İbrahim Gürbüz Son Makaleler

Tarihin İzinden 'Bir Kısa Yolculuk'

“Önümüzdeki yolculuğun bir sonu olduğunu bilmek güzel. Nihayetinde önemli olan, yolculuğun kendisi” demiş Ursula Le Guin. Bu yazıda hatırlamak ve önemsemek zorunda olduğumuz tarihimiz ve bu gezilerde yaşadığımız ilginç deneyimimi ve hikayesini anlatacağım. Tarihe tanıklık etmiş bu yerlerin ve milli bilinçten yoksun olan biz Kürtlerin, bu yazıyla bir kez daha “milli bilincin” önemini dile getireceğim.
Tarihin İzinden 'Bir Kısa Yolculuk'
Makaleyi Paylaş

“Önümüzdeki yolculuğun bir sonu olduğunu bilmek güzel. Nihayetinde önemli olan, yolculuğun kendisi” demiş Ursula Le Guin. Bu yazıda hatırlamak ve önemsemek zorunda olduğumuz tarihimiz ve bu gezilerde yaşadığımız ilginç deneyimimi ve hikayesini anlatacağım. Tarihe tanıklık etmiş bu yerlerin ve milli bilinçten yoksun olan biz Kürtlerin, bu yazıyla bir kez daha “milli bilincin” önemini dile getireceğim.

Yaklaşık dört ay önce İsmail Beşikçi, Ankara’dan İstanbul’a taşındı. Eşi Leman Beşikçi’nin vefatından sonra evini Ankara’dan İstanbul’a getirdik. Vakıf olarak bu organizasyonu gerçekleştirdik. Eşyaların taşınıp evinin içi yaşanabilir hale geldikten sonra hocayı ziyarete gitmiştim. Genel sohbetten sonra İsmail Beşikçi bana, “İbrahim önümüzde ki günlerde bir planlama yapıp önce Palu köprüsüne oradan da Van’a gidelim” demişti. Ayrıca arkadaşımız Xalid Sadînî’nin bizi Van’da tarihi ve doğal görülmesi gereken yerlere gezdireceğini söylemişti. Xalid bu düşüncesini Leman Beşikçi’nin cenaze töreni için Ankara’ya gittiğimizde bana da söylemişti. Sohbet sırasında Beşikçi, “1961 de Keban’a stajyer kaymakam vekili olarak gittiğimde Palu ve çevresine çok gittik. Hatta Palu köprüsüne de uğradık. Ancak bugünkü bilincim olmadığı için Palu köprüsünün anlam ve önemini bilmiyordum. O yüzden en kısa zamanda Palu Köprüsüne ziyarete gidelim” dedi.

Kafamda bu gezi ve Palu Köprüsü hakkında soru işaretleri oluşmaya başladı. Bunun üzerine Palu Köprüsünün hikayesini merak ettim. İsmail Beşikçi’ye şunu sordum; “Tarihi bir köprü olduğu için mi gideceğiz yoksa başka bir nedenden mi oraya gideceğiz?” diye sordum. İsmail Beşikçi bu soruma 1968 kuşağı önderlerinden birçok devrimci Kürd gencinin enternasyonalizm ve komünizm ideali için ölüme gittiklerini ve bu konuda bilinçli olduklarını ancak kendi ulusları ve tarihleri ile ilgili yeterli ilgi ve bilgilerinin olmadığını söyledi. Devamla 1970’li yıllarda Dersim ve Palulu birçok gencin proletarya enternasyonalizmi ile ilgili konferanslar verdiklerini ve ölüme gittiklerini ancak 1925 Şêx Se\'îd başkaldırısı sırasında atalarının ve özellikle yaşlı, kadın ve çocuk binlerce kayıtsız insanın Palu Köprüsüne getirilip mermi harcamamak için taş, sopa ve hançerlerle öldürülerek Murat nehrine atıldıklarından haberlerinin olmadığını söyledi.

Murat nehrinden bu katliam sırasında günlerce kan aktığını anlattı. İsmail Beşikçi bunları anlatırken bir Kürd olarak bunun bilincinde olmamak ve bu hikâyeyi bir Kürt olmayandan duymak şaşırtmıştı beni. Bizi bu duruma sokan resmî ideolojinin, milli bilinçten yoksun Kürtlerin, Kürd siyasetçilerinin, aydınların, araştırmacıların ve gençlerin bu konuda duyarlı olmaları gerekirken, Kürd olmayan bir bilim insanının bu duyarlılığı göstermesi erdem, fazilet ve yüksek ahlak kavramları ile izah edilebilir. Bu olgu karşısında Kürd entelijansının ve siyasetçilerinin milli bilinç, ruh ve mefkûreden ne kadar yoksun olduklarını göstermektedir. Kuşkusuz Kürd toplumunun bu hale getirilmesi çok özel bir çalışmanın sonucudur.

Son yirmi yıldır sözüm ona Kürd siyaseti ve siyasetçileri, Kürdlere hitaben milliyetçiliğin kötü olduğunun propagandasını yapmaktadır. Ve aynı cenahın Kürd ulusunun değerlerini savunanları “ilkel milliyetçi” olarak suçlamaları sonucu gelinen nokta ne yazık ki içler acısıdır. Başlangıçta Kürd ulusunun değerleri suistimal edilerek sonradan yüz seksen derece çark edilmesi ve Türk resmî ideolojisinin yüzyıldır asimilasyon politikası ile başaramadığını bu hareketin oto asimilasyonla başarması trajiktir. Bu trajedinin içinde millet olarak yok olmanın eşiğinde olmak gerçekten içler acısıdır. Kürd aydınları ve sanatçıları eğer önlem almazlarsa Kürd ulusunun köklerinden koparak yok oluşa doğru gitmesi kaçınılmazdır. Aslında İsmail Beşikçi’nin bu uyarıları Kürd toplumuna neşter işlevi görmektedir. Umarım bundan sonra Kürd siyasetçileri ve aydınları kendi tarihlerinin izini sürer ve daha duyarlı olurlar.

