Yıl Temmuz 1980. Günlerce at üstünde kâh kurşun yağmuru altında kâh hangi aşiret İran Pasdarları ile işbirliği yaparak bize saldırabilir tedirginliğiyle köy yollarından saparak dağları, vadileri aşarak nihayet Qotur’dan Soma’ya yakın bir köye varmıştık. Köylüler Sanarê Mamedi’ye sadık gibi gözükmelerine rağmen köyün coğrafî konumu Pasdarların motorlu araçlarla köye yaklaşmasına hatta köye girmesine çok müsaitti ve köy etrafında kazılan birkaç çukurla köyün korunması da mümkün değildi. Uzun istişarelerden sonra daha da içerilere dağlara doğru geri çekilmeye karar verdik. Bölgeyi avucunun içi gibi bilen Sanar bu seçimin de çok isabetli bir karar vermişti. Gideceğimiz köy iki derenin bıçak gibi dağları yardığı ve birleşip tek bir bıçak olup diğer dağları yaran üç akarsuyun çakıştığı dağın altındaki vadideki Belqezen köyü idi.
Dağlardan ovaya atlarla hatta yaya bile aşağıdaki üç akarsuyun bir bıçak gibi derinden kestiği o yüce dağların aşağısına inmek zor ve bir o kadar da yorucu, tehlikeliydi. Pasdarların oraya motorlu araçlarla bizi takip ederek varmaları mümkün değildi ve ayrıca Pasdarların yaya olarak dağlardan inmeleri ise her kayayı tanıyarak büyüyen Peşmerge ve köy ahalisinin namlularının ucuna gelmek demekti ve bu da onlar için intihardı.
Belqezen köyü Sanandac, Baneh ve akabinde de kaybedilen, bazen sahadan kopmuş ayaklar topladığımız, kanlı savaşlardan ve yine akabinde oralardan 300 km. uzaklıktaki Qotur tünellerinde ve tünellerin etrafındaki tepelere helikopterler ile indirilen, İran askerlerinin ağır makinalı tüfeklerinin, kobra helikopterlerinin sığındığımız tünellerin giriş ve çıkışlarına kulaklarımızı parçalarcasına attıkları roketlerin sesinin yankılanması, açlığın, hastalığın Sanar’da dâhil Peşmergelerde stresin, tren tünelindeki sürekli acımasız esen rüzgârın cehenneminden mucizevi bir şekilde kurtulup günlerce yolculuktan sonraki hastalarımız, yaralılarımız, hangi köyden kimin saldırabileceğinin tedirginliği, tedbirli yol almamızı ve hızımızı engelliyordu. Ve Belqezen’e vardık. Belqezen, her yeri ağaçlarla, sebze bahçeleriyle üç taraftan çevrili, derin vadilerden akan sularıyla bir cennetti.
Belqezen Seyitlerin köyüydü, Rojhilat’ta diğer gördüğüm tüm köylerden en temizi, en düzenli, taştan örülmüş evleri, köyün etrafındaki kayaların ve taşların arasına bile dikilmiş sebze fidanlarıyla bir cennetti. Her evin yine taştan örülmüş ve her zaman temizliğine dikkat edilen, tuvaletleri ise diğer köylerle mukayese edilmeyecek kadar lükstü.
Seyitler gayet sakin, saygılı, medeni, dostane, candan ama mesafeli misafirperverlerdi. Daha sonra tanıdığım üzere savaşta da sakin, attığı her merminin hesabını yapan, hiç ama hiç savaş heyecanına kendilerini kaptırmayan sükûnetle, sabırla attıkları her kurşunla deviren de onlardı.
Köyün en saygın Seyit’i beni ve Sanar’ı evinde ağırladı. Kaldığımız yer küçük ama temiz bir odaydı. Üç suyun çakıştığı noktaya 30–40 metre uzaklıkta büyük derelerin akarken kayalara çarpıp onları yıkarken çıkardıkları ritmik sesler, gece ve gündüz sonu olmayan bir müzik gibi sakinleştirici etkisini yaşadığımız savaş cehenneminin stresinin merhemiydi.
Yaralı Peşmergelerin tedavisi, bizim kendimize gelmemiz, güç toplamamız, direnebilmemiz için halktan savaşçı toplamamız, silah ve mühimmat temini, karşı taraf hakkında bilgi alabilmek için Belqezen en müsait en güvenli en dinlendirici yerdi… O Seyitlerin mütevazılığı, çalışkanlığı, özverileri ve savaşçı ustalığını anlatmaya lisanın duvarları dar gelir.
Bir iki gün diğerleri aşırı yorgunluktan yarı baygın bir şekilde günün büyük bir bölümünü uykuyla geçirirken, benim o şansım da yoktu. Çünkü hem yaralılarla ilgilenmek, hem de orada doktorun olduğunu duyan ve akın etmeye başlayan köylülerin tedavisiyle ilgilenmek zorundaydım…
Birkaç gün sonra artık her şey ve herkes toparlanmaya başladı. Nöbet yerleri, nöbet saatleri, postacılar, telsizlerin tamiri, silahların tamiri ve köylülere daha fazla yük olmamak için erzak temini organize edilmeye başlanıldı. Ve bu arada ben köyün bir kayasının üstünde boş, iki küçük odası olan terk edilmiş bir köy evini aldım. Yanındaki ahıra bakan çobanların mekânıymış. Köylülerin gönülden vermek istedikleri evlerinin bir kısmını alarak onlara daha fazla yük olmak adaletsizlik olurdu. Bir kalacak yer sorundu diğeri ise yaralıların o yüksek yere ulaşmaları ki oda bir katırın arkasına iki uzun kavak ağacından yapılan sedyeyle, karlı ülkelerde yapılan kızak şekline getirilerek çözüldü. Ev hemen o gün temizlendi, badana edildi, muayene için bir yatak, bir de masa ve sandalye bulunuldu. Ki o dönemde o yörede bunlar büyük bir lükstü. Tepe o akan üç sudan biri, yani Kürdistan’ı bir bıçak gibi bölen İran, Türkiye sınır dağlarından gürleyerek gelen suydu. Su diğer karşı tepeyi bıçak gibi yarmıştı. O küçük kerpiçten yapılmış en fazla 50 metrekare olan “muayenehanemin” bir penceresi çaya yukarılardan bakıyordu. Ve o suyun sesi o “ölüm kalım savaşında” ruhuma işleyen bir ümit müziğiydi. Tüm öğrenimim boyunca gurbet ellerde hasretiyle, görme umuduyla yaşadığım Kürdistan’ımın tabiatının yaşatan müziğiydi…
İki küçük odalı evi “muayenehaneye ve ameliyat salonuna” çevirmiştik. İlk girişteki odaya kısa bir sürede yakın köylerden bize yardım için gelen lise öğrencileri bir masa ve sandalye bırakarak gelen hastaları sıraya alıyorlardı. Bir nevi bekleme salonu, penceresi olmayan, diğer iki-üç öğrenci de o küçük evciğin etrafında nöbet tutuyorlardı. Evcik güvenlik açısından mükemmel bir pozisyona sahipti ama hastalar için o yokuşu çıkmak yorucuydu…
