaç gün sonra da Gaziantep ve Maraş’ın aşiretler tarafından işgal edildiği söyleniyordu. Muş’un Nuh Bey, Halit Bey ve aşiretler tarafından işgal edildiği, Erzincan’ın Dersimliler tarafından işgal edildiği, Trabzon’un Lazlar tarafından işgal edildiği söyleniyordu. Ver hasıl hayretler içinde kalmıştım, taacube düçar olup düşünüyordum. Dünyamız tamamen bertaraf olmuştu.”[iii]
Bütün söylenenleri bir araya getirip değerlendirirsek, şöyle bir tablo ile karşılaşırız. Şeyh Said Efendi, 27 Aralık 1924 günü Şuşar’dan yola çıkıp yaklaşık 45 gün sayısız yerleşim yerine uğramış, sohbet toplantıları yapmış en nihayetinde 350-400 km yol kat ederek Piran’a varıncaya kadar devletin hiçbir müdahalesine uğramamıştır; ancak Piran’da adi mahkunlar üzerinde meydana gelen basit bir müsademe sonucu tabir caizse ‘kıyamet kopuyor’ ve buna engel olmak mümkün olmuyor. İşin en ilginç tarafı bu baş döndürücü trafik içinde kimsenin tanımadığı aktörler, her tarafın ele geçirildiğini (hatta Trabzon’un) geriye kalan Diyarbakır’ın ele geçirilmesi artık ‘vacip’ oluyor. Kabul etmek gerekir ki devlet açısında oldukça başarılı bir operasyondur. Yusuf Ziya Döger hocamızın yukarıda işaret ettiği, bölgenin seçilmesi ve Şeyh Said Efendi’nin ‘kıyama zorlanmasının’ destekleyecek başka argümanlar var mıdır? Bunlara bakalım:
Bunlardan birincisi Diyarbakır-Bingöl-Elazığ üçgeni, dünyada sayılı maden yataklarına ev sahipliği yapmasıdır. Ergani-Maden mıntıkasındaki bakır-krom maden yataklarının hikayesi uzundur. 1924 yılında modernize edilerek yeniden işletilmesi gündeme gelir. Bunun için yabancı sermaye ortaklığı gereklidir.1. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında özellikle Alman uzmanlar maden yataklarını incelemiş, madenlerin sanayileri için önemini raporlarla hükümetlerine sunmuştur. Bu nedenle başta Alman olmak üzere, Fransız ve İngiliz şirketleri bölgeye gelmeye hazırdırlar.
Bu amaçla 17.01.1924 tarihinde TBMM’e sunulan ve Meclis’in 85 nolu oturumda görüşülen Kanun teklifinin gerekçesinde şunlar yazmaktadır:
“Dünyanın en zengin Bakır madenlerinden biri olan ve kütle madenyesi Harbi Umumi zamanında Almanya’dan celp edilen Heyeti fenniye vasıtasıyla icra edilen keşif raporu mucibince Elli milyon altın lira kıymetinde bulunan Ergani bakır madeni %20 yakın saf cevhere ve %7 miktarı ile cürufa maliktir.”[iv]
Ergani bakır madenlerinin işletilmesini öngören kanun teklifi 1 Nisan 1924 tarihinde görüşülerek kabul edilmiştir. Daha önce imtiyaz hakkı, 14 Ağustos 1917 ve 18 Ağustos 1918 tarihli mukavele ile İtibari Milli Bankasına verilen maden sahası, 3 Mayıs 1924 tarihinde Ergani Bakırı Türk Anonim Şirketi adıyla yeni bir şirket kurularak, İtibarı Milli Bankasının imtiyaz hakkı, Ergani Bakırı Türk Anonim Şirketine devir edilmiştir. İtibari Milli Bankası 1928 yılında Türkiye İş Bankasıyla birleşmiştir. İşin en dikkat çekici yanı Şirketin idare meclisi ilk toplantısını 5 Şubat 1925 tarihinde yapılır ve iştirak, iştirak edenlerin sermaye katkıları belirlenir. Mediha Muzaffer Baysal’a göre iştirak taksimatı 1924 yılında yapılmıştır. Şöyle diyor Baysal:
“…1924 yılında banka imtiyazı yenilenmiş ve beş muhtelif müessese ile iştirak ederek şirketi tesis etmeye teşebbüs etmiştir. Bu müesseseler: 1- Syndicat d’Entrprleses d’Orient(Fransız), 2-Socite Schrader(İngiliz), 3-Kreditanstalit(Alman), 4- Deutche Bank(Alman), 5- Baron Hirsch (Avusturya).”[v]
Şirketin kayıtlarına göre Şirketin sermayesi 3.000000 Türk Lirasıdır ve bu sermayenin yarısı Deutche Bank’a aittir. Hissedarlar prensipte 1924 yılında anlaşmış olsalar da ortaklığın resmileştirilmesi ve ilanı 5 Şubat 1925 tarihli toplantıda gerçekleştirilmiştir. Bir başka anlatımla Piran’a başlayan Hadisenin bir hafta öncesine denk gelmektedir. Ayaklanmanın ayak seslerinin duyulduğu bir dönemde, tam da ayaklanma bölgesinde uluslararası şirketlerle oldukça önemli bir yatırıma imza atılmış olması herhalde tesadüfi değildir. Şirketin belgelerine göre,
“6 Nisan 14 Mayıs 1925 tarihli içtihatlarımızda tetkik edilmiş ve Şirket işlerinin İstanbul’da birlikte Umumi Müdür ve Ergani’de Umumi Müdürlüğe bağlı olmak üzere İşletme Müdürlüğü tarafından ve Berlin’de mesai Encümeni teşkili suretiyle ifa ve idaresi kararlaştırılmıştır.
…Büyük Harp yıllarında ve uzun müddet vazife ile Ergani madenin’de Fenni teşebbüsler bulunmuş olan Mühendis Mösyö Müller Hering dahi, ayda üç bin altın mark tahsisat almak ve her yıl sonunda temettü hisselerinden de müstefit olmak şartıyla, 1 Nisan 1925 tarihinden itibaren Umumi Müdürlüğe tayin olunmuştur.”[vi]
Bütün bu iştirak ve paylaşımlar Ayaklanmanın ‘patlak’ verdiği 13 Şubat 1925 tarihinde bir hafta öncesinde yapılıyor, Şirketin Türkiye, Almanya’da teşkilatlanmasına ve yöneticilerin atanmasına Piran’da başlayan Hareketin başarısızlığa uğradığı Nisan 1925’e denk gelmesi de bir başka tesadüf müdür?
İngiliz istihbaratının Azadi’nin ayaklanma hazırlığı içinde olduğunu 20 Şubat 1924 yılında öğrenip Londra’ya bildirdiğine göre, uluslararası sermaye bu denli büyük bir yatırımı yapmaya nasıl ikna oldu? Dr. İhsan Şerif Kaymaz’ın aktardığı belgelere göre bilinen aksine İngiliz istihbaratı 1924 yılının başında Azadi’nin çalışmaları hakkında detaylı bilgiye sahiptir. Dobbs’ın 20.02.1924 tarihinde “çok gizli” ibaresiyle Londra’ya iletilen rapor iki bölümden oluşan raporlarda bölgedeki gelişmeler detaylı olarak anlatılmaktadır. “Türk Seferberliği” ve “Türkiye’de Kürtlerin Durumu”.[vii]Rapordaki bilgilerin Türk ordusundaki bir subaydan temin edildiği belirtilmektedir. Söz konusu raporda şu bilgiler verilmektedir:
“…Türkiye’deki Kürtler arasında çok yaygın bağımsızlık propagandasının sürdürülmekte olduğunu ve hareketin başına geçmişte Hamidiye Alaylarında komutanlık yapmış olan Cibranlı Aşireti’nden Miralay Halit Bey’in çektiğini belirtiyordu. Türk Hükümetinin, onu göz altında tutmak için Erzurum’da edilgen bir göreve getirdiği, buna karşın Halit Bey’in eylemlerini sürdürdüğü kaydedilen raporda, Hasenan Aşiretinden Kaymakam Halit Bey, Balki (Batki olabilir T.S.) Aşiretinden Hasan Ağa, Haydaran Aşiretinden Şeyh Abdurrezak ile Hüseyin Paşa’nın oğlu Salih