Bingöl’e gidişimizi üç ay öncesinden Rüştü Mütevellizade ile planladık. Bingöl’e yola çıkmadan iki gün önce Rüştü Mütevellizade\'ye bildirip öyle yola çıkacaktık. Nitekim öyle yaptık. 20 Ekim 2021 tarihinde Bingöl havalimanında bizi Rüştü Mütevellizade ve Dr. Fahri Özbay karşıladı. Doğruca iki gün konaklayacağımız Bingöl’ün en iyi oteli olan Berti Otele gittik. Bu otelin mimari projesini Mimar Rüştü Mütevellizade yapmıştı. Otel genellikle Ankara’dan gelen bürokrat ve siyasilerin kaldığı son derece temiz ve güzel bir oteldi. Valizlerimizi otele yerleştirip Otel sahibi Hasan Batara ve bizi karşılayan arkadaşlarla birer çorba içtikten sonra Bingöl’e 75 km. uzaklıkta olan Palu Köprüsüne gitmek için yola çıktık.

Palu köprüsüne gitmek için Elâzığ, Bingöl yolu üzerinde olan Kovancıları, yeni Palu ve eski Palu’yu geçerek varılabiliyor. Palu Köprüsü, eski Palu’ya üç kilometre uzaklıkta Murat Nehri üzerinde yapılmış. Köprünün Roma döneminde yapıldığı daha sonra Selçuklu ve Osmanlı zamanında restore edildiği köprü başına monte edilmiş tabeladan okuyoruz. Ancak tabelada eski Palu Köprüsünün kitabesinin mevcut olmadığı yazılıdır. İsmail Beşikçi “Kürdistan’da arkeolojik birçok eserin ve kitabesinin olmadığını aslınında yok edildiğini” söyledi. “Örneğin Diyarbakır surlarında ki burçların üzerindeki Kürd Mirlerinin kitabeleri I. Umumi Müfettiş İbrahim Tali Öngören tarafından yok edildiğini belirtti. Muhtemelen Palu Köprüsünün başına da kitabede de Kürdlerden ya da Ermenilerden bahsedildiği için yok edildiğinden tabelada “bulunamamıştır” ibaresi vardır” dedi.

Palu köprüsü 193 metre uzunluğunda 4,5 metre genişliğinde 9 açıklıklı bir köprü. Birkaç kez restorasyondan geçirilmiş, ahalisinin ağırlıklı Kürdler olduğu ve büyük bir ihtimalle Kürdlerin inşa ettiği bir köprüdür. Vahşi sularıyla bilinen Murat Nehri üzerine inşa edilmiş bu köprünün dili olsa da yaşanan katliamı anlatsa diye düşündüm. Silahsız, günahsız ve kayıtsız binlerce Kürd, çoğunluğu kadın ve çocuk olan bu insanlar hunharca ve vahşice öldürülerek ya da canlı canlı Murat nehrinin vahşi sularına atılarak can vermiştir. Bingöl eski Belediye Başkanı Feyzullah Karaaslan “106 yaşındaki Burhanettin Bilgi’nin anlatımına göre Palu köprüsünden atılanların büyük çoğunluğu kadın ve çocuktur” dedi. Kuşkusuz yaşanan ve yaşatılan bütün katliamların yegane sebebi Kürt ya da öteki olmaktır.

İsmail Beşikçi, Rüştü Mütevellizade ve Dr. Fuat Özbay ile birlikte köprünün üzerine yürüyerek geldik. İsmail Beşikçi bu köprüde katledilen Kürdlerle ilgili duygulu bir konuşma yaptı. Katliamın nasıl yapıldığına dair hüzünlü bir konuşmaydı. Bu konuşmayı yaparken ağlamaklı oldu. Katledilenleri saygıyla andığını ifade etti. Hepimiz duygulandık. Ben de katliamı tel\'in ederek duygu ve düşüncelerimi anlatarak katledilen insanlarımızı köprü başında andım. Aynı şekilde Rüştü Mütevellizade ve Dr. Fahri Özbay’da günün anlam ve önemiyle ilgili duygularını ifade ettiler.

Palu Köprüsü ziyaretinden sonra köprünün hemen yanında yeni yapılmış cafe restoran da çay ve kahve molasından sonra Bingöl’e otelimize döndük. Ertesi gün sabah kahvaltısında otel sahibi Hasan Batara ve Bingölde HDP’den seçilen eski Belediye Başkanı Feyzullah Karaaslan’la tanıştık. Öğleye doğru Karel bölgesi Alevi Kürdlerin ileri gelenlerinden Bilal Güreş’in Bingöl çıkışında ki bahçesinde bir araya geldik. 22 Ekim gününü dostlarla sohbet ederek bahçede ızgara yaparak geçirdik. Rüştü Mütevellizade, Dr. Fahri Özbay, Bilal Güreş, Kemal Sever ve Feyzullah Karaaslan vardı. Feyzullah Karaaslan Belediye Başkanlığı döneminde başından geçen olayları etraflıca anlattı. Bilal Güreş Alevi Kürdlerle bölgedeki Sunni Kürdler arasındaki ilişkileri ve çelişkileri anlattı. Devletin özellikle bazı Kürd şehirleri üzerinde özenle çalıştığını bunlardan birininde Bingöl olduğunu konuştuk. Bu şehirlerden özellikle periferide olan Elazığ, Erzincan, Maraş ve Malatya’nın yanı sıra Dersim üzerinde çok yönlü çalışıldığının altını çizdik. Bu geceyi de Bingöl’de geçirdik. Ertesi günü sabah kahvaltısından sonra Otel sahibi ve müdiresi ile genel ekonomik gidişatla ilgili sohbetlerden sonra otelden ayrıldık. Otel sahibi Hasan Batara bizi çok iyi ağırladı.

Bizi Bingöl’e davet eden ve hiç yanımızdan ayrılmayan Rüştü Mütevellizade’nin arabası ile Tatvan’a gitmek üzere yola çıktık. Arabayı Rüştü Mütevellizade’nin damadı öğretmen Sadık Bozgan kullanıyordu. Rüştü abi bizi Tatvan’da Xalid Sadînî’yle buluşturacaktı. Ve gezimize oradan devam edecektik. Yol boyunca ilerlerken Sadık Bozgan bizim yüzen adaları görmeyi isteyip istemediğimizi sordu. Bizde görmek istediğimizi söyleyince yolumuzu yüzen adaların olduğu yola çevirdik.

