Ortadoğu sürekli savaşla anılan bir coğrafya. Bu Ortadoğu’nun ‘kaderi’ mi?
Dünyanın her yerinde olduğu gibi Ortadoğu’da da kader olarak algılanan kader olarak yaşanmakta. Ama bu denli bir istikrarsızlık ve şiddeti belki “kader”in ötesinde uzun ve kısa erimli tarihsel perspektiflerden yola çıkarak okuyabiliriz. Böyle bir perspektif ise, fitne korkusunun 7. ve 10. yüzyıllar arasında her türlü ihtilafı yasaklayan ve iktidara mutlak itaatı şart koşan bir sistemin ve devlet doktrininin oluşmasına yol açması, Ortadoğu’nun sorunlu “Batılılaşma” süreci, 1920’lerde kurulan manda rejimlerinin çökmesi, Soğuk Savaş’ın tesirleri, çoğu zaman Sosyal-Darwinizme dayanan otoriter sistem ve ideolojilerin bıraktığı ve toplumların çökmesini de beraberinde getiren miras, solun çöküşüyle birlikte hegemonik bir sentaks halini alan radikal İslamcılık, Tunus ve Mısır gibi ülkelerde yaşanan Kulturkampf gibi olguların değerlendirilmesini kaçınılmaz kılmakta. En önemli olan nokta ise, yeni alternatifler üretemeyecek, kendi tarihlerini okuyamayacak ve bu nedenle de başka bir gelecek tahayyül edemeyecek derecede zayıflayan toplumların korku toplumları haline gelmiş olması.
MEZHEPÇİLİK IŞİD’İ GÜÇLENDİRDİ
Suriye’de yaşanan iç savaştan önce yok olmaya doğru giden IŞİD birden bire güçlendi. IŞİD’e başta Türkiye, Katar olmak üzere çeşitli ülkelerin destek verdiği iddiası var. Hem bu iddiaya ilişkin hem de IŞİD’in birden bire güçlenmesine dair ne söylersiniz?
Türkiye ve Katar’ın en azından 2013 yazına kadar al-Nusra ve IŞİD’e en azından her türlü kolaylığı gösterdikleri bilinmekte. Savaşı mümkün olduğu kadar mezhebileştirmekte fayda gören Suriye rejiminin de radikal İslamcılığı dolaylı bir yoldan da olsa güçlendirildiği de kesin. Bu faktörlerin yanı sıra diğer iki olguyu da hesaba katmak gerekli: Birincisi; Ortadoğu’da istikrarsızlığa düşen her ülke, bölge düzeyindeki radikalizmlere yeni bir dinamik kazandırmakta, onlara yeni bir faaliyet sahası ve seferberlik imkânı sunmakta ve önemli askeri kaynaklara ulaşmalarını kolaylaştırmakta. İkincisi; Irak’ta Nuri el-Maliki’nin devleti tümüyle mezhebileştirmesi ve milisleştirmesi, 2007’den sonra el-Kaide’ye karşı direnişe geçen Sünni aşiretlerin yeniden, IŞİD yoluyla toplumsal bir taban kazanmasını ve radikalleşmesini beraberinde getirdi.
IŞİD’in Suriye’de, özellikle Rojava’da gerçekleştirdiği vahşet hafızalardayken, şimdi de Irak’ın Musul kentini ele geçirdi. IŞİD’in varlığı başta Ortadoğu ve Türkiye için ne anlama gelir?
Sünni ve Şii radikalizmleri arasında bir karşılaştırma yapan Fransız Araştırmacı Bernard Rougier, Abdullah el-Azzam sonrası Sünni radikalizmin topraksal bir baza sahip olmayan “uzak cihad”a, Şii radikalizminin ise milis temelli “yakın” seferberliğe ağırlık verdiğini söylüyordu. Musul ve Tikrit’in düşüşü ile doruk noktasına varan son iki yıllık süreç, belki tarihsel bir kopuşla karşı karşıya olduğumuzu göstermekte (buna benzer bir gelişim Mali’de de yaşanmıştı). Tabii, gelecek ile ilgili tahminlerden kaçınmak gerekli, ama varılan noktada el-Kaide’nin mikro-devlet temelinde örgütlenmesi ihtimalini de artık rasyonel bir ihtimal olarak göz önünde tutmak gerekli. Burada ikinci bir olguya, Ortadoğu’da Westfalia tipi devletin içinde bulunduğu zaafa, hatta çöküşe de değinmek gerekli: Milyon nüfusluk Musul’daki 60 bin asker ve polis en ufak bir direniş kapasitesine sahip olamadı (bu Mali’de bir kaç saat içinde düşen Tombuktu şehri için de geçerli).