Bey ve diğer bazı aşiret şeflerinin de onunla birlikte olduklarını anlatıyordu. Raporun yazarı, bu kişileri, eylemlerinin Türkler tarafından bilindiği ve izlendiği konusunda uyarıldığını, bunun üzerine onların da, askere alma çağrılarını dikkate almamak suretiyle Türk Hükümetine karşı pasif direnişe geçtiklerini öne sürüyordu. Eğer dışardan bir yardım sağlanabilirse, hareketin Türkiye’ye karşı ayaklanmaya hazır olduğunu ve bir Türk düşmanı olan Sımko’nun da bir yandan Türklerle iyi geçindiği görüntüsü verirken, diğer yandan bu grupla ilişki içinde bulunduğunu ifade ediyordu. Buna karşın Mirza Bey oğlu Hacı Musa Bey gibi bazı kişilerin, Türk Hükümeti işbirliği içinde olduğu belirtiliyor.”[viii]
Söz konusu raporlardan, bölgede olup bitenlerin Türk Hükümeti tarafından dikkatle izlendiği, Azadi’ye yönelik operasonel faaliyetlere geçildiğini anlıyoruz. Dr. İhsan Şerif Kaymaz’a göre Azadi’ye yönelik adımlar üç koldan yürütüldü. 01.08.1924 tarihinde Diyarbakır’da Türk-Kürt kongresi adıyla bir kongre tertip edip Azadi’nin etkisini sınırlandırmak, ikinci olarak Örgütün lider kadrosunu devre dışı bırakmak, üçüncüsü, casuslar vasıtasıyla hedef ve faaliyetlerini izlemeye alarak, en uygun zamanda ve en uygun yerde patlamasını sağlamak. Meselenin üstünde bu kadar titizlikle duran Türk Hükümetinin Şeyh Said Efendi’nin Hınıs’tan çıkmasından sonra neden geziye müdahale etmediği hususu, İngiltere’nin raporlarına yansımıştır. İngiliz Dışişleri Bakanlığı görevlilerinden James Morgan tarafından hazırlanan 4. 3. 1925 tarihli raporda, ayaklanmanın Türkiye tarafından planlanmış olabileceği olasılığına dikkat çekmektedir.[ix]
Farklı raporlarda ise kendisi planlamasa bile kendisine fayda sağlayacak bir zemine gelmesini bekledi. Başka bir anlatımla Türk Hükümetinin Kürt cenahındaki mevcut zayıflıkları bildiğini, Piran’da baş gösteren ayaklanmanın ciddiyetini abarttığını, askeri operasyonlara geç başladığını, ayaklanma başladıktan sonra askeri yığınak yaptığını ve muhalefeti bastırmak için kullandığını söylerler. Türk Hükümetinin tutumu dikkatle incelendiğinde bir tedirginlik havası izlenmediğini, TBMM ancak olayların patlak vermesinden 10 gün sonra toplandığını görüyoruz. 23.02.1925 Pazartesi günü toplanan ancak Başvekil Ali Fethi Bey’in hazır bulunmaması üzerine oturum 25.02.1925 Çarşamba gününe ertelenmiştir. Meclis’in 25.02.1925 Çarşamba günkü toplantısında Başvekil Ali Fethi Bey (Okyar) yaptığı konuşmada söyledikleri hayli dikkat çekicidir.
“ Malumu alinizdir ki, geçen yaz ortalarında Nasturi harekatı icra edilmiş ve bu harekat esnasında bazı zabitan ecnabi tezviratına kapılarak hududun Cenup cihatine geçmişlerdir. Hiyaneti vataniyeyi işaret eden bu harekâtın, dahilinde bulunan müşevvikleri hakkında elde ettiğimiz delail ve emaret üzerine bazı zevat Bitlis Divanı Harbinde muhakemeleri icra olunmak üzere tevkif edilmişlerdir. Bu tevkif edilen zevat ile uzaktan ve yakından münasebeti olan ve Divanı Harpçe istinabe tarikiyle şahadetlerine lüzum görülen Nakşibendi şeyhlerinden Şeyh Sait namında zat vardır.
