Niyazi Abê’yi yeniden Prof. Hradec'e teslim etmiş, o ve ekibi kanserin hangi aşamaya vardığını teşhis etmeye başlamışlardı bile.
O sırada dünyaya ün salmış müzik festivali olan “Prag Baharı” vardı. Her yıl nisan sonunda başlar mayıs sonuna kadar devam ederdi. Ben ve Pavel yine Prag Baharı’ndaki en önemli konserde ve en ünlü salonda yer bulma telaşı içindeydik.
Aslında ülkenin en görkemli salonlarında verilen bu ünlü senfoni ve senfoniyi yöneten dirigent -orkestra şefi- konserine gitme sorunumuz yoktu. Komünizmin egemen olduğu o dönemde bu tür konserlerin biletleri özel bir örgütlemeyle dağıtılsa da, gidip yüksek bedel ödeyerek ünlü bir salonda ünlü bir senfoniye ve dirigent konserine iştirak etmeniz mümkün değildi. Biletler kurum ve kişilere özel bir şekilde iletiliyordu.
Ne böylesi konserlere ne de Çeklerin ulusal sporu olan buz hokeyindeki uluslararası yarışmalara bilet temin etme derdimiz vardı. En önemli buz hokey karşılaşması Çekoslovaklar için Sovyetlerle yaptıkları maçtı. Çünkü 1968 yılındaki Sovyet işgalinin hıncını ancak ve ancak buz hokeyi karşılaşmalarında Sovyetleri yenerek çıkarabiliyorlardı ve o dönemde tüm dünyada Sovyetleri yenebilecek ender ülke Çekoslovakya’ydı.
Pavel ile her konuda olduğu gibi bunda da engel tanımıyorduk. Çarls Üniversitesinin Tıp Fakültesi ülkedeki en tanınmış şahsiyetlerinin çocuklarının okuduğu bir kurumdu. Pavel gibi birkaç tane fakir ve üstün zekalı hariç.
Sınıf arkadaşlarımdan birisinin babası Küba’da Ziraat Reformu yapmış, diğerinin babası Hitlerin toplama kampından doğrudan komünizmin Sağlık Bakanlığı Yardımcılığına ve Çekoslovakya Kızıl Haçı Genel Müdürlüğüne getirilmişti. Kısacası arkadaşlarımın hepsinin anne ve babalarının özel tarihe geçen bir öyküsü vardı. Belki de aileleri siyasetin ne zalim bir kurum olduğunu yaşadıkları için, bu yüzden çocuklarını koruma içgüdüsüyle tıpa yönlendirmişlerdi.
Bu arkadaşlarımızdan birisi de Helena Kozakova’ydı. Lev Tolstoy’un “Barış ve Savaş” kitabının filmleştirilen sahnelerindeki o safkan Slav asilzadesi varlığında yaşayan ve yaşatan bir kız arkadaşımızdı. Helena, Pavel’e ve bana istediğimiz konser veya buz hokeyi karşılaşmasında Çekoslovakya Komünist Partisi Merkez Kuruluna ayrılmış localarda her zaman bilet bulurdu.
Antikomünist koyu dindar olan Pavel ve görünümüyle egzotik, rejimin hedefindeki ben en "ünlü " yabancı, istediğimiz zaman istediğimiz konserin en prestijli ve öylelikle en iyi sesin ve görüntünün var olduğu localarda o genç yaşımızda oturabiliyorduk. Hem de çoğu zaman kılık kıyafetimizle etrafımızı saran yaşlı başlı, kül rengi zevksiz elbiselere bürünmüş Komünist Partisi Merkez Kurulu üyelerinden farklılığıyla sırıtıyor olmamıza rağmen!
Niye mi? Çünkü Helena’nın babası Çekoslovakya Yazarlar Birliği Başkanı ve o sıfatıyla da Çekoslovakya Komünist Partisi Politbüro üyesiydi. Peki, Helena komünist miydi: Hayır! Kızını diğer elit kişiler gibi itinayla siyasetten uzak tutarak koruyordu Jan Kozak!
Çevrem Çekoslovakya’yı idare edenlerin çocuklarıyla kaplıydı. Onlar ve diğer sayısız dostlar sayesinde devlet görevlileri çok istiyor olmalarına rağmen bana dokunamıyordu.
Helena bize yine Prag Baharı’nın açılış konseri için iki bilet getirmişti. Helena ikimiz dışında başka kimseye candan davranmazdı. Kolay kolay kimseyle yakınlaşmayan sınıfın herhalde en asil, en güzel ve en duyarlı kızıydı, Helana.
