Birinci Dünya Savaşı sonrası, 1918-1923 Mondros-Lozan süreci sonunda, Osmanlı Devleti, Türkiye Devleti’ne dönüştü. Bu sürece, “İstiklal Savaşı Yılları”, “Kurtuluş Savaşı Yılları”, “Millî Mücadele Yılları” gibi adlar verilmektedir. Kürdler ise bu süreci az veya yanlış bilmektedir. 1922 yılındaki bir aylık Türk-Yunan savaşı dışında, bu süreçte silahlı bir savaş olmamasına karşın Anti-emperyalist bir savaştan, yedi düvele karşı bir savaştan söz edilir. Süreç için, adeta şehir efsanesi gibi kuruluş hikâyeleri yaratılmıştır. Bu sürece, Kürdlerin “kurucu unsur” olarak katıldıkları, yeni devletin Türkler ve Kürdlerin işbirliğiyle kurulduğu şeklinde yaygın ama tartışmalı bir görüş de vardır.
Bu görüş esas olarak, 1920 yılı başında, İstanbul’da toplanan son Osmanlı Meclisi Mebusan’da Mustafa Kemal’in arkadaşları (Felah-ı Vatan grubu) tarafından mecliste kabul ettirilen “Misakı Milli” belgesi ve M. Kemal’in bazı konuşmalarına dayandırılmaktadır. Misakı Milli belgesinde, yeni devletin sınırlarının, Türklerin ve Kürdlerin çoğunluk hâlinde yaşadığı bölgeleri kapsayacağı tasarlanıyordu. Oysa bu belgeyi, Mustafa Kemal bile tamamıyla benimsemedi. Lozan Konferansı’ndaki resmi görüşmelerin dışında, İngilizlerle yapılan çeşitli istikşafı (!) görüşmelerden sonra Musul İngilizlere terk edildi ve bu belge delindi. Aslında bu, Mustafa Kemal Paşa-İsmet Paşa ikilisinin derin bir akılla, Kürdleri devre dışı bırakması operasyonuydu…
Diğer taraftan, cumhuriyet kurucularının, Türkleri ve Kürdleri birlikte kurtarmak istedikleri, her kimse (!) birilerinin bunu engellediği de iddia edilir. Aslında tek ulusa (Türk ulusuna) dayalı bir devlet tasarısı, 1911’den itibaren İttihat-Terakki tarafından planlandı; bu amaçla savaş içinde 1915 Ermeni ve 1916 Kürd tehcirleri gerçekleştirildi. Tek ulusa dayalı devlet yapılanması sürecini, 1911-1918 yılları arasında İttihatçılarla başlattı, 1919-1923 yılları arasında Kemalistler tamamladı. Hep söylerim, Kürdler esas olarak, 1923-1938 yılları arasındaki on beş yıllık Erken Cumhuriyet döneminde değil, 1908-1923 yılları arasındaki on beş yıllık Geç Osmanlı döneminde kaybettiler.
1923 yılına kadar Kürd ve Kürdistan inkârı yoktu; tam da bu süreçte bir “Kürd Sorunu” yaratıldı. 1924 anayasasında herkesin Türk olduğu belirtildi. Buna rağmen Kürd ayaklanmaları olmasaydı durum başka türlü olurdu, Kürdler arkadan vurdu, ihanet ettiler şeklindeki iddialar da vardır; doğru değildir. Aksine, verilen sözler tutulmadığı için, ayaklanmalar başladı;1924’ten sonra. Daha önceki dönemler bir yana, bu süreç, Kürdler için, esaretin başlangıcıdır. Bu süreç, Kürdleri eritme yok etme politikalarının, Kürd karşıtlığı üzerinden Türk ırkçılığının geliştiği yılların başlangıcı; Kürdistan’ın parçalanması, paylaşılması sürecidir. Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki uygulamalar, bitmiş bir tasarının eksikliklerinin tamamlanması sürecidir sadece.