…Buna dair Heyeti Celilerinize malumat vermek için yine ussat yedinde bulunmuş olan vesikadan istifade etmek isterim. Elde edilen bu vesikada ve maktullerin üzerinde bulunmuş[x] olan mektuba nazaran, güya Türkiye Cumhuriyeti, o havalide sekiz yüz kişinin katiline emir vermiş ve bu katil olunacak zevat arasında Şeyh Sait bulunmakta imiş. Bu malumatı para mukabilinde elde etmiş ve bundan kurtulmak için zaten muzber olan, mürettep olan isyanı şimdi yapmaya mecburum…
…Ancak bu, umumiyet içinde fiiliyat Piran’da vakitsizce infilak ettiği için, kuvvetsiz bulunan Piran, Lice, Genç muhiti havzasına mahsur kalmıştır. Halen Lice ve Piran hattının az Cenubu ve Genç’e kadar imtidat eden Şimali-arz ettiğim propaganda levsine fiilen kapılmış gibidir. Kuvvet bulunan menatıkta ise maruz propagandanın yalnız kavliyatı mesmundur ve fakat mütemadiyen öteden ötede beride dolaştıkları işitilen ve kanunen tutulamıyan Kürtçü tanınmış zevat tarafından fiiliyatta teşviki vardır.”
Başvekil Ali Fethi Bey’in 25.02.1925 tarihinde Mecliste yaptığı konuşmadan dikkat çeken üç önemli husus vardır. Birincisi Şeyh Sait Efendi’nin ‘bazı emarelere’ binaen Bitlis Harp Divanınca tutuklanan ‘zevat’ la ilişkisi vardır. İkincisi: Bitlis’te tutuklanan ‘ Kürtçü zevatın’ ve ‘kanunen’ tutuklanmasını gerektirecek delil yoktur. Üçüncüsü; Hareket ‘Piran’da ‘vakitsiz’ infilak etmiştir’ ve buna Şeyh Sait Efendi’nin eline geçen (yada geçmesi istenen T.S.) devlete ait bir belgenin sebep olduğudur.[xi] İngiliz İstihbarat raporlarından ve Başvekil Ali Fethi Bey’in konuşmasının satır aralarından devletin ‘acil’ bir ayaklanma çıkmasına ihtiyaç duyduğu aşikârdır. ‘Acil’ ayaklanmanın Kürtlerde ‘baş’ olabilecek herkesin tasfiyesine imkân verecek, aynı zamanda Diyarbakır-Elazığ-Bingöl üçgeninin ‘terbiye’ edilerek, güven içinde uluslararası sermayenin yatırımlarına açılmasını sağlayacaktır.
Yukarıda işaret ettiğimiz tabloyu doğrulayan, Hareketin bastırılmasından sonra hazırlana ve 07 Mayıs 1926 yılında ilgili makama sunulan değerlendirme raporu var. Rapor 1924-1925 yıllarında Başbakanlık Özel Kalem Müdürü Necmettin Sahir Sılan’ın arşivinde çıkmıştır. Raporu hazırlayanın ismi belirtilmemiştir ya da çeviriyi yapanlar ismi yazmayı uygun görmediler. Kendisi Maarif Vezaretinde çalıştığını söylese de bütün askeri harekâtların içindedir. Kendi kaleminden yazılanlara bakılırsa olayın Piran’da patlak verdiği gün Elazığ’dadır. Kürt kuvvetlerinin Elazığ’a girdiklerinde şehirdedir ve subaylarla beraberdir. Şehir geri alındığında Elazığ’ı, bütün çevresini dolaşır ve Malatya, Muş ve Bitlis’i dolaşarak Diyarbakır’a gelir. Bitlis Dava Dosyası hakkında bilgi sahibidir. Bütün Mahkemelerde hazır bulunur ve idamların tamamını izler. Rapor “HÜLASA: KÜRTLERE DAİR”[xii] başlığını taşımaktadır. Raporda iki bölüm aktaralım:
“ Hadisede ilk kıyam edenler Zazalardır. Bunlar Şafii mezhebinden Nakşi tarikatından ve Halidi kolunda bulunuyorlar. Hemen hepsi de şeriat istiyoruz diyerek medreselerin tekrar açılmasını, padişah ve halifenin iadesini, mekteplerde yalnız Kur’an ve din dersleri okutulmasını musırrane talep ediyorlardı.