Yüzen adalar Bingöl ‘den Muş’a giderken Solhan’a varmadan yolun sol tarafında yüksek rakımlı bir platonun üzerinde Solhan Hazarşah köyü Aksakal göl mezrasındadır. Krater göller içinde yüzen çimlenmiş toprak parçalarından oluşmuş doğa harikası bir yer. Belirgin gözle seçilebilir 4 göl vardı. Tahminen 200 ile 300 metre kare büyüklüğünde ki gölcüklerin derinliği 50 metreye yakın. Göletlerin etrafı çitlerle çevrilmiş yanında cafe olan turistik bir yer. Yüzen adaların olduğu gölcükler doğal olarak muhteşemdi. Cafeyi çalıştıran kişi burada güneşin doğuş ve batışının görülmeye değer olduğunu söyledi. Zamanımız ve koşullarımız olmadığı için bu anları görme imkânımız olmadı. Bölgenin güvenliğini köy koruyucuları yapmaktaydılar. Yarım saatlik bir gezinti ve moladan sonra yolumuza devam ettik.

Bizi götüren arabayı kullanan öğretmen Sadık Bozgan yol boyunca bölge ile ilgili bilgiler verdi. Rüştü Mütevellizade Yılmaz Güney’le olan tanışmasını arkadaşlığını ve Yılmaz Güney’in ablası ile olan dostluklarını yol boyunca anlattı. Bu esnada Rüştü abi ile Xalid Sadînî telefon görüşmesi yaptı. Rüştü abi, Tatvan da değil Norşin’de M. Xalid Sadînî\'yle buluşacağımızı söyledi. Kısa süre sonra Norşin’e vardık.

Norşin şeyhleriyle ünlü benim çok merak ettiğim bir ilçe merkezidir. Norşin merkezinde bir çay ocağını önünde yol kenarında taburelerde oturduk. Bir çay molası verdik. Bir ara eczaneye gittim. Gerek kahvede gerekse eczanede konuşan bütün insanların hepsi Kürdçe konuşuyordu. Kuzey Kürdistan’da Kürdçenin ağırlıklı olarak konuşulduğu Silvan, Nusaybin, Cizre, Doğubeyazıt yanı sıra Norşin’nin de bu özelliğini öğrenmiş olduk. Bu durumun ilgimi çektiğini söylemeliyim. Demek asimilasyon politikası henüz burada da çok etkili değildi. Çay bahçesinde oturduğumuzu gören eczacı Beşikçi’yi tanıdı ve yanımıza oturmak için izin istedi. Bir süre bizimle sohbet etti. Beşikçi ile ilgili övgü dolu sözlerin yanı sıra birlikte resim çektirdik. Rüştü Mütevellizade ve Sadık Bozgan burada bizden ayrıldı. Rüştü abi ve damadı Bingöl’e döndüler.

Bizler ise Xalid Sadînî’nin aracına binerek yola koyulduk. Yol güzergahımızı önce Nemrut krater gölü, Ahlat, Adilcevaz, Erciş ve son olarak Van olarak belirledik. İsmail Beşikçi ve ben Xalid Sadînî’nin kullandığı aracıyla yola koyulduk. Nemrut krater gölüne gitmek için onbeş dakika süren bir dağ tırmanmasından sonra rakımı çok yüksek platoda kuş bakışı Süphan dağını, Tatvan şehrini ve Van Gölünü gözlemledik ve o anı ölümsüzleştirmek için fotoğraflar çektik. İnanılmaz bir doğa görüntüsü ve muhteşem bir manzaraydı. İnsanlık ilk kez bu coğrafyada medeniyeti boşuna kurmamış diye düşündüm. Kürdistan’ın her karış toprağı gül ve nergisdir. Derin vadiler, platolar dünya güzeli kanyonlarıyla cennet bir ülkedir Kürdistan. Yol boyunca ilerlerken dostumuz yazar Xalid Sadînî önemli bir belirlemede bulundu. “Bir insanın yurtsever olabilmesi için I. Coğrafyasını bilmesi ve o coğrafyasının bütün güzelliklerini farkında olması ve sevmesi esastır. II. Yaşadığı coğrafyanın tarihini, sosyolojisini, belki psikolojisini ve kültürünü, sanatını, edebiyatını, folklorünü, hikayelerini, destanlarını, şarkılarını, acılarını ve dahi sevinçlerini bilmesi gerekir. Ve III. olarak da, coğrafyasının dilini bütün detaylarıyla bilmesi gerekir. Hangi vadide ne var, hangi mıntıkada hangi aşiretler yaşıyorsa madem yurtsever olduğunu düşünüyor kişi, bunları bilmelidir. Ayrıca o coğrafyadaki diğer dillere, kültürlere ve inançlara da aşina olması, bilmesi ve saygı göstermesi icap eder” diyerek bize ve gelecek nesiller için ufuk açıcı bir konuşma yaptı.

Xalid Sadînî’nin arabasıyla 15 dakikaya yakın dağ tırmanmasından sonra Nemrut dağının yol veren bir gediğinden bu kez aşağıya doğru krater gölüne geldik. Gölün bulunduğu vadi ya da kanyon beni adeta büyüledi. Sonbaharın gelişiyle ağaçların yapraklarının kızıla yakın sararmış olması doğaya ayrı bir güzellik katmıştı. Burayı betimlemek sanatçıların ve edebiyatçıların işidir, gerçekten beni aşar. Ancak tek kelime ile ifade edersem dünyada bir benzeri olmayan mistik ve büyüleyici bir vahadır. Nemrut gölünün kışın en soğuk günlerinde hem sıcak suyun hem soğuk suyun kaynıyor olması, gölün sağ yamacındaki derin ve yüksek kayaların mistik görüntüsü, kanyonun kuzey doğu ucunda ki bir mağaradan sıcak buhar üflemesi doğanın güzelliğini yansıtması açısından çarpıcıydı.

