Yeniden bir “barış süreci” ihtimali var mı?
Türkiye Devleti’nin Kürtlere ve Güney ve Güneybatı Kürdistan’ına yönelik politikası nedir?
Son yıllarda Kürt toplumunun demokratik sivil siyasete ilgisi ne ifade ediyor ve sivil siyasetin açmazları nelerdir?
Bu üç başlığı bu makale içinde tartışmaya çalışacağız.
Sömürge toplum ile sömürgeci devlet arasındaki sorunlarda çözüm ortamının oluşması için bazı şartların oluşması lazım. Normal sömürgeci devletin (denizaşırı sömürgeye sahip devlet) sömürge tutmasının en önemli nedeni oranın yeraltı yerüstü zenginlik kaynaklarını sömürmektir. Sömürgeci devlet bu kaynakları ülkesine taşıyabilmek ve yerli halkın isyanlarını bastırmak için askeri ve ekonomik bir yatırıma ihtiyaç duyar, masraf yapar. Elde edilen kaynaklar sömürgeyi elde tutmak için yapılan masrafların altındaysa, isyanlara karşı tutunma riski büyümüşse sömürgeci devlet sömürge ülkeden askeri olarak çekilmeyi tercih eder. Oraya sermaye ihraç ederek yeni bir sömürü mekanizmasını devreye sokmayı tercih eder. Ancak Kürdistan gibi parçalanarak devlet sınırlarına dahil edilmiş statüsüz sömürgelerde, egemen devletin inkar üzerine kurduğu “ülke ve millet bütünlüğü” siyaseti, daha farklı içerik ve boyutlarda şekillenir, devletin ve milletin bekası olarak bir önem atfedilir. Bu iki sömürgeci yönetim uygulaması kaygılar, ilişkiler ve mücadele perspektifi bakımından birbirlerinden farklıdır. (bkz, yazım ‘da konu daha detaylı işlenmiştir.)
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kuruluşundan bu yana Kürtlerin ve Kürdistan’ın varlığını ret ettiğinden Kürt sorunu diye bir sorun kabul etmiyorlar. Ancak 1.Dünya Savaşı’ndan sonra dağılan Osmanlı İmparatorluğu’nun elden çıkmış Güney ve Güneybatı Kürdistan coğrafyasında hak talepleri Misak-İ Milli hayıflanmaları ile devam ediyor. Kürdistan’daki zenginlik kaynakları geçmişten beri Türk devletinin iştahını kabartmaktadır. Musul meselesini gündemde tutmalarının nedeni kendilerince şartlar olgunlaştığında veya kendisi şartları olgunlaştırdığında bu bölgeyi işgal etmektir. Lozan’ın gizli maddeleri yumurtlamalarının nedeni budur. Son dönemlerde savaş sanayisindeki büyüme Türkiye’nin işgal hevesini daha çok kabarmıştır. Bugün Güney Kürdistan’da 2005’ten beri federe bir yapı vardır ve Kürtler 1991’den beri kendi bölgelerini yönetmektedirler. Güneybatı Kürdistan’da ise PYD öncülüğünde kontrol edilen bir coğrafya vardır. Bu iki Kürdistan parçası PKK bahane gösterilerek her gün saldırıların hedefi durumundadır.
Osmanlı döneminde Anadolu toplumu halklar mozaiği durumundaydı. Toplum tek bir milletten değil, birçok milletten oluşuyordu. Son dönemlerinde Türklüğü Müslümanlık üzerinden kurgulamak İttihat Terakki’nin politikasıydı. Osmanlı çökerken İttihat Terakkiciler toplumu tekleştirmek için büyük günahlar işlediler. Gayri Müslümleri yok ettiler, sürgün ettiler. Müslümanlardan bir millet yaratmak için sağ kalan gayri Müslümleri gönderip yerine dışarıdan getirdikleri Müslüman topluluklardan Türk milleti yaratmaya başladılar. Müslüman Kürtleri de bu kategoriye tabi tutular. Varlıklarını inkar edip onları Türkleştirmeye başladılar. Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte Kürtler artık resmi söylemden çıkarılmışlardı. Dilleri, kültürleri yasaklanmıştı. İtirazları katliamlarla cevap buluyordu. Bunu da devletin ve milletin birliği için gerekli bir şey olduğunu topluma enjekte ettiler. Bu egemen ideoloji ile toplumla devlet arasında Barış Ünlü’nün ifadesiyle Kürtlere karşı uygulanan devlet politikasının hoş görülmesi yönünde bir “sözleşme” sağlanmıştır. Bu “sözleşmeye” toplumun büyük bir kesimi dahil edildi. Böylelikle devletin inkar ve baskı siyaseti Türk tarafını rahatsız etmiyor. Devlet-millet onayıyla büyük bir mutabakatla yürütülmektedir. İktidarıyla muhalefetiyle, dindar ve laik kesimlerle, sağcısı solcusuyla tüm kesimler bu “sözleşmeye” dahildir ve izlenen inkar ve sömürü politikasının bir parçası durumundadır.