…Biraz sonra Diyarbakır, Bitlis, ve Muş vilayetlerini de şümul-i dairesine alan bu hadise bütün üryanlığıyle mahiyetini gösterdi ve hariçten idare edilen bir hareket olduğunu ortaya koydu. Bu iş İran’dan, Irak’tan ve Suriye’den idare edilmekte idi.[xiii] Belki Şeyh Sait’in ve avenesinin işin iç yüzünden haberleri yoktu; lakin asılan Doktor Fuat’ın ve asılan sabık Bitlis Mebusu Yusuf Ziya’nın, biri asılan ve öbürü İran’a kaçan Cibranlı, Hasenanlı iki Halidin ve daha bunların arkadaşı olan birtakım Kürtçülerin maksadları bir Kürt istiklalinden başka bir şey değildi.”[xiv]
Raporda, Ayaklanmaya ilk katılan kitlenin tahlili yapılırken, Şeyh Said Efendi’nin Mahkemede yaptığı değerlendirmeye paralellik arz ediyor. Hadise yayıldıkça işin mahiyetinin değiştiğini söylüyor, Şeyh Said ve arkadaşlarının olup-bitenlerden pek de haberdar olmadıklarını belirtiyor. Ayrıca ilerleyen bölümde yukarıda sayılan “hakiki Kürtçülerin” yanı sıra Mondros Mütarekesi’ni müteakip olası gelişmelere tavır belirleyen, ‘Kürt ekseriyetine istinad ederek’ ‘mevki ve menfaat’ temini gayeli Kürtçüler olduğunu söylemekten geri durmuyor..
Farklı kaynaklardan ve farklı tarafların sürece dair yaptıkları değerlendirmelerde üzerinden üstünde hem fikir olunan hususların başında Piran Vakasının Kürtler açısından ‘vakitsiz’ olduğu, Devlet açısından ‘fırsat’ yarattığıdır. Şark İstiklal Mahkemesi Başsavcısı Ahmet Süreyya Örgeevren, “Fırsat bu fırsattı. Sonra bir mecburiyet de hasıl olmuştu. Çünkü: “ Bitlis Divan-ı Harbi Mahsusu” öteden beri –Şark vilayetlerinin mühim bir kısmında- için için işlenip beslemekte olan Kürt milliyetçiliği hazırlıkları ve tertibatını örten perdeyi yırtmış bulunuyordu. Daha geç kalmakta fayda yoktu, zarar olabilirdi.”[xv]
Devlet cenahında dört gözle beklenen, geç kalmasında büyük zararların olabileceği düşünen devlet aklı Piran’ı ‘hayırlı’ vaka olarak karşılandı. Piran, yer, zaman ve söylem olarak çok uygundu. Sadece dini retorik üzerinden patlayan bir ayaklanmanın, dünya kamuoyunda Türkiye’nin elini rahatlatacak ve destek olarak geri dönecektir. Zira 1. Dünya Savaşı sonrası Ortadoğu’yu paylaşan İngilizler ve Fransızlar Türkiye Cumhuriyeti’ne desteklerini sunarken, Halifeliğin kaldırılmasını, Müslüman dünyasının liderliğini düşünmemesini ve Batı dünyasının bir parçası olarak kalmalarını şart koşmuşlardı. İngilizler üç ana karargâh ( Kahire, Bağdat, Yeni Delhi) üzerinden Müslüman dünyasının yeni lideriydi. Öte yandan Doğunun yeni gücü Sovyetler Birliği’nin istiye bileceği en son şey yanı başında bir Şeriatçı ayaklanmanın boy göstermesidir. Uluslararası konjonktür dikkate alındığında Türkiye Cumhuriyeti’ne göre olası bir ayaklanmanın ‘erken’ olması kadar, ‘şeriatçı’ formatında olması da hayati önemdedir. Oysa Halit Bey’in 1923 yılında Binbaşı Kasım’a gönderdiği mektuplarında bu hususta (hareketin niteliği) ciddi tespitleri ve ikazları vardır. Söz konusu ikazlar Kürt cenahına yöneliktir. 