Bu bulantı veren sarsılmışlığın psikolojik durumu içinde, gecenin yaklaşık saat onunda Tahran Havaalanı’na vardım. Havaalanından çok askeri bir bölgeyi anımsatıyordu; sivil giysili emniyet görevlileri, pastarlar, polisler, askerler… Mükemmel denebilecek ölçüde yoğun önlemlerin alındığı nefes aldırtmayan ağır, korku salan bir hava hâkimdi. Pastarlar, inen herkesin etrafını çeviriyor, şüphelendikleri birine aceleyle anlaşılması zor sorular soruyor, üstünü, her şeyini didik didik arıyor, araştırıyorlardı; yani dikkat çekici bir hareket ya da küçük bir şaşkınlık, beklenilmeyen içgüdüsel bir refleks insanın tutuklamasına neden olabilirdi. Avrupa’dan gelen bir uçak onlar için nihayetinde bir kâfir ülkesinden gelmişti ve tüm gözler o uçaktan inenlerin üzerine yoğunlaşmıştı. Çünkü “Ulu Önder Humeyni” Amerika’yı “büyük şeytan” Avrupa’yı da ona yardım eden “küçük şeytanlar” diye adlandırmıştı. Havaalanında kimin hangi emniyet birimine bağlı olduğu bilinmeyenlerin gözlerinden öfke, kin, nefret ve intikam duyguları tüm alana hâkimdi. Birini tutuklamak için fırsat kolluyor ve gerekçe arıyorlardı ki, bütün intikamlarını ondan alabilsinler. Çünkü uçaktan inen herkes onların gözünde düşman ya da şeytan olarak görülüyordu.
Etrafımızı saranlar çoğunlukla genç insanlardı; daha sonra yanımıza sivil ve profesyonel görevli şahıslar da geldi. Her şeyden anlayan, her şeyi bilen ve her anın gereklerine göre hareket eden edalı bu “insanlar” pasaportumu alarak götürdüler; kendinden o kadar emin bu profesyonel görevliler beni ve pasaportumu uzun uzun kontrol etiler. İçlerinden birisi, pasaportuma bakarak Türk olduğumu düşünerek doğrudan Türkiye’den değil de buraya Avrupa’dan gelmiş olmam dikkatini çekmiş olacak ki; Farsça: ‘‘Sen Türk’sün, niçin Avrupa’dan geliyorsun?’’ diye sordu.
Ben de ona Farsça: “Avrupa’da eğitim gördüm ve halen Avrupa’da ihtisas yapmakta olan bir doktorum. İhtiyacı olan her kim veya kimlerse yardım etmek için buraya geldim.” dedim.
Daha onlar çantamı açmak için davranmamışlardı ki; onlardan önce hareket ederek o işi kendim üslendim. Doktor kimliğimi göstererek, rahatlıkla “İran halkına yardıma geldim,” dedim.
Bu yanıtım o boğucu ağır havayı kısmen de olsa dağıtmış, hatta o yüzlerinden intikam alma hırsı saçan o insanları neşelendirmişti. Bu da o kişilerin ruhi yapılarının ne kadar dengesiz olduğunun bariz belirtisiydi aslında. Böylelikle başka soru sorulmadan, bana hemen çıkış yolunu gösterdiler. Farsça teşekkür edip vedalaştık ve çantalarımı alıp oradan ayrıldım; daha birkaç adım gitmiştim ki, sivil giysili başka biri arkamdan gelerek biraz öncekinin benden şüphelenme gerekçesinin bir başka biçimi ve dolaylı olarak dile getirdiği bir düşünceyle hareket etmiş olmalı ki; bir şeyler bulma umuduyla:
‘’Avrupa’da yaşayan Türklerden misiniz? ‘’ diye sordu bana ve “Farsçayı nasıl öğrendin?” diye ekledi sorusuna.
Farsça dilinin eski bir dil olduğunu, onu Şah’ın baskı ve zulmünden Avrupa’ya kaçanlardan ve kütüphanelerden biraz öğrendiğimi söyledim ve her soruya cevap verişimde de sert ve asık yüzlerine bakıyor, aynı zamanda aceleyle bu tepkili yüzlere olabildiğince hızlı bir şekilde verilen yanıtla bu sert ve asık yüzleri nasıl değiştirip yumuşatabileceğimi ve oradan bir an önce yine nasıl uzaklaşabileceğimi düşünüyordum. Kütüphaneden ve hele hele Şah’ın zulmünden söz edişimin onların üzerinde etkili olduğu görülüyordu, ancak içlerinden birisi, sorumlu bir kişi olarak sorumluluklarını ifade ederek artık dağılmış bulunan şüphe bulutlarının ardından, sert olmayan bir ifadeyle:
‘’Peki, geçebilirsiniz; yolunuz açık olsun,’’ dedi.