Kürt tarafında ise devleti çözüme zorlayacak bir durum yok. Bazen zorlamalar olsa da genel olarak Kürtleri de kontrol altında tutabiliyorlar. Kürt siyasi çevresi içinde yer alan Kemalistler ve devletin dindarları sayesinde Kürt milli mücadelesini ekseninden çıkarabiliyor. Bu etkin kontrol sağlanıyorken ve genel olarak Türk siyasetinin dizaynı bu kontrol üzerinden sürdürüle biliniyorken devletin yeni bir “çözüm süreci”ni düşündüğü söylemek akla yakın değil. Türk solunun ideolojik kontrolü altına girmiş egemen Kürt siyaseti, Kürt milli sorununu gizlemek peşinde. Sınıf sorunu, kadın sorunu, demokrasi sorunu olarak Kürtleri, Türkleri, bölgeyi ve dünyayı özgürleştirmeye soyunmuş. Oysaki Kürt sosyolojisinin karşılığı bunlar değil.
Bir zamandır Kürt çevresi içinde birileri iktidar güzellemesi maksadıyla veya gerçekten inanarak yeni bir çözüm sürecinin başlayacağı yönünde açıklamalarda bulunuyor. Özellikle iktidara yakın kesim içinden, iş insanları içinden ve hatta Kürt siyasetçileri içinden bu sözler zaman zaman dile getiriliyor. Son hükümet yapısı içinde kökeni Kürt olan dört bakanın bulunmasının iktidarın sorunu yumuşatmaya meyilli olduğunun işareti olduğuna inananlar da var. Bu inanç ve söylemleri yürütenlerin içinden bir kesim devletin gerçekten sorunu çözmeye yönelik samimi olduklarını ancak PKK ve HDP çevresinin davranışlarının süreci bozduğuna inanmaktadır. PKK ve HDP’nin izlediği politikalar elbet tartışılmalıdır, tartışacağız da ama bu söylemler gerçeği ifade etmiyor.
Bu yıl, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun yüzüncü yılı. Kürtlerin inkarı ve Türkleştirilmesi üzerinden devlet ve millet yapılanmasının esas alındığı bir yüzyıl. İnkar, asimilasyon, isyanlar, direnişler, katliamlar, cezalandırmalar ve işkencelerle geçen bir yüzyıl.
Bu yüzyılda dört parça Kürdistan’da önemli gelişmeler oldu, isyan ve direnişler hiç durmadı. ABD’nin 1991’de körfez müdahalesi yeni bir dönemin kapılarını araladı ve 2005 yılında Güney Kürdistan federe bir statüye kavuştu. Bu gelişme Kürtlerin resmi bir statü kazanması açısından bir ilkti.
1925 Şeyh Said, 1926-1930 Ağrı ve 1937-38 Dersim isyan ve direnişlerinden sonra 1950’lerde başlayan aydınlar mücadelesi, 1965 TKDP kuruluşu, 1969’da DDKO’nun kuruluşu, 1970’lerde Kürt siyasi grup ve partilerinin Kuzey Kürdistan’da kitleselleşmesi Kürtlerin hiç sönmeyen mücadele azmini işaret ediyor. 1984 yılında PKK Kuzey Kürdistan’da silahlı mücadele başlattı ve bu mücadele çok geniş bir kitleyi ve alanı etkiledi. Devletin terör sorunu olarak gizlemeye çalıştığı sorun gizlenemeyecek boyutlara ulaşmıştı. 1999 yılında PKK lideri Öcalan’ın ele geçirilip kontrol altına alınması ile devlet bir takım düzenlemelerle sorunu etkisizleştirmenin yollarını aradı.
2005 yılında yeni politikaların bir gereği olarak, Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, ilk olarak bu kadar açık, Kürtlerin çözüm gerektiren sorununun varlığından bahsederek umudu gıdıklayan açıklama yaptı. 2009 yılında ise ciddiyeti tartışılan, hiç kimseyi tatmin etmeyen ama çoğu kesim tarafından olumlu bir adım olduğu kabul edilen, “Millî Birlik ve Kardeşlik Projesi” adıyla kamuoyu tarafından “çözüm süreci” olarak adlandırılan çatışmasız bir süreç başlatıldı. 22 Temmuz 2015’te Şanlıurfa Ceylanpınar’daki meçhul cinayete kadar değişik gelgitlerle devam etti.