29 Mayıs 339 (1923) tarihli mektubunda: “Din ve millet hususunda hiç kimsenin mazeretini kabul etmem. Benimle hemfikir oluşunuz yahud kat-ı alaka ederiz. …Benim tabiatım doğru yoldur Riya, rekapu ( dalkavaluk) vesaire yoktur. Başım din ve milletim uğruna fedadır.” Halit Bey, din ve millet konusunda hassasiyetlerini dile getirirken ve 7 Temmuz 339 (1923) tarihi mektubun da ise meseleye bakışını çok net biçimde ortaya koyar. Şöyle demektedir Halit Bey: “ Türk mefkûresi bizim için muhaldir (olamaz).Fakat mefkûremizin (Kürtlük) ifrat ve itidalini tevhidi mümkündür. Kavmiyet mefkûresine muhalif olanlar milleti meyanda menfur olur.” Halit Bey, ‘mefkûremiz’ diye tanımladığı anlayışını Nisan 339 (1923) tarihli mektubunda; “…bu zaman Kürdlük cereyanı zamanıdır. Bizim hakkımızda daha iyidir.” Ve mektubun sonunda, “ Siz rahat oturuyorsunuz. Uyuşukluk doğru değildir. Hatta meydan-ı faaliyetde şerefle ölmek gerekir.”[xvi] diye tamamlar. Halit Bey’in mektuplarında vurgu yaptığı hususlar, aynı zamanda Kürt dini kesimlerinde sürmekte olan tartışmalara da işaret etmektedir. Halit Bey, ısrarla kavmiyetçiliğin ( milliyetçiliğin) İslamiyet’te aykırı olmadığını, kendi kavmine sahip çıkmayanların ‘milletin meyanında menfur’ olacağını söyler. Bu nedenle Halit Bey’in 1924 yılı içerisinde değişik tarihlerde Mela Said (Kurdi), Şeyh Said Efendi, Mela Abdulhamid Efendi, Şeyh Abdullah Efendi gibi şahsiyetlerle yaptığı görüşmelerin içeriği söz konusu hususları kapsamakta, milli ve manevi değerlerimize saygılı bir hareketin önemine atıf yapılmaktadır. Cemiyetin (Azadi) yaptığı diplomatik temaslarda (Bolşeviklerle- İngilizlerle) kendileriyle beraber hareket eden dini şahsiyetlerin varlığının milli bir hareket olmalarından kaynaklandığını, Kemalist rejimin anti propagandalarına itibar edilmemesi gerektiği söylerler. Ancak Cemiyetin siyasi ve askeri liderleri devre dışı kalmalarından sonra, Şeyhlerin liderliğinde başlayan hareketin ‘vakitsiz’ olduğu kadar, ‘şeriatçı’ söylemlerin ağırlığı, devletin elini oldukça kuvvetlendirir. Bu nedenle Mahkeme safhası bu formata uygun dizayn edilmiştir. Şöyle ki:
Devletin ısrarla aralarında bağ mevcuttur denmesine rağmen, Hareketin siyasi liderleri Bitlis Harp Divanında, geri kalanlar Şark İstiklal Mahkemesinde farklı tarihlerde ‘yargılanmışlardır’. Örneğin Dr. Fuat Diyarbakır’da tutuklu olmasına rağmen bekletilmemiş, 14 Nisan 1925 tarihinde aceleyle Mahkemeye çıkarılıp idam edilmiştir. Ayrıca Seyyid Abdulkadir ve arkadaşları, Şeyh Said Efendi beklenmeden Mayıs 1925 tarihinde idam edilmeleri, geriye Piran sonrası Şeyh Said Efendi ile hareket etmek zorunda kalan din adamları (şeyh, mela), bazı aşiret reisleri kaldılar. ‘Yargılamalar’ üç aylık kısa bir zaman dilimde olmasına rağmen ayrı ayrı yapılır. Devlet aklı, bir arada yapılması halinde düşünülen planlamanın tutmayacağının farkındaydı. Milli siyasi talepler temelinde bir savunmanın riskini göze alamazlardı. Tarihe miras olacak belgelere devletin bekasına halel getirecek ifadelerin yer almamalıydı. Duruşmalar ayrı ayrı yapıldı, mizansene dönen Mahkeme salonlarındaki hava değişmesi ve diğerlerini etkileme ihtimaline imkân verilmedi.