Aracımızla Krater gölünün gidebildiğimiz yere kadar gittik. Bir noktadan sonra araçla gitmek mümkün değildi. Orada indik, toprak ve patika yoldan kuzey doğu ucunda merak ettiğimiz buhar üfüren mağaraya doğru ilerledik. Biraz yürüdükten sonra mağaraya vardık. Mağaranın girişinde sıcak buharı bariz bir şekilde hissettik. Gerçekten çok etkileyiciydi. Anladığım kadarıyla yanar dağ hala sönmemişti. İçin için yanıyordu. Mağaradan sonra aracımızı yerinde bırakarak yine patika yoldan aşağıya doğru gölün kenarına yürüdük. İsmail Beşikçi bu yürüyüşlerden hiç rahatsız değildi. Gittiğimiz yer bayağı kalabalıktı. Eşler çocuklarıyla, gençler gruplar halinde gelmişlerdi. Gölün kenarında çay ve meşrubat satan bir büfeden alışveriş yapıyorlardı. Bizlerde küçük taburelere oturduk. Gelen grubun içinden bir genç İsmail Beşikçi’yi tanıdı ve resim çektirmek istedi. Bu sahneye Kürdistan’ın birçok şehrinde ve yerinde rastladık. Sanıyorum beş parça Kürdistan’dan en çok tanınan ve sevilen kişi İsmail Beşikci’dir. Onu tanıyıp soran insanlar hemen gülümseyip sempatiyle bakıyor ve resim çektirmek istiyorlardı. Bu mekânda biraz dinlenip resimler çektirerek oradan ayrıldık.

Nemrut dağı doruklarındaki krater gölü gezimizden sonra dağ yolundan Ahlat’a gitmeye karar verdik. Dağ yolundan gittiğimiz için çok istediğimiz Feqi Hüseyin’in mezarına ziyaret edemedik. Benim can yoldaşım Feqi Hüseyin’i umarım bir başka gidişimde ziyaret edeceğim. Dağ yollarını aşarak şirin köylerin içinden kıvrıla kıvrıla Ahlat’a vardık. Ahlat tarihi bir kenttir. Doğası ve denizi çok güzel bir ilçe. Ahlat’ta yarım saatlik bir mola verdik. Ahlat iskelesinde bir süre etrafı seyredip fotoğraflar çektikten sonra yola çıktık. Erciş üzerinden Van’a gidecektik. Bu yol güzergahında bulunan Adilcevaz’ın içinden geçtik. Adilcevaz’da Ahlat gibi güzel bir ilçe. Van gölü çevresine dizilmiş bütün ilçeler her biri diğerinden güzel. İki saate yakın bir yolculuktan sonra yeşillikler içinde doğal güzelliği ile ünlü Erciş ilçesine vardık. Xalid Sadînî, bizi buranın meşhur alabalık çiftlik ve restoranına götürdü. Güzel bir akşam yemeğinden sonra Van’a doğru yola koyulduk. Akşam vaktinde Van’a vardık.

Hava kararmıştı. Doğruca Xalid Sadînî’nin Van gölüne nazır Nemrut ve Süphan dağı manzaralı evine vardık. Eşi Gulê Xanim kızları Nûbihar, Nûjîn ve oğlu Dildar bizi karşıladılar. Hepsi Kürdçe konuşuyorlardı. Gulê Xanim ve çocuklarının özellikle Kürdçe konuşmaları beni çok mutlu etti. Xalid Sadînî çok değerli bir Kürd yazarıdır. Ancak evini ve ailesini gördükten sonra kendisine olan saygım ve sevgim daha da arttı. Çok güzel çocuklar yetirmiş olması beni gururlandırdı ve umudumu da arttırdı. Evinde ki kütüphanesi ve onlarca el yazması Kürdçe divan ve eseri bastığını ve özellikle cezaevinde yirmi beş bin sahifeyi bulan el yazısıyla tuttuğu günlükleri, mektupları ve orada yaptığı çalışma ve transkiribeleri gördüğümde şaşırdım, heyecanlandım ve ne kadar disiplinli ve üretken bir insan olduğunu öğrendim. Ertesi günü ticari işyerine gittiğimizde gördüğüm tablo beni yine şok etti. Xalid Sadînî’nin ticarethanesinin üst katı kocaman bir kütüphaneydi. Burayı görünce açıkça söyleyeyim çok mutlu oldum. Ve kendi kendime bizde böyle değerler oldukça Kürd milleti olarak asla yok olmayacağımıza olan inancım arttı. Xalid Sadînî’nin kitapları burayla da sınırlı değildi. Peywend yayınlarında ki büyükçe odasında ki kütüphane ve diğerlerini yani hepsini bir araya toplarsak neredeyse bir şehir kütüphanesi kadar bir alanı kapsarlar. Yayınevinden birkaç kitap bize hediye etti.

Van seyahatimizin planlamasını Xalid yapmıştı. Planlamada Van’a gelişimizin ertesi günü yani 23 Ekim günü Xalid Sadînî bizi, eski Van Belediye Başkanı Mesut Öztürk ve Eski Gürpınar Belediye başkanı Zeki Yıldız ile Van gölünün kenarında bir kahvaltı yerinde bir araya getirdi. Kahvaltıda güncel konulara ilişkin sohbetler yaptık. Aynı gün dostumuz Kahır Bateyi’nin Sîtav yayınevini ziyaret ettik. Yayıncılık üzerine biraz sohbet ettikten sonra sabahtan kararlaştırdığımız Erek dağındaki Bediüzzaman Sa\'îd-i Kürdi’nin çilehanesine gittik.

Van şehrinin tabloyu andıran görkemli dağlarından Erek dağına gitmek için yola çıktık. Erek dağının eteklerine geldiğimizde yaklaşık bir kilometre yüksekliğinde dik yamacı tırmanmak gerekiyordu. İsmail Beşikçi’ye “Bu dik yokuşa çıkmayalım. Yokuş olduğu için ayağın kayabilir yokuştan nefesin kesilebilir” dedik ve bu düşüncesiyle buradan dönebiliriz dememize rağmen ısrarla yokuşa çıkalım dedi. Bu yokuşu hepimizden hızlı ve hiç durmadan heyecanla çıkması bizi şaşırttı diyebilirim. Hocam yorulmadınız mı? diye sorumuza karşılık “hayır hiç yorulmadım” demesi enteresandı. Çilehaneye vardığımızda sanki hafiflemiş gibiydi. Bizler nefes nefese kalmamıza rağmen o çok zindeydi.