Bu süreci doğru anlamak için, 1918-1923 yılları arasındaki baş döndürücü gelişmeleri iyi incelemek, İttihatçıları, İttihatçıların devamı Kemalist hareketi ve sürecin baş aktörü Mustafa Kemal’i ve Kürdlerle ilişkilerini iyi bilmek gerekir. M. Kemal ilk kez, I. Dünya Savaşı sırasında, 1916-1917 yıllarında Kürdistan’da, Silvan-Diyarbekir bölgesinde 16. Kolordu komutanı olarak görev yaptı ve bazı Kürd ileri gelenleriyle ilişkiler kurdu. Daha sonra bu ilişkilerden çokça faydalandı. Sonradan anlaşılacağı gibi, M. Kemal, Samsun’a çıktıktan sonra, mücadelenin ancak Türk-Kürd birlikteliğiyle ya da Kürdleri kullanarak olabileceğini gördü. Bu konuda, Erzurum’da bulunan 15. Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir’in çok büyük katkısı oldu. Hatta denilebilir ki, M. Kemal’in Kürd ve Ermeni politikalarını en çok etkileyen Karabekir’dir. Kongreler aşamasında, daha önce görev yaptığı dönemden tanıdığı, ağa, şeyh ve aşiret reisi gibi bazı Kürd ileri gelenlerine, Havza ve Amasya’da iken telgraflar çekti, mektuplar gönderdi. Bunu daha sonra da sürürdü. 1914-1918 sürecinde Talat Paşa, 1919-1923 sürecinde Mustafa Kemal Paşa, telgraf aracını en iyi şekilde kullandılar.
M. Kemal, Kürd ileri gelenleri ve Kürd aşiretlerini kazanmak için, Osmanlı ve İslam’ın bekasından, Ermeni ve Rum gibi Hristiyan unsurlardan gelecek tehlikelerden söz etti hep. “Vilâyat-ı Sitte” (Altı Vilayet) olarak adlandırılan Erzurum, Bitlis, Van, Harput, Sivas ve Diyarbekir vilayetlerini kapsayan bir Ermenistan devleti kurulacağı propagandası ve İslam kardeşliği söylemi etkin olarak kullanıldı. Birinci Meclis’teki bazı Kürd mebuslar da bu etkiyle Mustafa Kemal hareketinin yanında yer aldılar. Kürd ulus bilincine varmamış Kürd kesimleri üzerinde dinin belirleyici bir etkisi vardı; İslam kardeşliği her şeyden önceydi.
M. Kemal’in bu dönemde Kürd ileri gelenleriyle kurduğu ilişkileri, İstanbul’daki Kürd aydınları ve Kürdistan Teali Cemiyeti çevresi kuramadı. Özellikle şehirli Kürd eşrafı, şeyh ve aşiret ileri gelenleri, kendi çıkarları ve dinin de birleştirici etkisiyle, Osmanlı ve hilafetin devamı umuduyla, Türk ulusal hareketinin yanında yer alırken Kürd ulusal hareketi öncüleri, halkla buluşamadı. Dağılan Osmanlı evinde herkes başının çaresine bakarken Kürdler büyük çoğunlukla hâlâ hilafet ve saltanat umudu taşıyorlardı.
Bu dönemde (1918-1920), Seyid Abdülkadir ve Emin Ali Bedrxan önderliğinde, Babanlar, Bedirxanlar; Dr. Abdullah Cevdet, Mustafa Yamulki Paşa, Şerif Paşa, Mevlânzade Rıfat gibi deneyimli Kürd önder ve aydınlarının da desteklediği Kürdistan Teali Cemiyeti Kürdler adına önemli bir yapıydı ve İstanbul’da çok etkiliydi. Ömrü kısa oldu. Yine bu dönemin sonlarına doğru (1921’den sonra), Mustafa Kemal’in harbiyeden okul arkadaşı Cibranlı Halid’in önderliğinde Erzurum çevresinde gizli faaliyet gösteren Azadi gizli komitesi de vardı. Dönemdeki Kürd hareketi temsilcileri, bağımsızlık, en azından özerklik hedefliyorlardı.
