ABD’nin Suriye’den asker çekme kararının ardından yirmi farklı televizyondaki yirmi farklı programa katılan yirmi farklı yorumcu yüzlerce tez ileri sürdü. Bu rakamın baş döndürücü boyutu, sadece olayın bilinmezlikleriyle ilgili değil aslında. Söz konusu Ortadoğu olunca birçok farklı yaklaşım ortaya çıkıyor. Bu coğrafyada rekabetler planlamaları, planlamalar farklı ilişkileri, ilişkiler kamplaşmaları ve en nihayetinde kamplaşmalar yeniden rekabetleri ortaya çıkarıyor. Dünyanın farklı coğrafyalarında da yaşanan bu durumun Ortadoğu’da daha derin hissedilmesinin sebepleri olmalı elbet.
İnsanlığın doğumevi oluşundan mı, petrol yataklarından mı, kitabi dinlerin beşiği yoksa sadece doğunun ortasında oluşundan mı tartışılır ancak dünyanın hiçbir yerindeki bir gelişmenin bu tarz bir özgün ağırlık taşımadığı herkesin malumu. Bu sebepler arasında hemen akla petrolün gelmesine karşın “Ortadoğu’ya Dair Yirmi Tez” kitabının yazarı Taha Kılınç, buna itiraz ediyor. Çünkü bölgenin dünya tarihindeki varlığı ve kadimliğinin yanında petrolün geçmişi sadece yüz yıl. Sebep daha çok dinlerin kaynağı oluşuna bağlanırken, temel bir gerçeğe işaret ediyor Kılınç; “Ortadoğu’da fiziki varlığıyla yer almayan ülkelerin bölge ve dünya siyasetindeki etkisi sınırlı düzeydedir. Arap dünyasının batı ucundaki Fas ve Cezayir, bu noktada verilebilecek iki örnek. Avrupa ile ilişkileri ne seviyede gelişmiş olursa olsun, “coğrafyanın merkezi” olarak tabir edebileceğimiz Ortadoğu’da somut bir şekilde bulunmadıkları için, olayların gidişatına etkileri sınırlı ve önemsizdir. Daha çarpıcı bir örnek, Endonezya ve Malezya’nındurumudur. Dünyanın en kalabalık nüfusuna –yaklaşık 207 milyon- ev sahipliği yapan Endonezya, bu muazzam potansiyeline rağmen, İslam dünyasının genel gidişatına dair hiçbir önemli dönüm noktasında varlık gösterememiştir. Ortadoğu’da Endonezya’nın esamisi okunmamaktadır. Uygulanan birçok modern projeye, ekonomik alanda yürürlüğe konan modellere ve yazılan başarı hikayelerine rağmen, Malezya da Endonezya ile benzer bir çizgiyi paylaşır.” Benzer örneklerin dünyanın süper gücü olmaya aday ülkeler için de geçerli olduğu belirtilirken, dünyaya hükmetmek isteyen modern devletlere bölgeye hakim olma şartı dayatılmaktadır.
Taha Kılınç iki yıl önce Radyo Selam’da gerçekleştirdiğimiz bir programda, Mısır üzerine analizlerde bulunmuş ve Mısırlıların cunta lideri Sisi’ye karşı çıkabileceklerini ancak genel kanının kurtarıcı olarak yine ordudan birine işaret edebileceğini belirterek mahallenin okuryazarlarına nazaran bir ezber bozmuştu. Yarım ağızla bahsedilen ordunun Mısır’daki etkinliğinin sanıldığından çok daha derin olduğunun altını çizmişti. Kitabındaki tezlerinden biri de yine Mısır ve ordusu.