Şeyh Said Efendi ve arkadaşlarının bir mühendislik harikası olan Mahkeme sürecine bakalım. Mahkeme derken hukuksal bir süreçten söz etmiyoruz. Kararların önceden alındığı, sadece infaza memur edilen bir ekibin, infazlardan önce şahsiyetleri rencide etme, bir birine düşürme çabaları en nihayetinde istediği formata dönüştürme gayretlerinin sergilendiği bir ortamı kast ediyoruz. Süreç iki yönlü yürütülmüştür. Hapishane görüşmeleri ve duruşma safhaları. Hapishane görüşmelerini Ali Saip (Ursavaş), Ahmet Süreyya (Örgeveren) ve Mazhar Müfit ( Kansu) tarafından bire bir formatında yürütülür. Sayısız görüşme yapıldığını biliyoruz. Bunlardan sadece Ahmet Süreyya (Örgevren) anılarında kendisinin yaptığı görüşmeden bir kaçının aktarır. Yapılan görüşmeler duruşmaların yol haritasını belirleme amacı taşır. Ahmet Süreyya anılarında Hapishane görüşmelerinin amacını şöyle ifade ediyor: “ Şeyh Sait ile gayri resmi – yani Şark İstiklal Mahkemesinin Müddeiumumisi sıfatı ve salahiyetimi bir yana bırakarak- birçok konuşmamız oldu.
Ben, maznun Şeyh ile yaptığım birçok konuşmaları, onun benim resmiyet dışındaki şahsiyet ve insani duygu ve dürüstlüğüme karşı, her ne sebep ve mülehaza ile olursa olsun, gösterdiği itimat ve emniyetten faydalanarak ondan öğrenebileceğim bazı hakikatleri zamanında milletime ve milli inkılap ve ihtilal tarihimize arz ve tevdi etmek maksadıyla yapıyordum.”[xvii]
Savcı, konuşmalarının amacının kendisine ‘güvenmesini’ sağlayarak ‘milletim’ için ‘faydalanmayı’ sağlamaktır, der. Söz konusu ‘fayda’ ileride sıkıntı yaratacak söz ve mülahazalara fırsat verilmemesi, ‘milli inkilaba’ hizmet edecek şekilde duruşmaların dinsel retorik üzerinden görülmesinden başka bir şey değildir. Söz konusu Hapishane konuşmalarından sadece bir örnek aktaracağım:
Ahmet Süreyya :“- Maslup Yusuf Ziya ve Cibranlı Halit size kıyam için teklifte bulunmuşlar ve Bitlis’teki askerlere ait cephaneliği ele geçireceklerinden falan da bashsetmişler. Yusuf Ziya size gelir gidermiş. Muşlu Nuh Bey falan da böyle bir hareket taraftarı imişler. Siz bunlardan haberdar olduğunuzu da inkâr etmemişsiniz ya..
Şeyh Said Efendi: -Onların fikri, davası başka idi.
Ahmet Süreyya: -Ne gibi bir dava?