Orada olduğumu duyan civar köylüleri akın akın gelmeye başlamışlardı. Hemen akabindeki bir iki günde, cep telefonu yoktu ama iletişim halk arasında mükemmel çalışıyordu. Ki ilk hastalar köye varışımızın hemen sabahı gelmeye başlamışlardı. Şah yıkılmış, Şah döneminde kurulan tüm devlet kurumları çökmüş, yenileri daha çok uzun yıllar kurulamayacaktı. Halk devletin, Şah döneminde sunduğu sağlık olanaklarından da mahrum kalmıştı. Biz Belqezen’e vardığımızın sabahı giysilerinden ve ona eşlik eden kişiden o yörenin ağası ve eşi olduğu her detaydan belli olan kadına verdiğim ilacın hemen tesirini göstermesi bu hasta akınını ateşleyen faktörlerden biri olmuştu. Daha önce Urmiye’ye doktorlara tedaviye götürülmüş ama verilen ilaçlar hastalığını daha da ağırlaştırdığını söylüyordu kocası olan ağa. Mucizevi bir genç doktor olmuştum. Öyle ya ünlü ağanın ta Urmiye’ye kadar götürüp de pahalı doktorlarda deva bulamadığı hanımını ayaküstü iyileştirendim…
Sanar, Qotur’daki tren yolu tünellerindeki nemli, sonu olmayan rüzgârından, bakımsızlıktan hasta düşmüştü. Qotur’dan Belqezen’e kadar adım başı mola vererek zor getirebilmiştik. Ve hastalığı devam ediyordu, hatırladığım kadarıyla akciğer iltihaplanmasıydı ve terk edemediği günde içtiği 2 paket sigara da benim onu iyileştirmek için gayretime katkı sağlamıyordu. O hasta olduğu için bütün sorumluluk bana kalmıştı, telsizlerin tamirini organize etmekten, mühimmat teminine, hastaların tedavisine, tedavide gerekli ilaca, muayenehanenin badanasını organizeye kadar…
Bu arada çevre köylerden gelen lise öğrencilerine köşede bucakta Peşmerge’nin kullanmadığı tabancalar ya da İsrail yapımı uziler verdirttim. Hepsi geldikleri köylerin zenginlerinin, toprak sahiplerinin ya da ağalarının çocuklarıydılar. Yoksa zaten şehir merkezindeki okullarda nasıl öğrenim görebilirlerdi ki? Hepsi köyün Şah döneminde kurduğu tek odalı diğer karşı tepenin üstündeki eski okulda yan yana yatıyor, beraber yemek pişiriyor ya da daha doğrusu yemek pişirmesini öğreniyorlardı.
Bu gençlere sabah saat 8’den 12’ye kadar ders vermeye karar verdim ve dersin içeriğini anlattım. Bu dersin ilk 3 saati dil, tarih, sosyoloji, edebiyat, gerilla savaşları ve bir saati de sağlık üzerineydi; iğne nasıl yapılır, ilk yardım, kanayan yaraya müdahale şekilleri, yaraların pansumanı…
Tüm bu gençlerin her biri istedikleri zaman evlerine dönebilirlerdi, nihayette gönüllü gelmişlerdi ve İran Kürdistan Demokratik Partisi dogmatik bir yapıda değildi ki halkın çocuklarını zorla alıkoysun. Belqezen’de kaldığımız 2 ay süresince gelen hiçbir genç benden ayrılmadı.Ayrılırken de bir kısmı bizimle geldi. Yemek pişirmek, kapları nehre götürüp yıkamak onlara en zor gelen işti, savaşmaktan çok daha ağır ve zor bir iş…
Gençlerin arasında biri beni örnek alarak, illa doktor olmak isteyen ve bugün Brüksel’de eşiyle birlikte çok başarılı bir diş inplatosyon uzmanı olan Dr. İhsan’da vardı. O gençlerden hepsi bugüne kadar Kürt özgürlük hareketi içinde yerlerini alanlardır, hayatlarını adayanlardırlar. Ki bunlardan bir kısmı bizzat İran’da Kürt Kurtuluş Hareketi içinde bile hâlâ faaller…
Akşam saatlerine kadar yaralı Peşmergeleri, ameliyat edilmesi gereken köylüleri ameliyat ediyor, ameliyat olanların yaralarını pansuman ediyor, ya da bekleme odasındaki köylüleri muayene ediyordum. Haftada bir kaç akşam da gece yarısına kadar bazen de sabah saatlerine kadar süren operasyonlara katılıyordum.
Sabahtan öğleye kadar gençlere verdiğim ders saatleri en zevkli saatlerdi, öğleden akşama kadar ki tedavi dönemi ise en acılı saatlerimdi. Ne tıbbi cihazlarım vardı ne de gerekli ilaçlar. Sanar’la Seyitlerden birinin bize tahsis ettiği bir odada beraber kalıyorduk ve kapının dış tarafında da iki Peşmerge yere oturarak, nöbetleşe uyuyarak sabaha kadar nöbet tutuyordu. O arada daha ilk gün köye varır varmaz hasta eşini muayene için getiren ağa (ki sonradan öğrendiğim büyük bir ağa) bir gün “muayenehaneye” geldi. Sanar bile onu saygıyla selamlayan, ağırlayandı. Bekleme odasındaki öğrenciler diğer hastalar gibi ona beklemesini söylemeleri herhalde “onuruna dokunmuş” . Sırası geldiğinde onu muayene ettim ama yardımcı olamayacağımı, hastalığının ilacına sahip olmadığımı söyleyince “Benim köyümde 4 torba ilaç var onların arasında olabilir mi? Demez mi! “Ne ilacı?” diye sorunca: “Doktor Bey sizin hemşerileriniz Türkiye’den göndermişler haftalardır benim evimde…” yanıtını verdi… Ben o bıyıklarını siyaha boyamış mahlûkata baktım o an tokat atmamak için kendimi zor tuttum… Ben ilaç eksikliğinden, yokluğundan hastalara, yaralılara yardımcı olamadığım için azap-işkence çekiyorum, adama Türkiye’den daha sonra öğrendim ki DDKD çuvallar dolusu ilaç göndermiş o da almış evinde saklıyor ve ancak kendisi hasta olduğunda ve benden hastalığının ilacı olmadığını öğrenince söylüyor. Hemen diğer beklemedeki hastaları evlerine, köylerine bir sonraki gün gelmeleri için gönderdik. 3–4 at hazırlattırdım ve o ağaya “Hadi o zaman düş önümüze senin köyüne gidiyoruz.” dedim. Gerginliğim ve yaşadığım bu olay beni o kadar sinirlendirmiş olacak ki “o” saygın, bıyıkları çok bükük, boyalı ağa korkuya kapıldı, eli ayağı titremeye başladı. Artık şakanın bittiği noktada olduğunu nihayet hissetmişti…
İki-üç saatlik çok yorucu kayalık, dağlık ve atın çıkarken bastığı hemen hemen her taşın kaydığı yolları aşarak köyüne vardık. O ana kadar tahminimden de zengin bir ağa olduğu evinden, korumalarından belliydi. O bıyığı boyalı ağa ne kadar bênamus ise hanımı olan hastam da bir o kadar nazik, kibar, zarafetle donanmış asil ve aristokrat bir Kürt kadınıydı.