Bu süreçte devlet bölgede kalekollar inşa ederken PKK’de zafer anıtları dikiyordu. Öcalan’la, HDP ile, Kandil ve Oslo’da PKK ile görüşmeler başlatıldı. PKK dışındaki siyasi gruplar sürece temkinli yaklaştılar. Ancak, büyük acıların yaşandığı çatışmaların sona ereceğini, kısmen baskıların azalacağı umuduyla toplum genel olarak destek verdi. Her ne kadar Devlet ve PKK taraflarınca hem niyet olarak hem de beceri olarak süreç kötü yönetilmiş olsa da toplum barış döneminin geleceğine inandı. Yapılan seçimlerde HDP bölgeyi kendi renklerine boyadı. HDP, kendisine oy veren 6 milyon Kürt kitlesinden meydana gelen destekle yerel iktidarı ele geçirdi. Yerel yönetimler yeterince değerlendirilmese de bunlar cumhuriyet tarihinde hem devlet için hem de Kürtler için yeni bir durumdu. Türkiye’de, belki de Kürt tarihinde başka bir benzeri olmayan bir genişlikte ve tüm Kürtlerin canla başla sahip çıkması gereken duygusal milliyetçi bir alan (bkz: 1 yazım ve 2 yazım ) oluşmuştu. Bu alan Kürdistan’da yaşayan toplumu içerdiği gibi, bir şekilde metropollerde yaşamak zorunda bırakılmış, bir kısmının ana dilini konuşamayan ama kendini Kürt toplumunun etnik-duygusal bir parçası kabul eden sayıları milyonları bulan bir kitleyi de ifade ediyor. Bu yeni durum devletin yüzyıllık siyasetinin istenilen boyutta etkili olmadığının bir ifadesiydi. Devlet hiç olmadığı kadar korktu ve tedbir alma ihtiyacı duydu. Kayyım siyaseti, Kürt siyasi kadroların cezalandırılması, oluşan duygusal milliyetçi alanın parçalanması çalışmaları devletin bu tedbir siyasetinin bir parçasıdır. Yani bir anlamda “çözüm süreci” devletin hiç istemediği gelişmelerin oluşumuna yol açtığı için devlet büyük bir pişmanlık içerisinde eski baskıcı siyasetine geri döndü ve “çözüm süreci” gibi bir yeni girişimin önünü yıllarca kapatmış oldu. Bölgede olağanüstü durumlar gelişmediği sürece devletin yeni bir “çözüm süreci”ne dönmesi beklenmemelidir.
Bu arada dikkatten çıkarmamamız gereken önemli bir durum var. Aile fertleriyle birlikte nerdeyse Kürtlerin yarı nüfusuna sahip duygusal milliyetçi alan kitlesi duruşunda diretiyor. Sorundan kaçmaya çalışan HDP “Türkiyelileşme” siyaseti izlerken duygusal milliyetçi alan içindeki Kürtler seçimlerde Kürdi duruşunu devam ediyor. “biz HDP’ye Kürt partisi olduğu için oy veriyoruz” veya “kendimize (Kürtlere) oy veriyoruz” derken HDP de “biz Kürt partisi değiliz” demede ısrar ediyor. Toplum, milli duruşuyla normalleşirken siyaset milli değerlerden uzaklaşarak anormalleşiyor. Eşitlik olmadan kardeşliğin olacağına inanıyor. Türkiye’de eşitlik ve özgürlük sağlanmadan Kürtler açısından kardeşlik, barış, demokrasi, kadın hakları, çevrecilik gibi kulağa hoş gelen laflarla siyasetin öne çıkarılması arabayı atın önüne koymaktan başka bir şey olmasa gerek.
Önümüzdeki en büyük çıkmaz, tarihte yaşadığımız kötü örneklerin devamı olarak Kürt siyasetinin duygu birliği oluşturamamış olmasıdır. Güney’in ve Güneybatı Kürdistan’ın ABD’nin kısmi koruması altında varlıklarını devam etmesi önemli bir gelişme olsa da asıl güvencemiz olan birlik veya işbirliği sağlanmış değil. Tam tersine doğrularını mutlak doğru kabul edenler olduğu gibi sömürgeci devletlerle kendi gerekçeleri doğrultusunda işbirliği yapanlar özgürleşme süreci yaşayan alanları tehlikeye sokmaktadırlar.