Şeyh Said Efendi: -Kürdistan davası.. Kürt Hükümeti kurmak istediklerini Yusuf Ziya Bey’den duymuşem…
Ahmet Süreyya: -Bu bashi daha genişletip derinleştirmekten bir fayda umulmazdı. Şeyh Efendi kendisinin apaçık meydanda olan ihtilal hareketlerinin Piran’a ziyaret seyahatinden önce tertip ve tasmin edilmiş olduğunu bile katiyen ve külliyen inkâr ediyordu. Nerede kaldı ki Kürtlük davasında müşterek ve henfikir olduğunu söylesin bana…”[xviii]
Devlet aklı, Hapishane sohbetlerinde bile ‘tehlikeli söylemlere’ anında müdahale ediyor, ‘bu bahsi genişletip-derinleştirmeyelim’ deyip sınır çizmeyi ihmal etmiyor. Sınır nedir? Piran öncesi yok sayılmalı, örgütsel bir çalışma olduğu inkâr edilmeli, Kürt ulusal taleplerinin esamesi bile okunmamalıdır. Mahkeme ifadelerinde iki kişinin ifadesi önem arz etmektedir. Şeyh Said Efendi ve Binbaşı Kasım. Diğer Şahsiyetlere ait ifadeler bir birine benzerdir. Tek elden çıkmış gibidir. Şeyh Said Efendi’nin ifade ve yöneltilen sorulara verdiği cevaplarda Hareketi savunma söz konusu değildir. Sadece Piran’da başlayan ayaklanmayı ‘zorunlu’ kabullenme söz konusudur. Şeyh Said Efendi, ‘önünü alamadım’ der ve ‘ne önündeydim ne arkasındaydım’ ifadesini kullanır. Bir örgütsel faaliyet olup olmadığı sorularına cevap verilmez. Genel telaffuz ‘Şeri hükümlerin’ uygulamasını istedikleri yönündedir. Bu gidişatın tek istisnası Binbaşı Kasım’ın ifadesidir. Söylenenlerin aksine Binbaşı Kasım; ‘..fakat asıl sebep Kürdistan istiklali idi. Kürdistan Cemiyeti nihayet Kürdistan İstiklal ve İstihlas Cemiyeti’[xix] adını kullanır. Binbaşı Kasım, Cemiyet’in faaliyetlerine katılmadığını ancak yakından izlediğini, yapılan çalışmaları devlet yetkililerine sözlü ve yazılı olarak rapor ettiğini ve tedbir alınmasını istediğini belirtir.
Sürece damgasını vuran mühendislik çalışmasını sekteye uğratacak, devlet projesini ters yüz ederek boşa çıkaracak bir kadrodan veya kurmay heyetinden bash etmek ne yazık ki olanaklı değildir. Medrese eğitiminden gelen, dini bilgiye sahip ve toplum üzerinde saygınlıkları olan dini şahsiyetlerin devleti tanıdıklarını, devletin siyasal hedefleri konusunda öngörü sahibi oldukları dair pek bir emare yoktur. Buna askeri stratejinin yokluğu eklenince yenilgi kaçınılmaz olmuştur. Saygılarımla.
[i] Yusuf Ziya Döger, Şeyh Said Hareketi Sonrası, Peçar Tenkil Harekâtı/1927, Nübihar Yay. S:31
[ii] Kerem Serhedi.Serhıldana Şex Seid, Payiz Yay.s:279
[iii] A.g.e.s:280
[iv] Necmettin Sahir Sılan, Ergani Bakırı İşletme İşlerine Ait Safhalar(1917-1932) s:3
[v] Mediha Muzaffer Baysal, Ergani Bakır Yatağı, 1935, s:27
[vi] A.g.e. s:11
[vii] Dobbs-Thomas, FO371/10076, E2766/7/65
[viii] Dr. İhsan Şerif Kaymaz, Musul Sorunu, otopsi yay. S: 470-471
[ix] James Morgan, FO371/10867, E 1360/1091/44, Aktaran Dr. İhsan Şerif Kaymaz. A.g.e. s:487
[x] Elde yeterli bilgi olmamakla beraber söz konusu belgenin infial ve panik yaratmak amacıyla Şeyh Said Efendi’ye ulaştırılması kuvvetle muhtemeldir.
[xi]İttihatçılar iktidara geldikten sonra, Osmanlı bankasına tepki gösterirler ve 1917 başında Osmanlı İtibar-i Milli bankasını kurarlar. Yönetimde Maliye Nazırı Mehmet Cavit Bey, Hüseyin Cahit Bey ve Tevfik Bey vardır.
[xii] Necmettin Sahir Sılan Arşivi( Fon kodu: NS 03, Dosya No: 2 Belge No:5) S Seri No: Kürt Sorunu ve Devlet, Tarih Vakfı Yay. S:40
[xiii] İran’da Sımko’nun, Irak( Bağdat)ve Suriye’de (Halep)İhsan Nuri Paşa’nın öncülüğünde oluşturulan Kürdistan İstiklal Cemiyeti’nin şubeleri kast ediliyor.
[xiv] Raporun bu kısmına bir not düşülmüş. “Not: Aslında iki sahifa eksiktir.”
[xv] Ahmet Süreyya Örgeevren, Şeyh Sait İsyanı ve Şark İstiklal Mahkemesi, Temel Yay. S:38