Mustafa Kemal Erzurum’da yeni bir devletin temellerini atarken henüz Azadi oluşmamıştı ama Cibranlı Halid Erzurum’daydı ve o da Kürdler için bir şeyler yapmanın çabası içindeydi. Hem Kürdistan Teali Cemiyeti hem Azadi mensupları, yeni ortaya çıkan Kuvayı Milliye hareketini benimsemiyor ve Mustafa Kemal’le yıldızları barışık değildi. Dönemin önemli Kürd aydınlarından Memduh Selim Bey de gelecek yönetimden şüpheliydi; “Gelecek iktidarın, bize, ölüm, esaret, asimilasyon veya mahvoluş getirmeyeceğini nereden bilelim?” diyordu. Kürd mücadelesinin o zamanki genç önderlerinden Ekrem Cemilpaşa ise M. Kemal’in bu süreçte nasıl etkili olduğunu, kendilerinin nasıl çaresiz kaldığını, anılarında şöyle anlatıyor:
“Mustafa Kemal hükme geçtiği zaman Kürdistan’da ve Anadolu vilayetlerinde müdafaayı milliye cemiyetlerini tesis edilmişti. Diyarbekir Müdafaa-ı Hukuk û Milliye Cemiyeti’nin reisi, seksen yaşındaki kuru sofu amcam Cemilpaşazade Mustafa Bey’di. Diyarbekir’in yüzde doksanı etrafında toplanmıştı. M. Kemal’in hakiki Mehdi olduğuna iman etmişti. Onun emrine itaat, cenneti kazanmaktır diyordu… M. Kemal’in amcama yazdığı mektupların sonu, ‘hürmetle ellerinizden öperim’ cümlesiyle son buluyordu. Selanikli Mustafa, Diyarbekir’li Mustafa’yı kolaylıkla kandırmıştı… M. Kemal Paşa, yalnız amcamı aldatmadı; pek çok Kürd paşazadelerini, ağazadelerini, mella, müftü, nakip ve şeyhlerini de aldatmıştı. Erzurum ve Sivas’ta kaldığı müddet zarfında en büyük meşguliyeti Kürdleri kandırmaktı. …” [1]
Bu dönemde, dine bağlılıklarını bildiği Kürdleri ikna etmek için, M. Kemal, bir taraftan bölgedeki Kürd şeyhlerini kullanırken diğer taraftan Arap şeyhlerinden Muhammed Sunusi ve Şeyh Ucumi gibi din adamalarından da faydalandı.[2] Mustafa Kemal’in, İslam’ın kurtarıcısı, hatta “Mehdi” olduğu söyleminin yayılması, dine bağlı cahil Kürd toplumu üzerinde çok etkili oldu. Güney Kürdistanlı araştırmacı Sabah Ghalib, M. Kemal’in bu tutumunu yadırgamadığını, Türk milliyetçisi olarak görevini yaptığını, bununla birlikte Kürdleri kullandığını belirterek şöyle diyor:
“Mustafa Kemal, Türk olanlarla Türk olmayanlar arasındaki çizgiyi açık bir şekilde çizmişti. O, Türk için yaşıyordu. Türk olmayanlar için herhangi bir hesap yapılmıyordu. Ancak bu düşünceyi, toplum içinde açık bir şekilde ifade etmiyordu. Başta Türk olmayanları, hepsinden önce Kürd ve ondan sonra da İslam’ı, kurulacak yeni Türk devleti için kullanmak istiyordu...” [3]
Sabah Ghalib haklı. Kürdlerin M. Kemal’e veya diğer karşıtlarına sitem etmeye hakları yoktur. Onlarla mücadele edilir. Başkalarına güvenme hatasını, bu süreçlerde hem Kürdler hem Ermeniler yaptılar. Sitem, kendinden olana değil, kendi önderlerine yapılır
M. Kemal, Batı türü seküler bir yaşamdan yana olduğu hâlde, dönemde İslam ve hilafeti, karşı olduğu şeyhlik kurumunu fazlasıyla kullandı. Yine Batı türü siyasal-toplumsal bir sistemden yana, komünizme karşı olmasına karşın bir politika olarak, emperyalizm karşıtı görünümüyle Sovyet Rusya’dan, Lenin’den destek aldı; düşman gördüğü İngilizlerle de ilişkilerini bozmadı. Dönem boyunca sergilediği pragmatik ve oportünist tutumu; kimi takdir etmekte, kimi ahlaki olmayan bir tutum olarak görüp eleştirmektedir. Birçok Türk aydını ise bu pragmatik politikayı bir diploması dehası olarak değerlendiriyor.