ABD ORTADOĞU İLE BAĞLARINI SIFIRA İNDİRMEK İSTİYOR
Ortadoğu’ya özgürlük getirme iddiasındaki ABD’nin şimdilerde Ortadoğu’da özellikle aktif askeri güç olarak pek gözükmediğini görmekteyiz. ABD artık doğrudan kendisi çatışmaya girmeyecek mi? Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
ABD “maşa kullanamayacak”, hatta kullanmayı istemeyecek bir durumda. Mahalli aktörlerin sahip olduğu manevra sahası son derece genişlemiş bulunmakta. Şu anda, görebildiğim kadarıyla ABD’yi ilgilendiren enerji kaynakları açısından Ortadoğu’ya olan bağlılığını 2019-2020’de sıfıra indirgemek ve kerhen de olsa, 1990’larda bazı muhafazakâr çevrelerin savunduğu “yaratıcı kaos” senaryosunu, kendi açısından olumsuz tesirlerini en asgariye indirgeyerek kabul etmek. Bu tür bir stratejinin uzun erimli olup olmayacağını şimdiden tahmin edebilmek mümkün değil.
ORTADOĞU’NUN YENİ ŞİDDET HALİ DAHA YIKICI
2011’e Arap isyanları damgasını vurdu. 2011’den günümüze kadar yaşanan süreci değerlendirecek olursanız, neler söylersiniz?
2011, Arap toplumlarının demokrasi beklentisini, otoritarizmden ve sosyal yorgunluktan çıkma beklentisini dile getiriyordu. Geleceğini şimdiden kestiremeyiz, Tunus’u hariç tutarsak, üç yıl sonra gördüğümüz tablonun iç açıcı olmadığı aşikar: Mısır’daki el-Sissi’nin darbeci rejiminin uyguladığı ve Mübarek döneminde bile hiç kimsenin beklemediği kitlesel şiddet, birçok ülkede şiddete yol açabilecek Kulturkampf, ve Sahil’den Yemen’e, hatta Afganistan ve Pakistan’a uzanan, bedeli şimdiden son derece ağır olan bir şiddet hali. Bu şiddet hali aslında 1980’lerde de yaşandı ve on yıl sürdü. Ortadoğu’nun yeni şiddet hali ise hem çok daha yıkıcı, hem de 1980’lere oranla çok daha sayıda aktörü seferber eden bir şiddet hali.
KÜRT SAHANASINDA İKİ REFERANS VAR
Türkiye, Federal Kürdistanı kurulurken, sürekli olarak onu tanımayacağını ve ilişkiye girmeyeceğini açıklıyordu. Bugün gelinen noktada ise, Irak merkezi hükümetinden çok Kürdistan Bölgesel yönetimle ilişki halinde. Rojava’ya yönelik ise Irak Fedaral Kürdistan Bölgesi kurulmadan önceki söylemler kullanıyor. Rojava sınır kapıları kapatıldı. Bu durumu nasıl yorumluyorsunuz?
Her iki bölgenin hem ortak bir Kürdistan’ın birer parçasını oluşturduğunu ve ortak bir milli tahayyüle sahip olduğunu, hem de değişik tarihsel koşulların dayattığı kendilerine has özelliklere sahip olduklarını görmekteyiz. Bu, aynı anda, bir bütünselliği ve bir bölünmeyi beraberinde getirmekte. Buna ek olarak, şu andaki Ortadoğu Kürt sahasının iki referans aktör, KDP ve PKK, tarafından yapılandırıldığını belirtmeliyiz. 1980’lerde son derece parçalanmış ve “kardeş savaşları”na tanık olan Kürt sahasındaki bu gelişme, iç ihtilafları engelleyemiyor, ama kanlı-bıçaklı bir bölgesel sistemin ikincil derecedeki aktörleri olan bu iki aktör arasında bir modus vievendi’nin oluşmasını da, en azından şimdilik, zorunlu kılıyor.