Çuvalları getirdiler açtım, içindeki ilaçlara baktım. O an bana Xuda’nın verebileceği en büyük armağan, en büyük hediyeydi o çuvallardaki ilaçlar… Artık ve nihayet acılarla, yaralarla gelenlerin hiç değilse acılarını dindirebilecek, dertlerine deva olabilecek, tedavi edebilecektim. Ki zaten Paris’i terk edip o şartlarda yaşamayı seçmemdeki tek arzum, tek isteğim, tek hevesim beni ben eden topraklara, ülkeme borcumu ödemekti…
Ağa kendi katırlarına torbaları yükletti ve yola çıktık. Acaba ona DDKD’nin gönderdiği ilaçlar sadece gelen o dört çuval mıydı? Bilemiyorum, ama o bile o an Xuda’nın gönderdiği bir ganimetti… Kanlı savaşta ayağı kopmuş, ya da vücuduna bir roketin bir parçası saplanmış, acılarla kıvranan bir hastanın ilacı olmadığı için acısını dindiremediğimden düştüğü ıstıraba hiçbir doktorun düşmesini istemem. Benim için o anlar çekilen en derin, en zalim acı günlerdi. Hastanın arşa yükselen haykırışlarını duyup, yaşayıp, yardım etmeyi bilip de ilaçsızlıktan yardım edememek… O zalim günler beni o kanlı savaşlarda en derinden yaralayan, yarasının izini hâlâ varlığımda taşıdığım anlardı…
Gece yarısına yakın saatlerde katırlarla o sarp kayaları, vadileri, çılgınca akan suları aşarak ilaçları “muayenehaneye, ameliyathaneye“ getirmiştik. Ondan sonraki günlerde kaç acı, kaç derde deva olabileceğimin mutluluğuyla o gece orada hastalara baktığım yatakta öylece uyuyakalmışım. Peşmergeler de bulabildikleri bir köşeye oturarak uyumuşlardı.
Akabindeki günde karşıki bir dağ ovasının üstündeki bir köyde, Şah döneminde yapılan bir sağlık ocağının olduğunu ve sağlık ocağında sağlık malzemelerinin varlığını kimseye söylememem kaydıyla öğrencilerimden birisi biraz kibar biraz da korkarak söyleyince, yine atları hazırlatıp bu seferde o köye doğru yine sarp kayaları aşarak varmaya çalıştık.
Yukarıya çıkarken birden üzerimizdeki gökte uçan helikopterin sesiyle ürken atımın bastığı taş kayınca atla beraber kayaların üstüne yuvarlandım, birden dengemi kaybedip düştüm. Sol kaburgama saplanan bir büyük taşın üstüne düştüğümü o anki acıyla hissettim. Doğrulup Peşmergelere bağırarak atlarından inmemelerini söyledim. Çünkü o uçurumlarda aşağıya inenin atına yeniden binmeye çalışması bile riskti. Yavaş yavaş kaburgamı kendim belime sarılı egale sıkıca bağladıktan sonra adım adım yukarıya, dağın başına çıkmayı becerdim. Atımın yularını Peşmergelerden biri alıp kendi atına bağlayıp yukarıya çekmişti. Yukarıya ulaştıktan sonra hemen yanıma koştuklarında kendi şallarını çıkarıp göğsümü daha sıkıca sarmalarını istedim, sıkı sardıkça nefes alıp verirken acı azalıyordu, kemiklerden birinin veya birkaçının kırıldığının işaretiydi bu…
Nihayet köye vardık. Köy dağ vadisinde düz bir arazideydi. Köylüler nedense oraya vardığımızda pek de memnun gözükmüyorlardı. Şikak bölgesinde hangi köyün hangi aşirete ait olduğunu ve o aşiretin yapısını teker teker tanımak hiç de kolay değildi. Çünkü her aşiret kendi başına bir hikâyeydi.
Nihayet Şah döneminde kurulan sağlık odasının yerini bulduk. Bir evin birinci katındaki bir odaydı. Lakin oda kilitliydi, ben anahtarı sorunca köyün bela başı o odanın devletin olduğunu ve bize anahtarı vermeyeceğini, devletin malına dokundurtmayacağını söyleyince o anda Kürtçe duyduklarıma inanmak bile imkânsızdı. Zaten kırılan kemiğimden ötürü zor nefes alıyordum. Karşımdaki kişi de yaşadığım acıyı yüz hatlarımdan görmüş-sezinlemiş olacak ki “yiğitliği” tutmuştu.
Bizim gelişimizle birlikte köyün erkekleri de etrafımızda toplanmaya başladıkça o bela başı daha da “erkekleşmeye” devletinin malını koruma edasına giriveriyordu. O an karar anıydı ya başımızı eğip köyü terk edecektik ya da silahlı çatışmayı da göze alarak o sağlık odasındaki malzemeleri alıp gidecektik. Daha sonra Peşmergelerden duydum ki o köyden de o güne kadar birçok hasta bana gelmiş ve ben onları muayene-tedavi etmiştim. Etrafımdaki Peşmergelerde böyle bir karşılaşmaya hazır değillerdi, nihayette hepsi aynı yörenin insanıydı ve benim ne yapacağım onlar için tavır alma işaretiydi, herkes bana bakıyordu. Bense acılar içinde kıvranıyor, zorla nefes alabiliyordum. Var olan tüm gücümü toparlayıp evin birinci katına çıktım. Terastı, terasta da o odanın kapısı vardı, yukarıya terasa aniden çıkınca tabii ki onlar aşağıdaydı, yani ben onlara yukarıdan bakan olmuştum ve oradan son bir kere o köyün belasına “ Tu mifte nadî”(Sen anahtarı vermeyecekmisin?) diye seslenince o da bana aşağıdan “Na, nadim ew malê dewletê ye”(Hayır vermeyeceğim, o devletin malıdır) diye yanıt verince döndüm kapının anahtarına birkaç el kalaşnikovla ateş açtım. Kapı hemen açıldı ve elimde kalaşnikovla hemen dönüp aşağıdaki Peşmergelere “Hadê verin van dermana bibin ”(Gelin bu ilaçları yükleyin) diye seslendim ve telsizciye de “Gazi Peşmergeyên dina bike “(Diğer peşmergeleri de çağır) deyince benim Peşmergeler birden o apatiden kurtulup harekete geçtiler. O köy belası Peşmerge’nin telsizden güç istediğini ve benim o terasta yukarıda eli ateşlemeye hazır kalaşnikovla çatışmaya kararlı olduğumu ve Peşmergelerin de kendilerine gelip silahlarına ateşlemek üzere sarıldıklarını görünce köyün baş belası dönüp “Çidikin bikin“(Ne yaparsanız yapın) deyip havası sönen balon gibi dönüp hızlı adımlarla köylülerle ve kendi adamlarıyla birlikte oradan kayboldu…
Odada bir hasta muayene yatağı, ilaç dolabı, paslanmaz seyyar el yıkama lavabosu ve benzeri ilkel ama bir muayenehane için çok gerekli cihazlar vardı. Ki onlar bile o şartlarda birer ulaşılmayan hediyelerdi. Peşmergeler odayı boşaltıp atlara yüklemek isterken bizi damların üstünde izleyen köylüler herhalde köy belasının rızasıyla birkaç katırla gelip bu kez de yardım etmek istediler. Onların yardımıyla yükleme çabuk bitti ve katırlarla dönüş yoluna doğru yönlendik ama Peşmegelerden ikisi atına ters binerek konvoyun en arkasında, arkadan gelebilecek bir saldırıya karşı hazırlıklı şekilde köyü terk ettik… Akabindeki gün benim “muayenehanem, ameliyat odam” artık gerçek bir hasta tedavi yatağına da kavuşmuş ve ben bekleme salonuna bıraktığımız seyyar lavaboda her hastadan sonra ya da pansumandan sonra ellerimi bile yıkayabilecek bir lükse kavuşmuştum.