M. Kemal bir Türk milliyetçisi olarak, Türk halkı için doğru olduğuna inandığını yaptı. Kürd halkını düşündüğü söylenemez. Kâzım Karabekir’in de teşvikiyle, mücadelesine, Kürdlerin yaşadığı bölgeden başlarken politikasını Kürdlerden faydalanmak üzerine kurduğu açıktır. Başından itibaren, zorlukları aşmak için, Kürdlere yakın olduğunu hissettirdi ancak Kürd ulusal hareketinin gelişmesini engelleyecek her türlü önlemi aldı, özellikle Kürdistan Teali Cemiyeti çalışmalarını, o sırada hâlen var olan İstanbul Hükûmeti ile de işbirliği (!) yaparak engelledi. “Kürd”, “Kürdistan” kavramlarını kullanıp, özerklik anlamına gelen açıklamalar yapsa da hep kapalı-politik bir dil kullandı ve zaman kazanmak istedi. Kürdler için bir şey yapmazken yapacakmış gibi göründü…
1921 yılı başında yayımlanan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, Elcezire Cephesi Komutanlığına yazılan yazıda belirtilen yarı özerklik anlamına gelen yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, Amasya Protokolü, Lozan görüşmeleri devam ederken 1923 yılı başında İzmit Basın Toplantısı’nda ifade edilen özerk vilayetler açıklaması, hep zaman kazanmak için yapılan taktiksel adımlardır. Dolaysıyla, bazılarınca zaman zaman ifade edilen, Birinci Meclis döneminde Kürdlere otonomi hakkı verildiği şeklindeki abartılı açıklamalar doğru değildir. Bu dönemde, M. Kemal hareketinde dönemin şartları gereği Kürd inkârı yoktur ama Kürdlere ulusal haklar verilmesiyle ilgili somut bir adım da yoktur. Oyalama ve zaman kazanma taktiği izlenmiştir.
Mustafa Kemal, Türk ulusal haklarını savunurken tıpkı Ziya Gökalp gibi, Kürdler için, Türk kimliğine entegre olmak dışında bir yol düşünmedi. Lozan sonrası ve cumhuriyetin kuruluşunun ardından bu politikasının gereğini yaptı. Sert tedbirlerle Kürd varlığını tamamıyla reddetti. Bu politika, genel olarak Türk kesimlerince kabul gördü, benimsendi ve uygulandı. Bu süreç, bugün de devam etmektedir…
Türk ve Kürd halkı, içinde bulunulan tarihi ve coğrafik şartlarda, zaman zaman işbirliği yaptığı dönemler oldu. (1071 ve 1514 gibi). 1918-1923 sürecinde de benzer bir durum olsa da durum farklıdır. Lozan’daki Türkiye Başdelegesi İsmet Paşa, Türkler ve Kürdler adına konferansta bulunduğunu söylerken Kürd ulusal haklarını savunan o değil, İngiliz Başdelegesi Lord Curzon oldu. Birinci Meclis’teki bazı Kürd mebuslar, Curzon’a protesto telgrafları yağdırınca da “Ne hâliniz varsa görün.” tavrı ve Büyük Britanya’nın emperyalist çıkarları öne çıktı. Daha önceki dönemlerde olduğu gibi, bu süreçte de eşitler arası bir ilişkiden çok, din kardeşliği ve et-tırnak hamaseti, bir oyalama, bir taktik olarak kullanıldı. Britanya, Fransa ve Rusya gibi Batılı-Emperyal güçler; Osmanlı ve İran gibi bölgesel güçlerin işbirliğiyle, Kürdistan parçalara bölünerek uluslararası bir sömürge hâline getirildi. Lozan, Kürdler için bir ölüm fermanı, bir kefen oldu…