Tabii ki, ona söylediğim her şey tamamıyla doğruydu. Avrupa’daki ilk yıllarımda İranlı ve Afgan birçok arkadaşım vardı, yaklaşık bir yıl Çekçe Öğrenim Okulu Öğrenci Yurdunda Afganlarla bir odada kaldım ve Fars dilini de Kürt diline yakınlığı Farsçayı anlaşabilecek düzeyde öğrenmemi kolaylaştıran etken olmuştu.
Brüksel’de Kendal ile yaşadıklarım, Tahran’da nelerle karşılaşacağımın belirsizliği ve akabinde karşılaştığım o İslam Devrimi realitesinin havaalanına Avrupa’dan gelen kâfirleri karşılamak için özel seçilmiş potansiyel canilerden kurtulduktan sonra Dr. Şerefkendi sessizce, dikkatleri üzerine çekmeyecek bir şekilde bana doğru geldiğini görünce cehennemle cennettin üstündeki sırat köprüsündeymişim gibi bir duyguya kapıldım. Rahmetli Dr. Şerefkendi’yle birkaç yıldır görüşmemiştik ve şimdi o öyle bir atmosferin hâkim olduğu bu mekânda bana doğru yürüyendi. Her zaman olduğu gibi güler yüzlü, kibar, cana yakındı. O korku ve stresin hâkim olduğu mekân içinde onu görmek benim üzerimde karanlığın içinde gün ışığını, karanlık gökyüzünde henüz belirmiş bir yıldızı görmek gibi bir etki uyandırmıştı. Dr. Şerefkendi Kendal’la Brüksel’de yaşadıklarımı, Qadaf’yi ve beni Tahran’a getiren uçaktaki o korkunun varlıklarına hâkim olduğu uçağın bütün yolcularını unutturmuştu. İki büyük çantam vardı. Doktor onlardan birini elimden aldı, birlikte Tahran Havaalanı’nın parkında duran onun beyaz otomobiline doğru hareket ettik. Yanılmıyorsam küçük ve sade bir Renault 11 marka araçtı.
Yolda yumuşak, dostane, Kürtvari, sakin ve tatlı bir dille konuşurken öğrendim ki; havaalanında muhafızlar ve siviller tarafından ben soruşturulup, eşyalarım aranırken, o da beni uzaktan izliyormuş. ‘’İşte, buyur, ‘İslam Devrimi’ dedikleri budur kardeş; ‘Şah gitsin,’ dedik, ‘ondan beter bir rejim gelsin,’ demedik.’’
Bu tek bir cümleyle İran’ın içine düştüğü durumu gayet bariz bir şekilde gözler önüne sermesi için kâfiydi. Ve biz onun evine varıncaya kadar Humeyni ve İslam rejiminin baskı ve şiddeti hakkında konuşmasını sürdürdü.
Sonunda, Tahran’ın kalabalığı ve karmaşasından uzakta, sakin bir mahallede bulunan evine vardık. Hatırladığım kadarıyla, yapı iki ya da üç kattan ibaretti ve doktorun kendisi birinci katta kalıyordu. Bize kapıyı eşi Kürtlere has misafirperverlikle açtı. Yemek sofrasını yerde hazırlamıştı. Daha biz yemeğe başlamadan önce, Dr. Şerefkendi:
‘’Evine hoş geldin değerli kardeşim,’’ dedi. Doktorun içtenliği, kibarlık, inceliği ve yakınlığı çok ender görülen türden ve sınırsızdı. O, Kürt halkının asil bir evladıydı. Yıllar önce Fransa’da akabinde şimdi de Tahran’da tanıdığım o ince ruhlu, kibar, çok renkli eğitimlerle şekillenmiş fizik doktorunu bir gün, Kürdistan dağlarında, peşmergelerin arasında onlarla birlikte yaşayıp onlara öncülük edeceğini o an için kim tahmin edebilirdi ki!