Bir yandan yaralı, hasta Peşmergelerin tedavisi, diğer yandan günden güne akın akın gelen hasta köylüler bir hafta içinde temel ilaçları yani antibiyotik grubunu, morfiumu ve valiumu bitirdiler…
Anestezi uzmanı, anestezi cihazı veya anestezi maddelerini o şartlarda hayal etmek bile, ulaşılmaz bir rüyaydı.
Hâlâ hafızamdan tüm çabama rağmen silemediğim bir vaka oldu. Peşmergelerden birisinin işaret parmağı kurşuna hedef olmuştu, kan durdurulamıyordu. Ancak kanı durdurmak gerekiyordu ve haykırışı, acıdan bağırması arşa varıyordu. Parmağın koptuğu yeri bir lastikle bağladım, 50 miligram morfium iğnesini şah damarına vurdum, 10 miligram valiumu da ve gençlerden birini köye bir gaz ocağı getirmek için gönderdim. (şu sıvı gazla çalışan, pompalanan bizim çocukluk dönemimizde her şehirlinin evinde olan ocaklardan…) Bir taraftan öğrencilerimden birisi gaz ocağını pompalarken ben elime geçen bıçaklardan birini kıpkırmızı oluncaya kadar ısıtıyor, kanayan parmağın yarasının üstüne basıyordum ki dokuyu yakarak (damarlarda dâhil) kanı durdurabileyim. Defalarca o bıçağı kızıl şekle getirip yaranın üstüne basarak ancak kan durdurulabilindi. Dokunun verdiği o dayanılması mümkün olmayan kokuyu hâlâ düşündüğümde hisseder gibiyim… Dikiş ipliğim, dikiş iğnem bitmişti, tek çare dokuyu yakarak kanı durdurmaktı. Nihayetinde doktordum ve gelen yaralıyı tedavi etmek zorundaydım. Kimse ilacı, cihazı var mı, yok mu ile uğraşmıyordu. Doktordum ve tedavi edecektim…
İlaç, cihaz, tıbbi malzeme sıkıntısını hemen hemen her gece yine bir cepheye yola çıkmadan önce Sanar’a söylüyordum tabi ama Sanar ne yapabilirdi ki?
İlaç sıkıntısını beni anladıklarını zannettiğim hastalara da söylemeye çalışıyordum: “Bakın ben doktorum, sizi tedavi etmek istiyorum ama ilacım yok!” diyerek yakınarak.
Bir öğlen sonu bekleme odasından benim muayene odama 25 yaşlarında uzun boylu bir erkek girdi. Tabii ki bekleme odasındaki ve sağlık ocağının önünde nöbet tutan öğrenci ve Peşmergeler mutlaka tanıyorlardı. Yoksa içeriye değil, sağlık ocağına bile öyle boylu poslu potansiyel fiziğiyle tehlikeli birisini yanaştırmazlardı. Adama baktım ve her hastaya sorduğum gibi “Neyin var, neren ağrıyor?” diye sorunca adam bana “Aziz doktorum sandalyeye oturabilir miyim?” diye sordu. Sandalyeye az kişi otururdu, o inanılmaz yoğunlukta hele hele o küçük bekleme odası dolup taşarken… Sakindi, merak ettim. “Otur.” dedim, oturdu. “Aziz Doktorum, köleniz olayım (ez xulame te me) deyince hemen “Hayır, köle filan yok burada.” diye artık standartize olmuş yanıtımı verdim. Ama adam ısrarlıydı xulamlıkta! “Bakın siz ta Avrupa’dan gelmiş bize bizim çaresiz hastalarımıza yardım ediyor, onları o acılardan kurtarıyorsunuz, bende bir şey yapmak istiyorum ama korkuyorum.” dedi. “Neden korkuyorsun?” diye sorunca: “Size yardım ettiğim öğrenilirse beni hapsedebilirler, öldürebilirler.” diye yanıt verdi. Haklıydı o dönemde, o şartlarda gerçekten bazı Peşmergelere bile güvenemiyorduk, bırakıp gidip karşı safa geçenler de oluyordu. Çünkü biz güçsüzdük. Bir tek hasta Komutan Sanarê Mamedi ve o hasta olduğu için de her şeyi çözmek zorunda olan ben… Başka ne bir idareci ne bir örgütleyici ne de bir başka parti görevlisi. Yüze yakın Peşmerge’miz vardı ama Qotur yenilgisinden sonra dağınıklık içindeydik. Karşımda oturan boylu poslu o yiğide sordum: “Nasıl yardım edebilirsin?” diye. “İstediğiniz ilacı, ilaçları temin edebilirim” deyince hem şüphelendim ve hem de hayrete düştüm. Bize en yakın kasaba olan Salmas’ta (Şah döneminde ismi Şahpur’du ) bir eczane sahibinin tanıdığı olduğunu ve her türlü ilacı temin edebileceğini ama bedelini ödememiz gerektiğini, inanmıyorsam kendisini bir iki kez sınamamı, kendisinden emin ama bir o kadar da mütevazı bir şekilde vücut diliyle de dillendirince inanmak istedim. Başka bir şansım da yoktu. Ama bir şartı vardı: İkimizin arasında kalacaktı! Söz verdim! İkna olmadı! Namus sözü istedi! Onu da verdim! Çocuğumun başına yemin etmemi istedi! Ne hatırladıysa onun üzerine o da ben de yemin ettik, mecburdum, söz konusu olan etrafımdaki insanların yaşamıydı. Ki bahis konusu olanlar; her fırsatta operasyona çıkıp yaralanan ve müdahale edilmediğinde ölebilen benim halkımın o yiğit evlatlarının hayatıydı.
Söz verdim, sorun geldi bedele yani paraya! Para yoktu! Aynı akşam konuyu bir kez daha Sanar’a açtım ve ilaç temin edebileceğimi ama paraya ihtiyaç olduğunu ısrarla söyleyince Sanar şark usulü oturduğu minderden ayağa kalktı, iki elini şalvarının iki cebine soktu ve ceplerinin astarlarını dışa çekerek “ Doktor walla yok billa yok “dedi. Ki söylediği doğruydu, hatta köylülerin bize yaptıkları yemeğe karşılık erzak için verecek paramız da artık yoktu.