Xalid Sadînî Çilehane’de İsmail Beşikçi’ye, Saidi Kurdi hakkında sorular sordu. İsmail Beşikçi “Çok uzun zamandır Bediüzzaman Saidi Kurdi’nin çilehanesini görmek istiyordum. Epey zamandır bu isteğim vardı. Bugün bu gerçekleşti. Kendimi çok hafif hissediyorum” dedi. Aynı sözü İBV kitaplarının altı kamyonla Ankara’dan İstanbul’a getirdiğinde söylemişti. Çok önemli Kürd aydınlarından Müküs’lü Hamza, Mehmet Mihri Hilav ve Şeyh Şefik Arvasi gibi değerleri yetiştiren 1900’lerin başında İstanbul’da kurulan birçok Kürd kurumunun kuruluşunda ve çıkarılan gazete ve dergilerinde yazılar yazan Saidi Kurdi’yi Çilehanesi’nde andık. Xalid Sadînî ve ben bu konuya ilişkin kısa konuşmalar yaptık. Buraya İsmail Beşikçi ve Xalid Sadînî ile gelmiş olmanın beni çok mutlu ettiğini söylemeliyim. İsmail Beşikçi’nin tarih ve toplum bilinci açısından tarihi mekanları Kürd aydınlarından çok istemesi ve hissetmesi altı çizilmesi gereken çok önemli bir özelliktir.

Çilehane’den sonra planlamamıza göre yöresel Kürd yemeklerinin yapıldığı Firavîn Restoran da Mesut Öztürk, İhsan Colemêrgî ve Ziya Avcı’nın da aralarında bulunduğu arkadaş gurubuyla güzel bir akşam yemeği yedik. Akşam yemeğinden sonra Ziya Avcı, Mesut Öztürk ve İhsan Colemergî’yle birlikte Xalid Sadînî’nin evinde buluştuk. Gece geç vakte kadar tarih ve toplum üzerine verimli uzun sohbetler yaptık. İhsan Çolemergî’nin, Selahaddin Eyyübi ve Urartu hanedanlığı ile ilgili konuşmalarından epey istifade ettiğimi söylemeliyim. Ayrıca Mesud Öztürk’ün yeni çağ ve bilişim teknolojisinin gelecekte insanlar üzerindeki etkileri ile ilgili sohbeti enteresandı.

Van seyahatimize göre gideceğimiz iki önemli mekân kalmıştı. Bunlardan biri Kürdistan edebiyatında ve tarihinde önemli izler bırakmış Feqiyê Teyran’ın, Kürd Mirlerinden Han Mahmud ve Avdal Han’nın, ilk Kürdçe gramerin yazarı Eli Teremaxi’nin ve 1900 yıllarında Kürt Teali Cemiyeti ve Kürd Neşri Maarif Cemiyeti kurucularından, Kürt Tamimi Maarif ve Neşriyat Cemiyeti Başkanı ve Jin dergisinin sorumlu müdürü Müküslü Hamza ve Kürdistan Dergisi sorumlusu Şeyh Şefik Arvasi’nin memleketi Müküs’tü. Diğer ziyaret edeceğimiz yer ise Zilan Deresi\'ydi. İnsanın kanını donduran soykırım mekanlarından Gelîyê Zîlan’dı. Kişi olarak bu tarihi mekanları görmek beni heyecanlandırıyordu. Sabah erkenden yola çıktık. Resmî ideolojiye göre Bahçesaray bize göre Müküs. Rakımı 3200 metreyi bulan yükseklikteki Krapêt dağının yolveren bir gediğinden sonra kıvrım kıvrım kıvrılan dehşetengiz bir yolun sonunda, bu haşmetli dağların eteklerinden doğan billir suların oluşturduğu Müküs Vadisinin derinliklerinde kurulan, belki nüfüs hacmiyle küçük olsa da tarihi bıraktığı izler açısından cesametinden çok daha görkemli bir kasabaydı. Kış aylarında yolların karla kaplanması yüzünden günlerce ulaşımın kesildiği bir yerdi. İşte buraya, bu alimler ve dağlar yuvasına gitmek beni heyecanlandırıyordu.

24 Ekim sabahı Müküs’e gidebilmek için Gürpınar Başkale yolunu takip edecektik. Bahçesaray yol kavşağından sağa doğru yukarı yöneldiğimizde solda bir sürü dağın küçükleriyle karşılaştık. Bir müddet sonra büyükçe Gorandeşt köyünden geçtik ve yolumuz Çatak\'a 20 km. kala yönümüzü güneybatıya çevirdik. Darinis (Narlıca) köyünü geçtik. Müküs’e doğru yöneldikçe sıra dağların birbiri ardına kümelendiğini sarp ve geçit vermez vadilerin, uçurumların olduğunu gözlemliyoruz. Gerçekten vahşi doğa bir o kadarda gizemli ve güzellikleriyle göz kamaştıran bir coğrafyaydı. Gördüğümüz dağlar, platolar, vadiler bir tablo gibiydi. Aracımızla yükseldikçe hava soğuyor ve karla kaplı Krapet dağlarının eteklerinden zirveye doğru tırmanıyorduk. Bu yükseliş heyecan vericiydi. Bir süre yükselip tekrar aşağıya yöneliyor, uçurumların kenarından kıvrılarak tekrar yükseliyorduk. Bu riskli yolculuğun en riskli dönemeçlerinde aracı kullanan Xalid Sadînî’nin çok usta olduğunu söylemeliyim hem usta hem de cesaretliydi. Doğrusu yükseklik korkusundan mı olsa gerek heyecanlandığımı ve zaman zaman korktuğumu itiraf etmeliyim. Ancak İsmail Beşikçi hiç bu durumdan etkilenmişe benzemiyordu. Hocam bu uçurumlardan korkmuyor musunuz diye sorduğumda hayır korkmuyorum demesi enteresandı.

