İsviçreli tarihçi-yazar Hans-Lukas Kieser, Osmanlıda merkezileşme politikalarının başladığı Tanzimat’tan, II. Dünya Savaşı’na kadar süren yaklaşık yüz yıllık süreçte, Osmanlıda, Türk, Kürd, Arap, Ermeni, Süryani ve Protestan Misyonu ilişkilerini anlatan “Iskalanmış Barış” adlı kitabında, içinde yaşadığımız toplumun toplumsal genlerini analiz ediyor. Geç Osmanlı Döneminin o bunalımlı yıllarında bile milliyetçilikler ötesi, bir arada yaşama kültürünün olduğunu belirtiyor ve en çok da 1908 II. Meşrutiyet Dönemi’nde, olumlu liberal tutumların, din, milliyetçilik ve katı devletçilik ideolojisinin etkisiyle yok edildiğini; merkeziyetçilikten ademi merkeziyetçiliğe geçiş fırsatının kaçırıldığını, barışın ıskalandığını belirtiyor.
II. Abdülhamid, II. Meşrutiyeti ilan edip Kanun-i Esasi’yi (Anayasa) tekrar yürürlüğe koymak zorunda kaldığı 1908 yılında, en büyük rakibi İttihat-Terakki Cemiyeti’ydi. Cemiyetin, Enver ve Talat gibilerin kontrolündeki merkeziyetçi grubu güçlüydü. Abdülhamid’in yeğeni, eski İttihatçı Prens Sabahaddin’in etkin olduğu Teşebbüs-i Şahsî ve Âdem-i Merkeziyetçi liberal grup ise zayıftı. Liberal anlayıştaki bu grubun kurduğu Ahrar Fırkası, kısa bir süre sonra dağıldı; sonra kurulan benzer anlayıştaki Hürriyet ve İhtilaf Fırkası da fazla yaşatılmadı.
II. Meşrutiyet’in ilanı, Osmanlı tebaası halklarda özgürlük umutları yarattı. Ermeni, Kürd, Arap, Arnavut, Çerkez gibi halklar peş peşe örgütler (fırkalar, partiler) kurdular, yayınlar çıkartmaya başladılar. Hürriyet, uhuvvet, adalet gibi sloganlar ağızlardan düşmüyordu. Büyük bir özgürlük umudu vardı. Ancak kısa bir süre sonra, iktidara egemen olan İttihatçılar, katı politikalarla hürriyet umutlarını yok ettiler. Bu arada (1909), İttihatçılar Abdülhamid’i devirip zayıf kişilikli kardeşi Mehmed Reşad’ı tahta çıkardılar.
II. Meşrutiyet sürecine, İttihatçıların öncülüğündeki Türk milliyetçisi çizgi egemen olurken liberal anlayıştaki Osmanlı Aydınları hayal kırıklığı yaşadılar. Dönemin önemli Osmanlı-Kürd entelektüellerinden, Serbesti gazetesi sahibi Mevlânzade Rıfat, İttihatçılara karşı şiddetli muhalefet yapanlardandı. M. Rıfat, anılarında bu dönemi şöyle özetliyor: “İnkılâbımızın (II. Meşrutiyet) önceki devrine, ‘Sultan Abdülhamid İstibdadı’, ikinci devrine de ‘İttihat ve Terakki Zorbalığı’ diyeceğiz ve duruma göre, üçüncü bir kuvvetin yani ‘Yapıcıların’ ortaya çıkmasını bekleyeceğiz.” [1] Mevlânzade Rıfat’ın üçüncü kuvvet dediği yapıcılardan kastettiği, özgürlüğü esas alan liberal anlayışlardı. Bu anlayış, Osmanlıdan cumhuriyete geçiş sürecinde ve sonrasında da hiçbir zaman egemen olamadı.
Osmanlı Devleti’nin, 1912-1913 yıllarındaki Trablusgarp ve Balkan harplerinden yenilgiyle çıkması ve Balkanları büyük oranda kaybetmesinin ardından, iktidardaki İttihatçılar, çok uluslu Osmanlı İmparatorluğunda, tek ulusa, Türk ulusuna dayalı bir rejim kurmak için nüfus mühendisliği çalışmalarına girişirken zorbalıkta II. Abdülhamid’i geçtiler. I. Dünya Savaşı da bu yönüyle onlara önemli fırsatlar verdi, işlerini kolaylaştırdı. 1915 Ermeni Tehciri ve 1916 Kürd Tehciri bu dönemde geçekleşti.