Ortadoğu’ya dair analizlerin daha çok hükümete yakın düşünce kuruluşları ve kalemler tarafından yapıldığı göz önüne alındığında Yenişafak gazetesi yazarı Taha Kılınç’ın, farklı bir dünyayı göstermeye çalıştığı görülüyor. Söz konusu yeni kitabında da buna gayret eden yazar, bölgeye dair analizleri arasında “Ortadoğu halkları, güçlü ve muktedir yöneticilerden hoşlanır. İlerleme ve kalkınma da, toplumsal konsensüs yerine muktedir idarecilerin icbarıyla gerçekleşir” yine “İran halkı, zannedildiği gibi Batı’ya düşman değil, Batı hayranıdır. Kuvvetli İranlılık kimliğiyle bunu dengelemektedir.”gibi ezberleri zorlayan başlıklar var.
Bugünlerde yaşadığımız Suriye gelişmeleriyle de bağ kurabileceğimiz bir diğer konu ise Osmanlı mazisi. ABD’nin Suriye'den asker çekme kararının medyada yaşattığı “ver mehteri” coşkusu malum. “ Türkiye’nin önünün kesilemeyeceğinin görüldüğü, bölgenin Türkiye’ye teslim edildiği” yorumları havada uçuşuyor. Ancak muhafazakar kesimlere verilen bu algıya karşın Arap dünyasının Türkiye bakışı nasıl acaba? Zira bizdeki Osmanlı vurgusunun yarattığı heyecanı Arap dünyasının yaşadığı pek söylenemez. Arap sokaklarında Türkiye denilince “Osmanlının adaleti” değil daha olumsuz şeylerin akla geldiği açık. Osmanlı mazisinin, halkı gayrimüslim olan Balkanlar gibi bölgelerde ve Afrika’nın uzak yerlerinde olumlu bir çağrışım yapmasına karşın, Müslümanların hakimiyetindeki Ortadoğu coğrafyasına kılıçla girilmesinin pek hoş karşılanmadığı göz önünde tutulmalı. Kılınç’ın detaylarıyla verdiği tarihi olayların, bölge devletlerince sürekli canlı tutulma gayretleri günümüzde Türkiye karşıtı olarak tezahür ediyor. TSK’nın her yurtdışı operasyonunda Arap Birliği’nden itiraz seslerinin yüksek perdeden yükselmesi ve Arap sokaklarından operasyonun kendisinden daha büyük bir yankının duyulması bu yüzden. Yine PYD’nin, Türkiye’nin olası operasyonlarına karşı geçtiğimiz günlerde Araplara giderek “Türkiye hakim olursa Osmanlı geri gelir” tehdidi, sosyolojiye değen bir argüman. Bu noktada yönetim ile haklar arasında bir fark bulmak için epey gayret sarf ediliyor ancak Kılınç’ın şu sözleri dikkate değer: “Bazı iyi niyetli analizlerde, halklarla yönetimleri birbirinden ayırma eğilimlerine sık rastlansa da, halkların da yönetimlerin izlediği siyasete zamanla alışması ve destek vermesi sürpriz değildir”.
Tabi ülkedeki karar vericiler bu sosyolojik gerçeği biliyorlar bilmelerine ancak kamuoyundan destek almak için “Arap dünyası Osmanlıyı bekliyor” sloganının kitlelere cazip geldiğini gördükçe daha bir sarılmaktan kendilerini alamıyorlar. Yazarın sözünü ettiği uyarı Kürt bölgeleri değil daha çok Arap dünyası için elbette. Fakat bizce PKK/YPG, bölgeye açılmak isteyen Ankara için bir gerekçe olarak görülüyor/görülecek. Bu nedenle Suriye'de YPG’ye karşı girişilen her harekat aynı zamanda Arap dünyasını da hareketlendirecek gibi.
Taha Kılınç’ın Arap dünyasının geçmişten gelen belleğinde Osmanlı bakiyesinin bir dezavantaj olabileceğini gösterdiği tezi, yirmiden sadece biri. Diğer on dokuz tez ile birlikte Ortadoğu’yu resmederken, bizdeki akademi ve medyanın da bölgeye ilişkin yaklaşımının ne kadar sığ kaldığını göstermesi açısından anlamlı bir çalışma olmuş.