Beraber çaresizlik içinde düşünüp şöyle bir çözüm bulduk. Bana gelen hastaların bir kısmı ağa, bey, han ailelerindendi. Varlıklıydılar ve hem ilaçlarının hem de tedavilerinin bedelini ödeyecek durumdaydılar. Onlardan ilaç ve tedavi bedeli alınacak ama köylülerden alınmayacaktı. Kimin varlıklı kimin köylü olduğunu bekleme odasındaki görevlendirilen öğrenciler zaten iyi biliyordu. Herkes herkesi tanıyordu. O öğrencilerden bir ikisi çağrıldı, kaldığımız odaya kaldıkları okuldan getirildiler. Sanar onlara anlattı, tembihledi ve ikinci günü artık o düzenle çalışılmaya başlanıldı. Ben İran’da iki-üç gün hariç hiç şehirde kalmadığımdan ve alışverişle İran’da hiç ilişkiye girmediğimden tümenin değerini, misal; 100 tümene neyin alınabileceğini de bilmiyordum. İlaçların fiyatını hele hele hiç bilmiyordum. Tedavi veya varlıklı hastalara vereceğim ilaçların bedelinden de haberdar değildim ama ne mutlu ki o lise öğrencisi gençler olayı kısa sürede kavrayıp o varlıklı hastalarla çözdüler, çünkü şehirlerde büyümüşlerdi ve her akşam varlıklılardan tedavi-ilaç bedeli olarak aldıkları parayı bana vermeye başladılar. Bir iki günde biriktirilen paradan sonra onlara uzun boylu “hastanın” ismini vererek çağırmalarını, kendisini yeniden muayene etmem gerektiğini söyledim ve ikinci günü o şahıs geldi. O uzun boylu babayiğidin kırmızı renkli çok cılız ve bir o kadarda eski bir motosikleti vardı. Onunla sabah gün doğuşunda Salmas’a, o zor yollardan gidip ses çıkarmaması için Salmas girişinde motoru istop ettirip yokuş aşağı Salmas’a gideceğini ve her akşam da ilaçları alıp geleceği planını en küçük teknik detayına ve tüm rizikoları hesaplayarak planlamıştık. Çok zeki ve uyanıktı. Oturup karar verdik. Ben kendisine parayı sağlık ocağının yanında kimsenin kullanmadığı ahırın arkasındaki samanın altına bırakacaktım, istediğim ilaç listesiyle o da uygun kimsenin dikkatini çekmeyeceği bir zamanda geceleri oraya gidip parayı alacak şehre gidip ilaçları aldıktan sonra getirip ilaçları oraya samanın altına bırakacaktı. Bende oradan alacaktım. Her şey güzel hoştu da iş ilaç listesini düzenlemede tıkanmıştı. Çünkü ben Farsça bilmiyordum. Eczacının anlayabildiği bir lisanda ilaç listesi düzenlemeyi ve İran’daki ilaçların ticari ismini ise hiç bilmiyordum. İlaçlardaki temel sorun her üretici şirketin kendi ticari ismini üretip-yaratıp kullanması. Denemek için ben listeyi İran’daki bilmediğim ticari isimlerine göre değil, ilacın içerdiği maddeye göre hazırladım. Bu aynı zamanda ilacın alınacağı eczacının eczacılık bilgisinin imtihanıydı da ve Latin alfabesini bilip bilmediği de öğrenilmiş olunacaktı. Hiç bilmeyebilirdi de. Çünkü İran’da Arap alfabesi kullanılıyordu. Ki bunu Kürtler Kürtçe yazı lisanı olarak da bugüne kadar kullanıyorlar.
İlk deneyim başarıyla sonuçlandı. Gerçekten istediğim ilaçlar gelmişti hele hele satışı bile denetim altında olan Morfium, bana o günlerde verilebilinecek en büyük hediye, pahası biçilmeyen bir armağandı. Çünkü onsuz hiçbir yaralıyı tedavi etmeye, dokuya saplanan kurşunu veya roket parçasını çıkarmam mümkün değildi ve bu ilaçların yanında nihayet bana kullanabilir iki tane de yeni cerrahi bıçak da getirmişti. Bu böyle iki ay devam etti ve iki ay hem Peşmergeleri tedavi edebildim hem de köye gelen fakir köylüleri hem tedavi ediyor hem de ilaçlarını karşılıksız veriyorduk. Yani zenginlerden, varlıklılardan cüzi bir ücret alıp fakire veriyorduk… İki ay boyunca o uzun boylu yiğit adam hiç aksatmadan ilaç gereç ihtiyaçlarımı o eski rengi solmuş, kırmızı küçük cılız motorlu motosikletiyle temin etti ve öylelikle birçok yaralının ve yüzlerce hastanın tedavisinde kurtarıcı melek oldu…
İki ay sonra ordu helikopterler ve uçaklarla havadan saldırıya geçince köydekilerin güvenliği için köyü terk etmeye karar verdik. Köyü terk edinceye kadar bu Kürt yiğidinin her seferinde yaşamını riske atma pahasına yardımları böyle devam etti.
Bir gece içinde Belqezen’i terk edip İran, Türkiye sınır dağlarından, kaynağından fışkıran dağları binlerce yıl içinde bıçak gibi kesmiş ırmağın akış istikametinin tersine, dağların daha vahşi vadilerin derinliklerine, bağrına doğru ölmemek, köylülerin ölümlerine sebep olmamak için yola çıktık…
Ben “ sağlık ocağını” katırlara yüklettim, Peşmergeler çadırları, yatakları, yemek yapabilecekleri kazanları, tabakları, mühimmatları yükledikten sonra bir gece vakti ay ışığı eşliğinde her kilometresiyle yükselen dağların arasında bıçak gibi derin bazen yüzlerce metre derinlikte vadilerle dağlarımıza sığındık. Sığındığımız vadide de emin değildik. Vadinin üstündeki yüksek dağ düzlüğündeki köylerin ağası Sanar’ın öz yeğeni Arif Ağa olmasına rağmen devletle para için ilişkiye geçmiş, yerimizi bildirmesinin yanında yukarıda yerleştirilecek top, ağır makineli tüfeklerle nasıl imha edilebileceğimizin rehberliğini yapmıştı… Çoğu günler köylülerin Arif’in korkusundan parayla bile satın almamızın mümkün olmadığı gıda maddelerinin eksikliğinden açlık çekiyor, içecek tütünümüz bile olmuyordu. Ta ki daha Şah döneminde kaçakçılık yapan, askerler öldüren ve yüksek bir dağın başında ailesiyle tek başına bir kartal yuvasında yaşar gibi yaşayan Allah’tan başka kimseden korkusu olmayan “Eminê Kaçax” imdadımıza yetişinceye kadar!