İttihatçıların tekçi çizgisi, mütareke döneminde (1918-1923) Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri ve Kuvayi Milliye grubu, cumhuriyetin başlangıcında Kemalist Hareket, Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF), sonra Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) olarak günümüze kadar gelirken[2] liberal anlayışlı siyasi çizgiler hiçbir zaman önemli bir güç hâline gelemediler. İttihatçıların karşısındaki hareket ise genel olarak, önce Abdülhamid’e yakın Hürriyet ve İtilaf Fırkası, sonra Damat Ferit Paşa gibi muhafazakâr aydınların çizgisi gibi görüldü.
CHF ve Mustafa Kemal’e muhalefet olarak 1924 yılında, Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy ve Adnan Adıvar gibi Mustafa Kemal’in yakın arkadaşları tarafından kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası da bu anlayışın bir devamıydı. Bu fırka (parti), programına liberal görüşler alırken 1925 Kürd Ayaklanması da bahane edilerek kısa zamanda kapatıldı; sistem, tek parti ve katı bir devletçilik girdabına girdi ve hiçbir zaman bu girdaptan çıkmadı.
Çok partili sisteme geçildikten sonra, 1950’lerde Demokrat Parti (DP); altmışlarda, yetmişlerde Adalet Partisi (AP); daha sonraları Anavatan Partisi (ANAP), Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) gibi partilerin CHP karşısındaki çizgisi, yukarıda belirttiğimiz çizginin bir devam olduğu söylenebilir. Bu çizgideki partiler, CHP’ye muhalefet yapmalarına karşın insan özgürlüğüne dayalı liberal anlayışlardan çok, ırkçı, dinci anlayışlarla hareket ettiler ve genel olarak sağ çizgide kalırken devletçilikte, CHP’den geri kalmadılar. “Tanrı Dağı Kadar Türk, Hira Dağı Kadar Müslüman” anlayışından, “Türk-İslam Sentezi” çizgisine evrilen bu hareket, CHP’den, sadece seküler anlayışta ayrıldı.
Osmanlıdan Cumhuriyet’e ve günümüze kadar uzanan, biri İttihatçıların, diğeri Abdülhamid politikalarının devamı olan bu iki siyasi çizgi, yüz yılı aşkın bir zamandır, birbirine karşı iktidar mücadelesi verirken topluma, halka ne verdikleri ortadadır. Bu iki rakip çizgi, Türk unsuru dışındaki halkların (özellikle de Kürdlerin) ulusal haklarının tanınmaması konusunda uzlaşabilmektedirler. Uzlaşma, “Mevzubahis vatansa gerisi teferruattır.” sloganıyla gerçekleşmektedir. Son zamanlarda, buna beka (varlık) söylemi de eklendi. Türk varlığı, cumhuriyetin kuruluşundan itibaren Kürd yokluğu üzerinde kurgulanınca, Kürd varlığı Türk varlığı için bir tehdit olarak görüldü! Bununla ilgili bir sürü komplo teorileri, en çok da bölücülük teorileri üretildi.
Yüz yılı aşkın süredir bu iki siyasi çizgi, bu topluma huzur getiremedi. Hans-Lucas Kaiser’in deyimiyle 1908’de barış ıskalandı, meydana gelen fırsat, bu iki politik çizgi yüzünden değerlendirilemedi. Bu toplumda, hâlen, İttihatçı politikaların sürdürücüsü Kemalistlerin ve Abdülhamid politikalarının sürdürücüsü İslamcıların iktidar kavgaları devam etmektedir. Ama bayrak, vatan, millet, din gibi kutsal tekleri sıralayıp ittifak yapmaktan da geri durmuyorlar.
Bu Topraklara Olumlu-Olumsuz Liberalizm Hiç Gelmedi ve Bilinmedi.
1908’deki fırsat kaçtıktan sonra hiçbir zaman liberal anlayış, Türkiye’de bir güç hâline gelemedi ve bilinmedi. (Aslında Türkiye Devleti’nin kuruluşu da 1923 değil, on beş yıl öncesine 1908’e götürülebilir!), Cumhuriyetin ilk yıllarında mutlak Türk milliyetçiliği, hatta ırkçılığı anlayışı gelişirken çok partili sisteme geçildikten sonra muhafazakâr anlayışlar, politikada dinin etkisini arttırdı. Altmışlı, yetmişli yıllarda sol anlayışlar gelişirken Türk sol çevreleri yine liberal anlayıştan çok milliyetçi anlayışlara yakındılar. Milliyetçilikten kısmen sola (orta sola!) evrilen CHP’nin ittifakçısı hep MHP gibi milliyetçi-ırkçı partiler oldu. Oysa solun milliyetçilikten çok kişi özgürlüğüne önem veren liberalizme yakın olması gerekirdi. Batı’da, Avrupa’da, sol partilerin müttefikleri hep liberal partilerdi. Türkiye’de ise hep tekçilikten yana olundu; çoğulculuktan, dolaysıyla demokrasiden uzak duruldu. Çünkü hep beka sorunu vardı!