Gorandest ve Darinis yörelerini geçip uzunca bir tırmanıştan sonra Krabet Dağının zirveye varmadan önce kardan korunmak için yapılmış Krabet tünelinden geçtik. Krabet dağının 3200 metre rakımlı yükseltisinde yapılmış bu kar tünellerinin uzunluğu 2000 metreydi. Bu tüneller Gülşen Orhan hanım efendi milletvekili seçildikten sonra, onun çabaları ile yaptırılmış. Tüneli geçtikten sonra Xalid aracımızı durdurdu. \"Burası\" dedi \"insanın her zaman gelebileceği bir yer değil. Onun için inelim ve buranın muhteşem havasını hissedelim\" diye devam etti. Hava çok soğuktu. Yerler karla kaplıydı. Başımızı gökyüzüne doğru kaldırdığımızda, sağlı sollu göğü delen dağların yükseltisini görmek insana ürküntü ve heyecan duygularını aynı anda tattırıyordu. başım dönmüştü bu muhteşem manzara ve görkemli dağların göğü delen yükseltileri karşısında. Burada resimler çektirdik. Zirvede biraz durup resimler çektikten sonra Müküs çayının doğuş yerini görmek için hareket ettik. Zirvenin bir alt kısmında tabloyu andıran muhteşem dağların ve vadilerin panoramik görüntüsü ile karşılaştık. Arabamızı burada da tekrar durdurduk.

Burası karlı bölgenin bir tık altında kalıyordu. Bu mıntıkada kar yoktu. Aksine parlak bir güneş vardı. Biraz önce konakladığımız karlı alanla aramızda 500 metre yoktu. Ama burası güneşlikti. Doğa inanılmaz güzeldi ve etkileyiciydi. Gulê Xanim’in hazırladığı kumanya ve termosa koyduğu çay molası verdik. Belki bir daha böyle bir manzarada çay sefası yaşamayacağız. Hiç unutamayacağım bir manzara ve çay molası diyebilirim. Bir araba durdu ve bize bazı şeyler sordu. Xalid Sadînî\'de onalara nereden geldiklerini ve bu dağın başında ne aradıklarını sordu. Onlarda Bingöllü olduklarını iş için geldiklerini söylediler. Arabadaki kişi bu manzara karşısında büyülenmişti. Böyle bir dağ manzarasını hayatında ilk kez gördüğünü ve korkuya kapıldığını söyledi. Bunun üzerine M. Xalid Sadînî arabasına koşup iki kitabını araçtakilere verdi. Onlarda sevindiler. Xalid Sadînî’nin bu yaklaşımı milletine ve ülkesine olan sevgisinin nişanesiydi.

Krabet dağının zirvesine çıkan ve aşağı doğru inen yollar asfalt. İnişe dolambaçlı yoldan aşağı iniyoruz. Aracımız dolambaçlı yolun uçuruma bakan tarafına yanaştığında doğrusu endişe ve korkuya kapılıyordum. Kazara arabanın lastiği kaysa hiçbirimizden eser kalmazdı. O esnada kendimden ziyade en çok Beşikçi’yi düşündüm. Müküs’e varmadan önce sağ tarafta Lêman köyünü geçtik. Müküs çayının doğduğu pınara uğrayıp öyle Müküs merkezine gidecektik. Doğru dağın içinden fışkıran Müküs nehrinin ilk çıkış kaynağına geldik. M. Xalid Sadînî bu suyun kışın debisinin çok yüksek olduğunu en düşük ayının ise Ekim ayı olduğunu söyledi. Ama buna rağmen Müküs nehrinin ilk çıkış kaynağı çok etkileyiciydi. Böyle bir kaynağa Rewandiz da Geliye Elî Beg’de rastladım. Yaz ayında gitmemize rağmen dağın içinden fışkıran su daha görkemliydi. Kürdistan’ın her yeri doğa harikalarıyla dolu. Müküs nehrinin içinden geçtiği Müküs vadisinde bu doğa harikalarından birisidir. Şimdi aracımızla Müküs merkezine ve oradan Müküs vadisinin kuş uçmaz kervan geçmez yamaçlarından Bedar’a kadar ineceğiz.

Lêman köyü ve Müküs nehrinin kaynağı Müküs vadisinin tabanında kalıyor. Buradan kısa bir yol kat ederek Müküs merkezine geldik. Xalid Sadînî bir gün öncesinden Han Mahmut ve Evdal Han\'ın torunlarından eski belediye başkanı ve Şeyh Şefik Arvasi’nin akrabalarından Naci Orhan Bey\'le telefonla konuşmuştu. Müküs merkezine gittiğimizde Naci Orhan Bey ve çevresindeki Müküs’ün ileri gelenleri bizi karşıladılar. Müküs merkezinde yol kenarında bir dükkânın önünde tabureler konuldu. Hoş geldiniz sohbeti ve çay içildi. Kısa bir dinlenmeden sonra Naci Bey bizi evine götürdü.

Naci Bey Müküs Emirliği\'nin en son temsilcisidir. Burası 1514 yılında Kürtlere Osmanlılar arasında yapılan Amasya Antlaşması çerçevesinde yaklaşık olarak 400 yıldan fazladır bu aile tarafından yönetilmektedir. Cumhuriyet kurulmadan önce küçük bir Beylik/emirlik merkeziydi. Botan miri Bedirhan Bey ve Hakkari Beyi Nurullah Beylerle beraber kurdukları kutsal ittifakın üçüncü ve belki de en gözde temsilcisi Han Mahmut onun atalarındandı. Onun evi şehrin tepesinde, her tarafa nazır kartal yuvası olarak tanımlayabileceğimiz bir konumdaydı. Ev yeni yapılmış henüz tamamlanmamış. Yanılmıyorsam boya ve ufak tefek yapılması gereken yerler kalmış. Evin etrafı yüzlerce meyve ve başka ağaçlarla kaplıydı. Bu ağaçları Naci Orhan tek tek elleriyle diktiğini söyledi. Bir süre evinin önünde yeşillikler içinde bahçede oturduk. Daha sonra içeriye yemeğe alındık. Naci Orhan’ın dostları ve yakınlarıyla birlikte yemek yedik ve sohbetler yapıldı. Yemek ve çay faslından sonra evin ikinci katının Müküs’e bakan büyükçe balkonuna alındık. Bu balkondan Müküs cennetten bir vaha gibi görünüyordu. Kürdistan’ın en güzel yerlerinden biri kesinlikle Müküs\'tür. Her Kürdün mutlaka buraya gelmesi ve Feqiyê Teyran\'ı ziyaret etmesini isterim. Evin balkonunda her kes tek tek İsmail Beşikçi ve bizlerle resimler çektirdiler. Naci Orhan ailesi ile görüşmemiz bittikten sonra Naci Orhan’ın yeğenlerinden Emrullah Orhan ve Remzi Orhan bizi Mezra Şeyhan’da dere kenarında ki İbrahim Sungur\'un evine götürdü. Yolda giderken Emrullah Orhan bize klamlar söyledi. İyi bir dengbêj olan Emrullah Orhan ve Remzi Orhan’ın bize ve Beşikçi’ye olan içten ve sıcak yaklaşımlarını unutmuyorum. Emrullah Orhan bizi İbrahim Sungur’a götürdü. İbrahim Sungur bir dönem HEP parti meclisinde görev almış biriydi. Şimdi Kürd dili ve siiri üzerine çalışmalar yapıyor. Kendisine ziyarette bulunduk. Bizi evinde ağırladı. Genel Kürd çalışmaları üzerine sohbet ettik. Bir kitabını bize hediye etti. Çay sohbetinden sonra Feqiyê Teyran\'a gitmek için yola çıktık.