Ertesi sabah erken saatte uyandık. Kahvaltı yaptıktan sonra doktor: “Sana Tahran’ı gezdirip ilgi çekici yerlerini göstermek istiyorum,” dedi. ‘’Devrim’’ davasını, pastarların insanlara uyguladığı bütün ilkellikleri ve zor uygulamalarını bana anlatarak Tahran’ı dolaşırken pastarlarca işgal edilmiş Amerikan Büyükelçiliğinin bulunduğu tarafa doğru gidiyorduk. Orada muhafızların ilkelliğini, fanatik İslam etkisiyle gözleri dönmüş olanları görmüş ve tanık olduğumuz şeylere oldukça üzülmüştük ve hüzünle bana: ‘’Tahran’ın kendisi yalnızca o fanatik ilkelliklerden ibaret değildir,’’ dedi. Tahran’ın medeni yönünü ve yerlerini anlatıp gezdirmeye başladı. O semtleri ‘’Kültür bu semtte her şeye rağmen yaşar,” diye ekliyordu. Kürtçe konuşuyor, rahat etmeye çalışıyorduk. İkimiz de Fransızca bildiğimiz için Fransa’yı anımsadığımızda Fransızca konuşuyorduk.
Akabinde ağabeyisi ölümsüz Kürt şairi Hejar’ın yanına gittik. Hejar’ın gözüyle bakıldığında, bütün kötülük ve her türlü ilkelliğin kaynağı, Tahran’a kısa bir zaman diliminde hâkim olan İslam rejimiydi ve yine o kısa zaman diliminde on yıllarca kanlı hükümdarlığını sürdürmüş Iran Şahı Pehlevi’yi aratan olmuştu Humeyni’nin İslam’ı. Büyük üstat Hejar bir şiirinde ‘’Sen diyordun ki; ‘mutlaka karlar erir ve yerinde çiçekler yeşerir’ ama yeşermediğini, yaşamının belki de en büyük hayal kırıklığının ağırlığı altında derinlere dalarak hüzünle dile getirirken biz dinleyicilerini de hüzne boğmuştu. Hejar’ın yanında her şey kültürdü. Kitapçıların pazarındaki dükkânlara beraber gidip oradaki eski kitapları görmemizi isterdi. Bütün günümüzü o dükkanlarda, doğal şartlarda, o pazarlarda asla bulunması, görülmesi mümkün olmayan kitapları inceleyerek, bazılarını hüzünle okşayarak geçirdik. İran’ın ne kadar eski, kadim kitapları, sanat eserleri varsa çoğu o dönemde o pazara getirilmişti. İran’ı terk edip kaçabilmek için Tahran’ın en kültürlü kesimi onlar için yaşamın ayrılmaz parçası olan kitaplarını, yüzyıllarca eski el yazmalarını, Fars medeniyetinden onlara miras kalmış elyazması kitapları, eski dönemlere ait elle yapılmış resimler, yağlı boya tablolar, yağmalanan kütüphaneler, müzelerdeki manevi değeri biçilmez, rengi solmuş yapıtlar, el yazmaları ve daha birçok kültür ve sanat yapıtı pazarda yok fiyatına satılıyor, çoğu müşteri bile bulamıyordu. Çünkü satan kesim zaten o kültür eserlerinin asıl müşterileriydiler. Rahmetli Hejar yine derinlere dalıp hüzünle:
“Burası benim uzun yıllar mutluluk cennetimdi,’’ diyordu.
Büyük Kürt şair Hejar’ın mutluluk anlarını geçirdiği Kitap Pazarı İran’ın manevi değerlerinin tefeci pazarına dönüşmüştü.
Hejar, Şah Pehlevi döneminde demokrasiyi beklerken onlarca yıllık hasreti burada bekleyiş içinde sonlanmıştı!
Kitap satıcılarının çoğu onu tanıyan, çaylar içilirken hayranlıklarını vücut diliyle dilendirirken büyük üstadın da kitaplarının kütüphanelerden pazara sayısız diğer kitaplar gibi getirildiğini anlatırken gözyaşlarına hâkim olamıyorlardı.
İslam Devrimi her şeyi altüst etmişti; böylece sanat, edebiyat, tarih, insanı insan yapan manevi ürünler değerini yitirmiş, domates ya da soğan gibi pazara düşmüş, satılıyordu. O cevherleri görmek hem sevindirici hem de hüzün vericiydi. İran halklarının tarihi manevi zenginliklerinin İslam rejiminin eliyle yok edilmesi kararı acaba niye, nerde, nasıl ve kimler tarafından alınmıştı?
Fotoğraf : Şehid Dr.Şerefkendi
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.