Yazar, siyasetçi, entelektüel eli kalem tutan neredeyse her kes kendi dışındakileri düşman ve hainlikle suçlarken, kimleri kapsadığı anlaşılmayan birlik çağrısı yapıyor. Geçmişte birbirimize büyük acılar yaşatmış olabiliriz. Milletimizin geleceğini kişisel duygularımıza, geçmişte birbirimize yaşattığımız acılara kurban edemeyiz. Tarih bize birliğimizin zorunluluğunu anlatıyor. İlk adım farklılıkları, karşıtları, rakipleri düşman kategorisinden çıkartmakla başlar. İç siyaset düşman kabul etmez, iç siyasetten düşman kavramını çıkartmak zorundayız. Biz birbirimizi düşman belerken, devlet ise hepimizi düşman görmektedir.
Kürtlerde uzlaşma kültürü zayıf olduğu gibi uzlaşma tecrübesi gelişmemiştir. Uzlaşma için aynı düşünce kalıbına ihtiyaç duyarız. İşbirliği veya birliği tek tip bir yapı, eleştirisiz bir oluşum olarak kabul ediyoruz. Oysa işbirliğine duyulan ihtiyaç farklı düşüncelerden yararlı sonuçlar çıkartmaktır. Birliğin gücü farklılıktan gelir. Bizim, birbirimize tabi olmaya değil, birbirimizi sert de olsa iyi duygularla eleştirebileceğimiz bir birliğe ve işbirliğine ihtiyacımız var. İşbirliği, farklılıkların ortak duyguyla bir arada duruşudur. Ne yazık ki bizde doğrular değişmez kalıplar gibi anlaşılmaktadır. Aslında doğrularını esnetemeyen bir siyasetin gerçek anlamda doğrusu yoktur. En azından birbirimizi duyacak yakın mesafede olmak zorundayız. Tüm vatanımızın işgal edilme tehlikesi varken, tüm kazanımlarımızın elimizden alınmak istendiği açıkken işgal merkezlerine gerekçe hazırlayacak tutumlardan kaçınmak ve bu konuda birbirimizi uyarmak birincil ulusal görevimizdir. Duygusal milliyetçi alan siyasetçilerinden bunu bekliyor. Bu milli alanı tapulu malımız gibi hor kullanırsak bir yüzyıl daha kaybetmeye mahkum oluruz.
Mart 2024’te yeni bir mahalli seçim var. Biliyoruz ki Kürtlerin şehirlerini yönetmeleri ve gerekli hizmetleri yapsınlar diye seçtikleri yerel yöneticiler 2016 tarihinden beri görevlerinden alınarak yerlerine kayyım olarak devlet görevlileri atanıyor. Hiç kimsenin şüphesi olmasın ki önümüzdeki seçimde seçilen belediye başkanlarının da yerlerine kayyım atanacaktır. Bunun nedenlerini yukarıda anlatmaya çalıştık.
Devletin kayyım atarken kullandığı “terörle iltisaklı” gerekçesinin çoğu yerel yöneticiler için yerinde olmadığını biliyoruz. Kayyım uygulamalarının devam edeceğinin bilinciyle önümüzdeki yerel seçimde adaylar belirlenirken çok daha dikkatli davranmak gerektiğini bilmemiz lazım. Bunun için Kürt toplumu içindeki farklı kesimlerin bir araya gelip ortak tutum geliştirmeleri gerekiyor. Olay aday pazarlığı yapacak kadar basit değildir. Ancak bunun yanında bahane arayan ve her şartlar altında bahane bulacağını tahmin ettiğimiz devletin saldırılarını zorlaştırmak için illegal ilişkileri olmuş, hakkında soruşturma başlatılmış insanları aday göstermekten kaçınılması gerekir. “Onlar kayyım atarsa biz yeniden kazanırız” gibi donkişotluk yapmak doğru bir siyaset değildir. Bu tam da Yunan mitolojisindeki Tanrı Zeus tarafından çok büyük bir küre kayayı dik bir tepenin doruğuna yuvarlamakla cezalandıran Sisifos’un her seferinde tepenin belli bir noktasına taşıdığı kaya kürenin yeniden aşağıya yuvarlandığı hikayesine benzeyecektir. Burada doğru, dikkatli, ortak kararla hareket etmenin can alıcı zorunluğu karşımızda duruyor. Siyasi kaygılardan uzak, işe uygun yerel yöneticiler seçip, içişlerine karışmadan, başarılarını destekleyip topluma hizmet anlayışını etkin kılmak lazım. Bu kaçınılmaz milli bir görev olarak önümüzde duruyor. Ve en önemlisi hiç kimse düşünmesin ki, devlet, rakibi etkisizleştirirse kendisine bir avantaj kapısı açılacaktır.
İbrahim Küreken
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.