Bu süreçte, Kürdistan’ın nerdeyse üçte ikisinin Ermenistan olacağı, Kürdlerin Ermeni azınlığı egemenliğine gireceği şüphesi, adeta Kürdlerin aklını başından aldı. Pek çok Kürd çevresi, özellikle Batılıların Ermenilere Hristiyan hassasiyetiyle yaklaşması ve İslam kardeşliği hamasetinin etkisiyle, Türk ulusal mücadelesini desteklediği, bir ulusal bilinçle hareket etmediği açıktır. Bu süreçte Kürdlerle Türklerin dini farklı olsaydı veya Kürdlerle Batılıların ve Ermenilerin dini aynı olsaydı büyük ihtimalle tarih bu bölgede farklı yazılacaktı.
Elbette bu süreçteki bu algıların asıl sebebi, 1878 Berlin Antlaşması’ndan beri, Kürdlerin ve Ermenilerin arasına bir ateş topu gibi yuvarlanan Vilâyat-ı Sitte meselesiydi. Bunda, Osmanlı’nın kurnaz politikaları bir yana, 1878-1918 yılları arasındaki kırk yıl boyunca Ermenileri oyalayan Batılıların ve bu hayali tasarının peşine düşen Ermeni çevrelerinin kabahati de az değildir. İlginçtir, Ermeniler, en çok, İttihatçılara güvendikleri 1911-1915 sürecinde, Kürdler de Kemalistlere güvendikleri 1919-1923 sürecinde kaybettiler. Tabii bu süreçlerde Türk-Kürd işbirliğinden söz edilirken başta Ermeniler, Rumlar ve Süryaniler olmak üzere bu coğrafyanın Gayrimüslim halklarının durumu da ayrı bir konudur. Kime karşı Türk-Kürd birliği?..
Bu süreçte pek çok Kürd kesimi, Kemalist hareketin yanında yer almak zorunda kalırken bunu bir hesapla, bir ulusal bilinçle yapmadı. Bazı Kürd çevrelerinin bu desteği, “kurucu unsur” anlamına geliyor mu, belirtildiği gibi bir “ortak kurtuluş felsefesi” var mı? Bence gelmiyor ve böyle ortak bir kuruluş felsefesi yoktur. Eşit koşullarda bir birliktelik, bir ortaklık da yoktur; kullanılma, aldanma ve aldatılma söz konusudur.
O dönem referans alınarak, “ortak vatan”, “kurucu öğe”, “Türkiyelileşme”, “Cumhuriyetin kurucu felsefesi” şeklinde ortaya atılan, belirsiz, anlamsız ve gerçekçi olmayan söylemler, o zaman olduğu gibi bu gün de Kürdleri oyalamaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Günümüzdeki bazı siyasi konuların iyi anlaşılabilmesi için, Kürdlerin hiçbir şey kazanmadığı, aksine çok şey kaybettiği 1918-1923 sürecini iyi bilmeleri gerekir…
CT
7 Haziran 2024
Ekrem Cemil Paşa, Muhtasar Hayatım, Beybun Yayınları, 1992, s. 34-37
Sabah Ghalib, 2005’te Soranice yazdığı, “1919-1923 Yılları Arasında M. Kemal Atatürk’ün Kürt Meselesi Karşısındaki Tutumu ve 1922 Kürt Otonomisi Kanunu’nun Metni” başlıklı yazı. Kovarabir Dergisi, 13 Nisan 2013
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.