Feqiyê Teyran’ın kabristanı Müküs vadisi içinde ağaç ve kuş cıvıltılarının olduğu bir cennet bahçesi içerisinde. Feqiyê Teyran\'ın Müküs vadisi içinde şair olması tesadüf değil. Bin bir çiçeğin, ağacın, kuşun ve börtü böceğin olduğu bir yerde insan şair de olur edebiyatçı da olur. Mezra Şeyhan’dan Feqiyê Teyran\'ın kabristanının olduğu Werezoz’a asfalt olmayan altı uçurum olan patika yoldan aracımızla ilerliyoruz. Krabet dağından aşağı vadiye inerken yaşadığımız korku, endişe ve heyecanı burada da yaşadık. Bu yolun dezavantajı hem toprak yol olması hem de daha dik uçurumların oluşuydu. Vadiden aşağı indikçe aşağıya bakmaya cesaret edemiyor insan. Müküs nehri vadinin en dibinden akıyordu. Kıvrıla kıvrıla nihayet Feqîyê Teyran’nın kabristanına geldik.

Kabristan yüksek aluç ağaçları arasında kaybolmuştu. İçinde bulunduğumuz ortam hafif rüzgârın ağaçlara çarparak çıkardığı sesler ve kuş cıvıltıları ile yankılanıyordu. Sanıyorum kuşların hocası Feqîyê Teyran kabristanında kuşlarıyla konuşuyordu. Bir an şöyle bir hisse kapıldım. Kabristanda Feqiye Teyran’ın anısına İsmail Beşikci, Xalid Sadînî ve ben birer konuşma yaptık. Kabristan’a girişte özel olarak yapılmış taş yoldan geldiğimiz gibi yürüyerek gittik. Kabristana giden bu yolun sağı ve solu ağaçlandırılmış ayrıca Feqîyê Teyran’ın şiirlerinin olduğu estetik tabelalar vardı. Bu tabelaların üzerindeki Feqîyê Teyran’ın şiirlerini okuyarak arabamıza vardık. Uzun yıllardır hayalini kurduğum Feqîyê Teyran’ın mezarını ziyaret etmek ve Müküs şehrini görmeyi böylece gerçekleştirmiş olduk. Ve bu gezimizi İsmail Beşikçi ve Xalid Sadînî’yle gerçekleştirmiş olmak ayrı bir keyifti.

Vadinin en üst noktasından Müküs nehrinin geçtiği vadinin tabanına inmek çok zahmetliydi. Toprak ve patika yollardan dolana dolana uçurumların kenarından iki saati bulan bir yolculuktan sonra vadi tabanına indik. Vadi tabanına inen yolun üzerinde Pervari’ye bağlı üzüm bağlarıyla meşhur Ozim köyünün yanından geçtik. Müküs nehri üzerinde bir köprü vardı. Arabayla köprüyü geçtikten sonra köprü üzerinde vadiye ve sarp kayalara bakan yerlerde fotoğraflar çektik.

Hava kararmak üzereydi. Bir an önce yola çıkıp Van’a gitmemiz gerekiyordu. Yol boyunca ilgimi çeken iki olay oldu. Bunu anlatmadan geçemeyeceğim. Yolda yürüyen Kürd kadınlarına yol tarifini sorduğumuzda kendilerinden emin, vakur ve içten yolu tarif etmeleri bir diğeri de 20 yaşlarında bir gence yine yol tarifini sorduğumuzda hiç tanımadığı ve yabancı olduğumuzu bildiği halde evine misafirliğe davet etmesi Kürdlerin misafirperver, insan sever, vakur ve mert olduklarının göstergeleriydi. Bunları görünce insanımızla gurur duydum. Bugünkü yolculuğumuz Pervari’ye bağlı Bêdar’ın içinden geçerek Hizan, Tatvan, Reşadiye ve Gevaş üzerinden akşam geç vakitte Van’a döndük. Planlamamızda Saidi Kurdi’nin köyü olan Nurs köyüne gitmek vardı. Ancak bu gerçekleşmedi.

24 Ekim akşamı Xalid Sadînî’nin kayın biraderi Av. Abdülkadir Adıyaman’ın uzun yıllar sonra doğan Robin Cıvan ve Solin isimli ikiz bebeklerini görmek için evine gittik. Akşam Xalid Sadînî’nin yakınları ve tanıdıkları bizi görmeye gelmişlerdi. Çeşitli konular üzerinde sohbetler yapıldı. Sohbet Güney Kürdistan’ın durumuyla alakalı bir noktaya geldi. Bir arkadaş Güney Kürdistan’a gittiğini ancak Hewler kalesinin çevresindeki yolların ve yapıların kirliliğinden bahsetti. Bunun yanı sıra yolsuzluklardan vs. bahsetti. Güney Kürdistan’ın onun üzerinde bıraktığı iz buydu. Bende 1993 yılında Güney Kürdistan’a gittiğim de bütün şehirlerin köyleri andırdığını, yolların çok kötü olduğunu, duble yol, köprü ve tünellerin olmadığını bugün ise Avrupa şehirleri seviyesine yakın modern bir seviye geldiğini anlattım. Ayrıca Irak bütçesinin yüzde doksanı Irak’a gitmesine rağmen Bağdat, Basra, Necef ve Tikrit’in çamurdan geçilemediğini susuzluk yaşadıklarını söyledim. Kürdistan ile ilgili negatif algısı olan bu arkadaşa “Güney Kürdistan’a gittiğinizde Kürdistan bayrağı ve şehirde gezen Kürd asker, polisler ve federal devletin kurumları sizi hiç heyecanlandırdı mı?” Sorusuna farklı yanıtlar vererek cevaplandırdı.