Prag Baharı'nın açılış konserinin günü gelip çatmıştı. O sırada Mehdi Abê bizimle yurt odasında kaçak kalıyordu. Odamızda üç yatak vardı. Her gece birimiz yurtta o gece boş olan bir odanın bir yatağında yatıyorduk, yani birimiz bir gece hep göçebeydik. Bunu hiç tartışmadan, konuşmadan otomatikleştirmiştik. 800 öğrencinin kaldığı bir yurtta mutlaka her gece bir boş yatağı yarı dolu bir odada bulmak mümkündü. Çünkü tüm yurtta seviliyorduk. Ben ebedi asi, ülkenin istemeyerek en ünlü yabancısı -İsveç Büyükelçiliğini bastığım için- Pavel de tüm baskılara rağmen inancından bir dirhem taviz vermeyen tek öğrenciydi.
Konsere bir gün kala Pavel ile ayaküstü konuşurken -gerçekten günün her dakikasını hesaplayarak yaşıyorduk- “Madem Mehdi burada, o zaman siz ikiniz gidin konsere.” dedi Pavel. Dondum kaldım! “Hiç olur mu?” deyince, “Tabii ki” dedi ve devam etti “Ben daha bu ülkede uzun bir zaman yaşayacağım ve belki bir gün özgür Prag Baharları’da yaşayacağım ama ya Mehdi?” Diyecek hiçbir şey bırakmamıştı bende Pavel.
İkinci günün akşamı gerçekten Mehdi Abê ve ben Prag Baharı müzik festivalinin o yılki açılış konserinin yapıldığı Müzik Sarayı’na gittik. Her şeyiyle egzotik görünümlü iki genç insan!
Tüm kontrollerden geçtikten sonra Çekoslovakya Komünist Partisi üyeleri için ayrılmış localardan birine hem de en ön koltuklara oturduk. Diğer localarda bakanlara, parlamento başkanlığına yani nerde ensesi bir kalın varsa o gece ordaydı. Yılda bir kez bir araya geldikleri ender etkinliklerden birisi de Prag Baharı’nın açılış konseriydi. Herkes bize bakıyordu. -Ki ben artık alışkındım- Çünkü o yıllarda Çekoslovakya’da yaşayan Ortadoğu kökenli, insan sayısı birkaç bindi ama kesinlikle 5000 değildi! Ve Çekoslovakya da olan orta doğulunun öyle bir şenlikte onlara göre yeri yoktu.
Mehdi Abê’nin o gece, o muhteşem sarayda neler hissettiğini hiç sormadım.
Konser Wolfgang Amadeus Mozart'ın piyano konseri, 25 C-DUR numaralı konserinin KV 503 parçasıyla başladı. Bu parça çok inişli kalkışlı bir parçadır.
Mehdi Abê'nin heyecanlandığını hissetmemek mümkün değildi. Acaba sakin olmasının altında bir şey mi yatıyor tedirginliği de vardı bende. Ama “Burada ne yapabilir ki?” dedim kendi kendime. Mehdi Abê’nin enerjisini, üstün hareketliliğini tanıyanlar o kaygımı anlarlar zaten.
Her zaman olduğu gibi müzisyenler yerlerini aldılar, alkışlar eşliğinde dirigent geldi, eğilip birkaç salonu selamladıktan sonra yüksek yerine çıktı. Salon buz kesmiş, sanki hiç kimse nefes bile almıyor gibi bir ölümcül sessizlik hâkimdi. O an dirigent iki elini havaya salonun tavanına kaldırdı. Sağ elinde her zaman olduğu gibi küçük narin bir çubuk vardı ve iki elini aşağıya hızla indirirken tüm orkestra her müzik aletinden çıkan ses birbiriyle sarmaş dolaş, bütünleşerek tüm salonu ritmiyle, melodisiyle sevgisiyle hâkimiyetine aldı. Herkes büyülercesine orkestraya ve orkestranın yaydığı müziği hazmetmeye odaklanmış, büyülenmişti.
Mozart 'ın bu parçasında iniş kalkışlar vardır. Müzik tonu bir de bakarsınız sanki bitiyormuş gibi olduğunda yeniden kükrer ve yeniden varlığınızı sarar.
Mozart'ın bu piyano konserinin ilk inişinde yanımda oturan Mehdi Abê çalınan parçanın bittiğini zan etmip birden oturduğu koltuktan ayağa fırladı ve Allah ne güç verdiyse o güçle alkışlamaya ve “bravo, bravo” diye bağırmaya başladı. Mehdi Abê’nin sesi tüm salona gökten beklenilmeyen bir yıldırım gibi düştü. Orkestra çalmayı bıraktı, orkestra şefi neye uğradığına şaşırarak orkestrayı ve kendisini kaptırdığı parçadan uyanmış, alkışın geldiği yeri arıyordu. Salonda ve localarda ve aşağıda sıralar halinde oturan yüzlerce kişi orkestrayı, Mozart’ı, o salonun muhteşemliğini, Prag Baharı’nı unutmuş Mehdi Abê’nin sesinin geldiği yeri arıyorlardı.