Bin bir maceradan, ölümlere gidip geldikten, serseri mayınlarla kaplı diplomasi ve siyasi tarlalarından geçerek nihayet Irak, Ürdün, Suriye, Çekoslovakya’yı aşarak Paris’e bir mucize eseri ulaşmış, ulaştığımın ilk gecesi Kendal Nezan ile Paris’in Saint Michael Caddesi’ndeki Nazım’ın kahvesinde bizden başka kimsenin kalmadığı mekânda geç saatlere kadar oturmuş, bir ara tuvalete çıkmış, geri dönmüş, beraber kahveden ayrılmış ve hemen daha uzaklaşmadan el çantamı kahvede bıraktığımı fark etmiş, kahveye birkaç dakika içinde dönmüş ve çantayı bulamamıştık. Oturduğumuz küçük masanın etrafında 3 sandalye vardı. İkisine biz oturmuş üçüncüsüne de o küçük el çantamı bırakmıştım ve çanta yok olmuştu. Bir ihtimalle ben tuvalete çıktığımda… Çünkü aynı kahvede çalışan dayımın ve de aynı zamanda halamın oğlu bir dönem Yılmaz Güney’in film şirketinde de yöneticilik yapan Rauf Dursun o gece orada çalışan garsonların böyle bir şeyi çalmalarının mümkün olmadığını, çantanın kaderini araştırırken vurgulamıştı…
Aylarca cephelerde, kaçak geçtiğim ülkelerde, ellerinden kaçıp kurtulduğum istihbarat örgütlerinden, vizesiz mucizevi bir şekilde akla sığmayan yol-yöntemlerle yasağımın olduğu Komünist Çekoslovakya’ya bile girip çıkmış ama Paris’te daha ölümcül bir darbe yemiştim…
İçinde pasaportumun, kimliğimin, itinayla küçük harflerle yazdığım günlüğümün, notlarımın ve tüm şahsi belgelerimin olduğu çantamın “çalınmasıyla “ o yaşadıklarımdan sonra Avrupa’nın kültürel başkenti Paris’in sokaklarında kimliksiz bir şahıs olmuştum, adım başı kimlik kontrolünün yapıldığı o kültür metropolünde kültürden nasibini almayan gaddarlarca.
Kendal evine gitmemi önerdi. Daha önceki yıllarda olduğu gibi iki akraba, iki yoldaş, iki şerwan gibi onun 27 Rue Gay Lussaac’tın 5’ci katındaki 25 metrekare civarındaki evine gittik. Yine eski dönemlerde olduğu gibi aynı yatağa girdik. Bir farkla artık ne kardeş ne yoldaş ne de dosttuk… Yani hem yine benimle aynı yatağı paylaşacak kadar yakın ve Irak’ta yaşadıklarımı ve o geceden sonra yaşatacaklarını yaşatacak kadar da soğuk hesaplı olandı. (On yıllarca tanıdığımı zannettiğim, mazlum ulusumun kurtuluş mücadelesinde olmayacak maceralara sürüklendiğim ve kendim gibi görmek istediğim Kendal ama bu Kendal’dı.)
Bir süre Paris’te İran’a giderken her şeyimi ama her şeyimi dağıtıp hibe, hediye ettiğim için kalabilecek bir yerin arayışıyla, hiç değilse bir kimliğe sahip olma çabasıyla daha iyi tanımadığım Fransız bürokrasinin kapılarını aşındırarak geçirdim, bazen cebimde bir sent olmadan Paris’in bir semtinden diğer semtine metro ücretini karşılayacak param olmadığından yürüyerek giderek.
Mülteciliğe başvurmak istedim. Nihayette Türkiye’de artık cunta vardı ve benim İran’daki faaliyetlerim üzerine Fransızların çektiği film 32 ülkenin devlet televizyonlarında yayınlanmış ve T.C. benim hakkımda bilmek istediğini o film ile de öğrenen olmuştu. Kendal mülteciliğe karşı çıktı. Bu konuda yardım da edemeyeceğini dile getirdi. Hâlbuki Uluslararası İnsan Hakları Örgütünün Genel Sekreteri Christian Rostocker yakın dostuydu ve beni onunla ilişkiye geçirmesi bile kâfiydi. Olmadı. Ben İran’a savaşta kendi halkımla beraber olmak için uçtuğum gün Kendal Libya’ya Kaddafi’den maddi yardım talep etmek için uçmuş olduğunu istemeyerek de olsa duymuştum. İran Kürdistan Demokrat Partisinin Avrupa’daki temsilcisi Kendal idi. Saddam’la ilişkide olduğunu söylemişler, yine istemeyerek de olsa gördüklerim, yaşadığım yaşatıldıklarımla ve daha nelere tanık olmuştum… Ve yine istemeyerek ben artık riziko olmuştum, istemeyerek bildiklerimle, istemeyerek öğrendiklerimle tehlikeli asker olmuş, fetvam çıkarılmış, tasfiye edilmem şart olmuştu.
Her şeye rağmen İran’a dönmeye kararlıydım ve Kendal, Derweş Ferho ve Avrupa’da ulaşabildiğim herkese kimliksiz ve beş kuruşsuz durumumla ulaşıp beraber İran’a dönmeyi öneriyor, yalvarıyor ele geçen tarihî fırsatı hep beraber değerlendirmemiz gerektiğini anlatmaya ikna etmeye çalışıyordum. Hiç unutamam bir gün Kendal dönüp bana: “Yani Kürdistan’a dönüp dağlarda senin gibi hocalık mı yapmamı istiyorsun?” deyişini. Öyle ya Kürt gençlerini eğitmek ayak takımının işiydi… O eğittiğim gençler bugüne kadar Kürt Kurtuluş Mücadelesinin ön safhalarındaki savaşçıları, kimisi de Avrupa’nın metropolünde doktor, mühendis, yazar ama bu onu niye ilgilendirsin ki!
Sanar Mamedi’nin hayatını kurtarmıştım, günlerce tünellerde bir battaniyenin altında yatmış, aynı tabaktan yemiş, aynı sigarayı içmiştik ve aramızda inanılmaz bir dostluk, yakınlık olmuştu. Bazen ata binip haykırışlarla yarışmış, bazen tabancalarımızı veya kalaşnikovlarımızı alıp atışta yarışmıştık, bazen gençlik sevdasını, hapislerde çektiği acıları dinleyen olmuştum. Savaş arkadaşlığı o olsa gerek. Ve yine bana Almanya’da okuyan oğlunun Şah döneminde o Şah’ın işkence hanelerindeyken oğlunun Savak’la işbirliği yaptığını, devrimden sonra ortaya çıkan Savak arşivlerinden öğrendiğini ve cephede olduğumuz o günlerde bir oğlunun muhtemelen Irak’tan onun haberi ve rızası olmadan onun adına para dilenmeye gittiğini duyduğunu (ki şahsen Kerkük’te karşılaşmıştım) yine Almanya’daki oğluyla Paris’teki yeğeninin Şahçılardan yine onun adını kullanarak para almak için uğraştıklarını sezinlediğini acılar içinde anlatan olmuştu. “Evlattır öldüremiyorsun ki!” ile bitirerek her defasında…
Paris’e vardıktan sonra gerçekten de Almanya’da yaşayan oğlunun Şah yanlılarından para aldığını emin ellerden duydum yine Paris’te yaşayan yeğeninin de…
Lakin onlar da benim duyup öğrendiğimi öğrenmişlerdi… Ve tabii ki Paris’te yaşayan yeğeninin Kendal’la da irtibatı vardı.