Bu yaşanan olayla geçen gün televizyonda Bulgar göçmeni Rapçı Türk müzisyen Ramiz Bayraktar’ın Halk TV’de ki konuşmasını kıyasladığımda milli duygu açısından büyük bir farkın olduğunu gördüm ve üzüldüm. Rap Türk müzisyeni Ramiz Bayraktar “Biz 1984 yılında Bulgaristan’dan anavatanımız Türkiye’ye geldiğimizde baba ve dedelerimiz toprağı ve bayrağı öptü, hepimiz büyük bir mutluluk yaşadık” dedi. Müzisyenin duygu ve düşünceleri son derece doğal ve olması gerekendi. Ancak bir Kürdün Güney Kürdistan’a gittiğinde bu duyguları yaşamaması milli bilinç, milli ruh ve milli mefkûre gibi kavramların Kürd toplumu içinde çok zayıf olduğunu göstermesi açısından ilgi çekicidir.

Dönüş günümüzü 25 Ekim olarak belirledik. Ancak bugün gitmemiz gereken sadece bir mekân kalmıştı. O da 1930 yılında yaşanan Geliyê Zilan katliamının yapıldığı vadiyi görmek ve katledilen insanlarımızı anmaktı. Bu yaşananlar Kürt milleti için büyük bir acı ve trajediydi. Zilan Katliamı Türkiye Cumhuriyeti’nin en kara sayfalarından biriydi. Yaşlı, çoluk, çocuk, kadın 30 binin üzerinde insan Zilan deresinin içinde kıyıma uğratılmıştı. Bu soykırımda uçaklarda kullanılmıştı. İnsanlar toplu kıyıma uğratılırken soykırımın eksiksiz yapılması için birinci ölüm mangasının arkasına ayrıca iki ölüm mangası daha konulmuştu. Eğer ilk manga öldürmekten imtina ederse diğer manga ilk sıradaki mangayı öldürecekti. Bu şekilde soykırım firesiz uygulandı. 25 Ekim sabahı Xalid Sadînî, İsmail Beşikçi, Ziya Avcı ve ben birlikte aracımızla önce Muradiye şelalesine uğrayıp ardından Zilan deresine doğru yol aldık. Yaklaşık bir saatlik bir yolculuktan sonra Zilan deresine vardık. Bu gezimize yazar ve tercüman Ziya Avcı’da vardı. Ziya Avcı Soranice’den Kurmanci’ye onlarca kitabın çevirisinde büyük hizmetleri olan kıymetli bir aydınımızdır.

Soykırım mekanına geldiğimizde içimi büyük bir hüzün kapladı. Vadiye baktım. Kadınların ve çocukların çığlığını duyar gibiydim. Vadinin sırtına çıktık. Önce İsmail Beşikci bir konuşma yaptı. Soykırımın nasıl yapıldığını anlattı. Yukarıda anlattığım ölüm mangalarının vahşetini anlattı. Ve Zilan deresinde katledilen masum insanlar andı. Ve soykırımı lanetledi. Sonra ben konuştum. Bende 1925 yılından itibaren çıkarılan Şark Islahat Planından bugüne kadar sürdürülen soykırım operasyonunun kilometre taşlarından birinde Zilan deresi katliamı olduğunu ve bu soykırımın bugünde devam ettiğini söyledim. Daha sonra Ziya Avcı ve Xalid Sadînî duygu ve düşüncelerini anlattılar. Hepimiz soykırımı lanetledik ve ölen insanlarımızı saygıyla andık.

Bellek ile mekân arasındaki ilişki mekân üzerinde yaşanmış olaylarla şekillenir. Bu nedenle mekanlar, bir millete ait yaşanmış olayların izlerini taşıyor olması açısından önemlidir. Yaşanmış olayların izlerinin belleğe kaydedilmesi mekanların korunması ve yaşatılması ile hayat bulur. Yaşanmış olay ve olguların ne kadarının hafızaya kaydedildiği toplumsal duyarlılık ve milli bilinçle alakalıdır. Tarihsel mekanlar, tarih bilincini, bellek ise milli bilinci besleyen pınarlardır. Olayların mekânsal olduğu, mekanların da hafızasının olduğu düşünülürse tarihi mekanların ve tarihi şahsiyetlerin ne kadar önemli olduğu anlaşılır. Çünkü bilgi yani bilinç bu olgular sayesinde oluşur. Mekanlar, yaşanmış ve yaşanmakta olan olumlu ve olumsuz olayları belleklerinde kodladıkları için Palu Köprüsü tarihsel mekânı buna örnek gösterilebilir. Mekanlar yaşanmış olan her şeyi hafızalarına kaydederler. Özetle Palu Köprüsü ve Gelîyê Zîlan gibi mekanlar hafıza işlevi gördükçe bu katliamlar unutulmayacak ve Kürt tarihinden de silinmeyecektir.

Sonuç olarak 20 Ekim’de başladığımız gezi programımız çok verimli olarak sonuçlandığını söyleyebilirim. Tarih bilinci, ulus bilincinin mihenk taşıdır. Eğer tarihi mekanlarınızı bilmezseniz tarihinizi öğrenemezsiniz. Tarihinizi bilmezseniz ulus bilinciniz oluşmaz ve ulus olamazsınız, eğer ulus bilinciniz gelişkin değilse özgürleşemezsiniz ve tarih sahnesinden tıpkı Sümerler gibi Hititler gibi Akadlar gibi yok olur gidersiniz. Ve bu zengin kültürünüz, sanatınız çalınır, yağmalanır ve bölgenin “kasap kuşlarının” kilerlerine yem olursunuz.

3 Aralık 2021

İbrahim Gürbüz

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Nerina Azad
Bu makale toplam: 4892 kişi tarafından görüldü.
Son Güncellenme:15:46:46