Seksenlerin sonlarında, doksanların başlarında, Özal iktidarı sağcı bir iktidar olsa da Özal’ın bazı liberal yaklaşımlarına, hem Kemalistler (milliyetçiler) hem solcular şiddetle karşı çıktı. Liberal tutumlu aydınlar için “Liboş” adlandırılması yapılarak aşağılandılar. Özal’ın bazı tutumları, ona yakın olduğu belirtilen Türk İslamcılarını da kızdırdı. Bu dönemde, bir doğru-yanlış bulamacı oluştu.
Bu sıralarda, iş insanı Cem Boyner öncülüğünde ortaya çıkan sol-liberal anlayıştaki Yeni Demokrasi Hareketi’nin gelişmemesi için herkes adeta ittifak yaptı. Solcular da milliyetçiler de İslamcılar da bu hareketin karşısında oldular ve bir umut olabilecek bu hareketi boğdular. 1908’den sonra ikinci bir fırsat daha kaçtı…
Bakınız o hareketin lideri Cem Boyner, Kürdlere ana dilde eğitim hakkı verilirse ülke bölünür diyenlere cevabında ne diyor: “İnsanlarımızın özgürlüğü, onuru, devletin bölünmesinden daha önemlidir. Devlet, insanları mutlu etmek için vardır…” Hangi solcu, hangi İslamcı bunu söyleyebildi?
Güçlü insan mı güçlü devlet mi, birey özgürlüğü mü güçlü devlet mı, insan onuru mu devlet çıkarı mı?..
Türkiye, iki binlere, solcu (milliyetçi solcu!) olduğu belirtilen Ecevit ve Irkçı Bahçeli ittifakı ile girerken büyük bir ekonomik ve siyasi bunalım içindeydi. Bir kurtuluş reçetesi olarak, Batı’dan gönderilen sol-liberal Kemal Derviş bir umut yaratsa da hemen tasfiye edildi. Bu bunalımın sonucunda 2002 yılında, daha önce oyları ulaşamayan İslamcı hareket adına ortaya çıkan yeni bir parti, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), boşluktan yararlanarak oyunu iki kat arttırdı ve tek başına iktidar oldu. Partideki liberal kanat (özellikle Gül grubu), Derviş’in ekonomi politikalarından yararlanırken başta Kürd Sorunu ve Avrupa Birliği gibi konularda olmak üzere liberal tutumlar takındı. Bu tutum, bir umut yarattı, bazı sol-demokrat aydınlar arasında destek buldu. Avrupa Birliği normlarının da gündeme geldiği bu süreç, kısa sürede kesildi. Muhafazakâr-milliyetçi kanat (özellikle Erdoğan grubu), Türk ırkçısı anlayışları ve bazı sağ Kemalistleri de yanına alarak duruma hâkim oldu; üçüncü ve son fırsat da kaçtı. Şu anda bu süreci yaşıyoruz.
Yukarıda belirttiğimiz gibi, Batı’da sol-sosyalist partilerin ilk ittifakçıları hep liberaller olurken Türkiye’de hep milliyetçiler oldu. Son dönemlerde CHP’nin başında bulunan, solcu, Kürd ve Alevi gibi kimlikleri de olan Kemal Kılıçdaroğlu da ittifakını hep Türk milliyetçileriyle yaptı. Güncel olan bu politikanın sonuçları da ortadadır.
Bu iki çıkmaz yolun dışında, günümüzde, şahıs odaklı siyasetin de ön plana çıkması bir başka olumsuz durumdur. Rejimin bir şahısla temsili ayrı bir çıkmazdır. Tekçi anlayışın bir devamı olarak gelişen tek şahsa dayanma, şahsi kutsama, totaliter yönetimin işini kolaylaştırmaktadır. İki tekçi anlayış ve tek şahsa dayalı yönetimin yüz milyona yaklaşan bir toplumu ileri götürmesi mümkün değildir. Bir kısır döngü devam edip duruyor. Bu döngünün en önemli sebebi de Kürd inkârı sonucunda ortaya çıkan Kürd Meselesidir. İşin ilginç yanı, sömürge konumuna getirilmiş Kürd ulusunun milliyetçilik yapması gerekirken son seçimlerde görüldüğü gibi, egemen ulus mensupları milliyetçilik-ırkçılık yapıyorlar. Kürdlere de bir sürü absürt görevler yükleniyor.
I. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı Evi dağılıp herkes evine dönerken Türkler ve Kürdler ademi merkeziyetçi, çoğulcu bir sistemle “ortak vatan”da beraber yaşayacaklardı. Ama öyle olmadı, beraber yaşayacak bir sistem hiçbir zaman kurulmadı; kurulmadığı gibi Kürdlerin ayrılık hakkı da şiddet ve zorla engellendi. Konu beka sorunu hâline getirildi. Merkeziyetçilik-ademi merkeziyetçilik, tekçilik-çoğulculuk, devletçi anlayış mı liberal anlayış mı derken Kürdlere dayatılan tek yol Türkleşme oldu. Tüm olanlar da bu yüzden.
Türk Solu, bir dönem, yukarıda belirtilen iki çizginin dışında, üçüncü bir yolun sosyalizm olabileceğini ve o sistemde halkların kardeş olacağını belirtti. Ama böyle bir güç ve alternatif hiç olmadı. Dünyada sosyalizmin çıkmaza girmesiyle bundan sonra olması da pek olası görünmüyor. Zaten Türkiye’deki sol, bir çeşit devlet kapitalizmini savunan “milliyetçi sol” olmanın dışında fazla bir şey olmadı. Sol ideoloji, ırkçılığa uzak olması gerekirken Türkiye’de hep çok yakın oldu!..
Bir başka ilginç durum da bu topraklara, liberalizm hiç gelmediği hâlde, milliyetçi, Kemalist, solcu, İslamcı anlayış sahiplerinin hemen hepsinin liberalizmden şikayetçi olmalarıdır. Ne sosyal liberalizmi ne ekonomik liberalizmi ne de ağızlardan düşmeyen neoliberalizmi bilen yok. Bilenler de bilerek konuyu saptırıyorlar. Liberalizm-kapitalizm ilişkisi de ayrı bir hikâye. Üniter-despotik devleti kutsayanlar, insanın (bireyin, halkın) değil devletin güçlü olmasını istiyorlar. Devlet, onlar için adeta tanrıdır!..
Öyle görünüyor ki, vatan, millet, bayrak, din gibi kutsamalar ve yapay “terör” suçlamalarıyla toplumu uyutanlar, bu politikalarına devam edeceklerdir. Kürdleri inkâr edip onları bir büyük tehlike olarak göstermek, emperyalist komplo teorileri üretmek, komplocu bahanelerle topu taca atmak, onlar için kolaycı bir yol olmuştur. Devletçi-totaliter bir rejim uygulanırken elbette çoğulculuktan, demokrasiden, liberal tutumlardan uzak bir politika izleniyor. Devletçi-tekçi anlayışın, vatan-millet-cumhur naralarının ve herkese “terörist” demenin karın doyurmadığı, toplumun iyi bir yaşam içinde olmadığı açık değil mi?..
Tüm bunlara karşın yaşadığımız toplumda başka bir yol arayışı çabaları da pek yok. İktidar-muhalefet aynı çizgide. Demokrat aydınlar, üzerlerindeki baskılardan dolayı sessiz, en politik ve en mağdur Kürdler ise darmadağın. Bazı Kürdler, ortak vatan, cumhuriyetin demokratikleştirilmesi, düzenin tamiri arayışında yer alırken bile suçlu. Azınlıkta olan ulusal bilinci sahibi Kürdler ise bu düzenin tamiri bizim işimiz değil diyorlar ama onların da başka bir şey yapabildiği söylenemez. Çünkü, bunların derdinin sebebi de onların derdi. Onların derdi ise daha da büyük!..
Adına ne denirse densin, ta 1908’de söylendiği gibi, özgürlükçü, eşitlikçi, adil, çoğulcu değerler üzerinde inşa edilen bir sistem, yukarıda belirtilen iki çıkmaz yola karşı, geçici de olsa bir çözüm olabilirdi. Tabi gerisi de var…
Bu kadar ağır, tarihi kökleri ve detayları olan bir konuyu ancak bu kadar özetleyebildim.
[1] Mevlânzade Rıfat, Sürgün Hatıralarım, Avesta Yayınları, 2009, s. 37
[2] İTC’nin CHP’ye dönüşme süreci ile ilgili olarak bakınız; Celal Temel, 1918-1923 Mondros’tan Lozan’a Kürdler, Kürdlerin Aldanma ve Aldatılma Yılları, İBV Yayınları, 2017, s. 30
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.