Ben hemen Mehdi Abê’nin ceketinin cebini elimle hızla tutup onu oturması için aşağıya doğru çektimse de geç kalmıştım. Olan olmuştu artık. Prag Baharı'nın ilk açılış konseriyle Prag Baharı’na iki Silvanlı olarak damgamızı vurmuştuk. O an müzik, Mozart’la gönüllerde taht kurma çabasındayken biz doğrudan ve damardan girmiş, beyinlerde unutamayacakları bir şekilde yerimizi derin izlerle kazımıştık. Salondaki 600-700 insanın ve müzisyenlerin bir daha bizi unutmaları mümkün müydü ölünceye kadar? Kî ne em?
Mehdi Abê’yi ceketinden çekerek zorla oturduktan sonra, salon yavaş yavaş toparlanmaya, nerde durduklarını hatırlamaya çalışan orkestra şefinin üstün gayretiyle orkestra kendisini toparlayıp cılız sesle kalınan yerden devam etmeye çalışsalar da olan olmuş, o çığ gibi görkem-heyecan-duyguyla başlayan hava bir daha ne orkestraya ne çaldıkları Mozart’a ne de salondaki dinleyicilere geri dönebilmişti.
Salon, orkestra ve ruhuyla Mozart bunları yaşarken Mehdi Abê bana doğru eğilerek: “Nedir yaw? Ne oldu yaw? Bunlar niye durdu? Millet bize niye bakıyor?” diye sordu. Ve sonu gelmeyen soru yağmuruna tuttu beni. O an yanıt vermem mümkün değildi. Çünkü o buz kesmiş ve muhteşem akustiği olan salonda sessiz dahi olsa telaffuz edilen, boğazdan çıkan her ses gürlüyordu. El hareketiyle Mehdi Abe’yi sakinleştirmeye, başparmağımı dudaklarıma götürerek susmasını istedim.
Nihayet ara molası verildi, localarımızdan bir şeyler içmek için herkes gibi ikimiz de koridora çıktık. Ancak o anda Mehdi Abê’ye ne olduğunu anlatmaya çalıştım...
Beni en çok düşündüren yanımızda, arkamızda locada oturan veya yandaki localarda oturan Komünist Partisi Merkez Kurulu üyeleriydi. Onları da ilgilendiren bizdik tabi! Bu iki egzotik nasıl olur da bu locada oturuyor sorusu onları o gece Mozart’tan daha fazla meşgul edecekti! Mehdi Abê ömrünü müziğe adamış Mozart’ı o gece kökten silmiş ve bir çepikle gecenin yıldızı olmuştu!
Konser nihayet bitmiş, yurda dönerken Mehdi Abê’nin heyecanlı bir o kadar da şikayet dolu sorularını yanıtlamak istedim ama nafile... Yurda döndüğümüzde olayı Pavel'e anlattım, gülmekten kırıldı. Çünkü komünistlere olan tepkisine bal sürmüştük. Peki ya Helena'ya ne diyecektik? Daha o gece babasını arayıp olayı ona anlatacakları kesindi. Çünkü o biletlerin kime verildiğini onların öğrenmesi sorun değildi!
Şansımız Jan Kozak'ın Yazarlar Birliği Başkanı olarak politbürodaki pozisyonunun sarsılmaz oluşuydu. O da bunu biliyordu. Öyle sarsılmazdı ki ta komünizm yıkılıncaya kadar hem Yazarlar Birliği Başkanı hem de politbüronun değişmez üyeliğini korurken, 1971-1989 yılına kadar almadığı ödül kalmadı ülkede.
Jan Kozak tüm bunları bize değil kızına yani Helena’ya tapıyordu. Kızı da hep ama hep babasının sevgisine layık olma çabası içindeydi, siyasi görüşleri farklı olsa da.
İkinci günün sabahı okula gerçekten kaygıyla gittim. Helena’ya ne diyecektim? Önce Pavel’le konuşmalıydım. Konuştum. Ona “Helena’yla konuşur musun?” dedim. “Dün gece olanlardan ötürü özür diler misin benim adıma.”
Pavel Helena'yla konuştuğunda olaydan haberdar olan Helena: “Yekta’nın misafiri Mozart’ı bile gölgede bırakmış!“ diyerek kahkahayla gülmüş.
Evet, Mozart’ı bir anlık hareketiyle silip süpüren Mehdi Zana, her yıl bir ay boyunca Avrupa’nın odak noktası olan renkli Prag Baharı’nın belleğine silinmeyecek bir şekilde damgasını vurmuştu.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.