Kimliksiz bir şahıs olarak Paris okyanusunda bürokrasiyle tek başıma bırakılmamın yanında günden güne Paris’teki en yakın akrabalarımın da bende duygu erbabında uzaklaştıklarını hissediyor ama anlam veremiyordum. İhtisasını Paris’te, daha yeni kurduğu altyapısını bir iki gün içinde lağvedip savaşta kendi halkımın yanında olmak için tüm ölümcül riskleri üstlenen ve bastığı her mayından sağ salim kurtulup cebinde beş kuruş olmadan Paris’e dönen bendim. Onlar o dönem zarfında çalışmış, para biriktirmiş ya da bir otomobil almış ya da tatile çıkmış yani Paris, Avrupa şartlarında yaşamışlardı ama dışlanan ben ve dışlayan onlar olmuştu…
Bu sokulduğum cehennem Dr. Qasimlo’nun 1980 yılının sonunda Paris’e gelişine kadar sürdü. Paris bana artık cehennem olmuştu. Çarls Üniversitesini 1979 yılı temmuzunda bitirdikten sonra rahatlıkla Almanya’ya geçip orada yaşayabilirdim ve hiçbir zorlukla karşılaşmadan. Çünkü nihayetinde Prag’ta bitirdiğim Çarls Üniversitesi Alman yasalarına göre Almanya’nın ilk üniversitesiydi ve denklik vs. gibi mesleği zorlaştıran hiçbir engel yoktu önümde. Ki tıp fakültesini Prag’ın Çarls üniversitesinde bitirdiğimde resmi mercilere “artık uslu duracak “ mesajını iletebilecek çevrem vardı. Bu mesaj bile Çekoslovakya’dan çıkarılmamı engelleyebilirdi çünkü nihayetinde eşim Çekoslovakya vatandaşıydı, yenidünyaya gelmiş oğlumuz vardı, evimiz, o dönemin şartlarına göre çok lüks arabamız ve eşine ender rastlanılabilecek bir hafta sonu evimiz-villamız… Ve Çarls üniversitesinde beni istediğim alanda ihtisas için yanına almaya hazır sayısız dünyaca ünlü uzman… Ama ben “uslu durmamaya “, yani halkım için mücadele vermede kararlıydım. Paris’i seçmemin nedeni orada Kendal ve diğer akrabalarımın oluşu ve mesleğimin yanında hep beraber halkımıza sunacağımız hizmetti, savaştı, mücadeleydi!
Dr. Qasimlo geleceği haberiyle Kendal daha da mesafeli olmuştu.
Ve nihayet Dr. Qasimlo geldi. Gelişinin hemen akabinde hepimizin katıldığı yoğun bir program başladı ama hiçbir zaman biz üçümüzün yani Dr.Qasemlo, Kendal ve benim beraber oturup konuşmamız kıvrak manevralarla mümkün kılınmadı. Defaten Kendal’e biz üçümüzün beraber konuşmamızın gerektiğini her ne kadar ısrarla söylediysem üçlü görüşme ertelendi de ertelendi. Benim de katıldığım bir düzine görüşme yapılıyordu ama biz üçümüzün yalnız kalıp görüşmemiz her ne hikmetse mümkün olmuyor, her seferinde gazeteciler, diplomatlar vs. davet ediliyordu. Israrımda kararlığımı sürdürünce nihayet bir öğleden sonra Dr. Qasimlo’nun Paris 16’daki birinci kattaki evinde buluştuk. Ama artık o benim daha 1973 yılında Prag’ta tanıdığım iki yıl boyunca partinin bütün yayınlarını hazırlayıp bastığım, 21.03.1980’de yani kutsal bayramımız Newroz’da kendini riske sokarak beni karşılamak için gizlice Mahabad’a gelen Dr. Qasimlo değildi… Birileri bizi birbirimizden bu kadar uzak düşürecek içeriğini bilmediğim vahim neler söylemişti ki daha iki ay önce dağdaki 10 m2 odasınında beraber yattığım, İran’ı terk ederken Dr. Şerefkendi ve onunla duygu dolu kardeşçe sarılıp “ Vedalaşmayalım zaten yakında yine buradasın ” diyerek vedalaştığımız dostum, hocam, yoldaşım o gün gitmiş başka bir Dr. Qasimlo gelmişti…
Konuşmasına “ Doktor sen beni çok kötü eleştiriyormuşsun” la başladı… Ki ben Kendal’ın dışında Dr.Qasemlo’nun tespit ettiğim bana göre riskli olan bağlantılarını kimseye ne söylemiş ne de bahsetmiştim. “Mamoste” dedim. “Benim yıkıcı bir eleştirim olmadı ama sizin Saddam’la bu sıkı ilişkinizi sağlıklı bulmuyorum ve daha sözümü bitirmeden o bana “Biliyor musun Doktor Fransız tarihinde bir Mareşal Pétain vardı. Birinci Dünya Savaşı’nı kazanan mareşal, kazandıktan sonra Fransa’nın ilahı oldu ama gel zaman git zaman İkinci Dünya Savaşı geldi ve savaşı kaybetti bir bakıma Hitler’e Fransa’nın bir parçasını kurtarmak çabasıyla tavizler verdi ve bugün o bir dönemin efsanevi kahramanına hain gözüyle bakılıyor, yani tarih böyle; kazanınca kahraman kaybedince hainsin. Beni de bırak tarih yargılasın.”* dediğinde dondum kaldım…
Hâlbuki biz Çekoslovakya’da iken karşılıklı birbirimizi nasıl eleştirirdik? Tahammül, sevgi ve saygıyla. Çünkü nihayetinde aynı davanın iki nesilden insanlarıydık… Konuşmada yine benim daha 1973 yılından tanıdığım eşi Helena da vardı, onların Prag’taki evi kaldığım öğrenci yurduna birkaç yüz metre uzaklıktaydı. Dr. Qasimlo yurt dışında olduğunda ailenin bir ferdi gibi uğrar bir ihtiyaçlarının olup olmadığını, yapabileceğim bir şeyin olup olmadığını sorardım ve İran’a gitmeden önce Paris’te olduğum o 4–5 ay içinde de haftada bir mutlaka uğrar yapılacakları yapmaya ve hatta bazen evde çakılacak bir çivi varsa çekici elinden alıp çakandım… Ama İran’dan döndükten sonra Paris’te bile ne metroya verebilecek param ne de bir kimliğim vardı ve kendi düşürüldüğüm sorunların içinde boğulmama savaşı verirken ister istemez onu da ihmal etmiştim. Ama Kendal değil tabi, çünkü PDK –I’nın Avrupadaki temsilcisiydi ve Helena ile “iş icabı” iyi geçinme sempatik olma ihtiyacı vardı o dönem. Her şeyin, insan ilişki formlarının araç olarak kullanıldığı dünyaydı o… Nihayet tarihinde onlarca kralı olan Fransız medeniyetinin “zengin” maskeli dünyasının hayranlığının şekillerini iftiharla taşıyandı. Beni daha 19 yaşımdan beri tanıyan, komünizmin acımasız çarklarında kâh davamız için kâh sadece yaşayabilmek için mücadele verdiğimiz bizi karşı saflardaki düşmanlar yapan o “üstün” yeteneğin maskesini o yüceltilen Fransız medeniyetinde de bulmak zordu!
Toplantı üçe karşı bir olmuştu, hâlbuki güya hepimiz aynı davanın savaşçılarıydık güya… İran-Irak savaşıyla İran’ın Irak Kürtlerine Irak’ında İran Kürtlerine feleğin altın tepsi üzerinde sunduğu sınırsız yardımların Kürt örgütleri arasından İran Kürdistan Demokrat Partisinin içine de sıçramış “ Birakujî ” yi bertaraf edip bu tarihî fırsatı değerlendirmenin yollarını arayıp tartışma, efsanevi kürt lideri Sımko’nun oğlu Tahır Han gibi şahsiyetlerin PDKI dan bilinçli yada bilinçsiz uzaklaştırılmalarının nedenlerini konuşmak , Türkiye’deki 12 Eylül cuntası ve tarihin bize sunduğu tarihî fırsat ve bu fırsatla bağlantılı Sovyetlerde dâhil ilişkilerimiz, cunta sonrası yaşamlarını kurtarmak için yol arayan yüzlerce-binlerce yurtseverin kaderi, her şey bir tarafa bırakılmış köylülerden muayene bedeli alınıp alınmadığına odaklanmıştı! Bu senaryoyu kuranın maharetinden şüphe edilir mi?
Bu arada Kendal bana dönerek: “Peki sen İran’dayken köylülerden, Peşmergelerden tedavi karşılığında para aldığın söyleniyor.” deyince haftalardır benim öz akrabalarımın, en yakınlarımın nasıl birdenbire benden soğuduklarının, bana mesafeli davrandıklarının ve bir bakıma benden nefret ettiklerinin nedenini o an varlığımda açtığı tüm yaşamım boyunca dinmeyecek yaranın hançerini nihayet tanıdım, hissettim ve hep hissederek yaşayacağım. Zalim kader denilen kurum bu olsa gerek!
“Ben köylülerden hiçbir zaman para almadım, bunu bana yakıştıran namussuzdur!” diyerek devam etmek istedim…
“Peki, kimden para aldın?” deyince Kendal, “Ben hiçbir zaman köylülerden para almadım. Ben oraya halkıma yardım için kendi hayatımı riske atarak gidenim.” deyince, “Tabii sen almadın ama oradaki lise öğrencilerine aldılar” demez mi… “Ben aldırttım ama sadece zenginlerden o da ilaç alabilmek için.” deyince alaylı bir şekilde “Peki sen şehre gidip o parayla ilaç mı alıyordun ya da alışverişe gönderircesine birilerini mi gönderiyordun? Şehirlerin giriş çıkışları sıkı denetim altındayken…”
Mitralyözden varlığımın derinliklerinden beni vuran, çıkan soruların o an açtığı yaralarla bu seviyesiz soruları yanıtlamak mümkün mü? … Ben Paris’teki ihtisasımı terk edip halkım için ölümlere gitmiştim şimdi köylülerden tedavi için para almakla sorgulanıyordum… Benim ama Belqezen’de o Kürt yiğidine verdiğim söz vardı! O sözü nasıl bozabilirdim ki?
Bizim Peşmergelerimizle o bölgeden çıkışımızdan sonra bölgeye Pasdarlar hâkim olmuştu. Ve herkesin birbirini ihbar ettiği haberleri geliyordu. Benim sözümü bozup o şahsı orada dillendirmem mümkün değildi. Ya akabinde Paris’te yaşayan Sanar’ın yeğeni veya Almanya’da yaşayan oğlu veya başka bir şahıs duyup İran’a sızdırsalardı? Dillendirdiğim bu ihtimaller olmamış olsa bile yine de söylemezdim, söz insanın onurudur! Bu bize kadim ahlak etik imizin öğretisidir…
Kendal’a hastalardan ve de Peşmergelerden para aldığımın yalanını Sanar’ın Paris’te yaşayan ve Şahçılardan Sanar adına para alan yeğeninin olduğunu kestirmek hiç de zor değildi. Ona da o haberi veren muhtemelen Sanar’ın Almanya’da yaşayan ve yine Paris’e gelip amcaoğluyla Şahçılarla ilişkiye geçip diasporada para aldığı söylenilen oğluydu muhtemelen .
Peki, ama Kendal niye muhtemelen böyle bir insanın ona söylediklerini benden sorma veya beni bilgilendirme ihtiyacını bile görmeden böyle bir toplantıya taşıyor ve toplantının odak noktasına oturtuyordu?
Mesela; Ben Rojhılata uçtuğum gün , o da değerli M.E.Bozarslan ve Hüseyni isimli iran kürdüyle Kaddafi’ye niye, niçin , kaç defa gittiği, Kaddafiden maddi yardım alıp-almadığı,aldıysa o “yardımın ” ne olduğunu ve benzeri onun yanıtlamada çok zorlanacağı soruları soracağımı sezinlediği için olsa gerek ki toplantının odak noktası köylülerden muayene — tedavi karşılığında para alıp almamış olmama odaklandırılmıştı!
Buna rağmen benim orada onlara ilaç satın alımımı nasıl, kimle organize ettiğimi anlatmam mümkün değildi. Verdiğim bir söz vardı! Ben Paris’te idim ama bana bu konuda hayatını riske atarak yardım eden o Kürt yiğidi hala Kürdistan’da yaşıyordu!
Anlatmadım, benim o insana verdiğim bir sözüm var demekle yetindim ama bu sanki suçumu kabullenmişim gibi algılanmak istenildi ve akabinde Doktor Qasimlo o an sahnelenip oynanan oyunun farkına varır gibi oldu ve bana dönerek: “Doktor sen siyasi değilsin…” deyince artık öfkeme hâkim olamadan “Doktor eğer bu siyaset ise lanet olsun böyle siyasete, ben zaten hiçbir zaman böyle siyasi olma niyetine sahip olmadım ki!” oldu. Gerçekte oydu, tüm yaşamım boyunca Kürt hareketinin içinde olmama rağmen hiçbir siyasi örgütün veya partinin hiçbir zaman üyesi olmadım… Avrupa Kürt Öğrenci Birliği ile Kürt Kızılay’ını , Kürt Enstitüsünü saymazsak ki saymak mümkün değil. Çünkü siyasi kuruluşlar değillerdi.
Haftalarca bir düzine ülkede ve akabinde yaşadığım stresin tesiriyle Dr. Qasimlo’ya dönüp: “Peki hocam ben ta Paris’ten gelip o dağlarda kâh doktor kâh hoca, kâh örgütleyici, kâh savaşçı oldum. Hadi diyelim ki köylülere tedavi karşılığında- ya para verin ya da yaranızı tedavi edemem, akan kanınızı durdurmam ölün — dedim, peki sizin Urmiye’de yaşayan doktor kardeşiniz niye gelip de benim yerimi doldurup da bana geri Paris’e git demedi de kendi soydaşları kırıma uğrarken Urmiye’de muayenehanesinde zengin Farslara, Azerilere doktorluk hizmeti veripte aldığı paraları akşam ailesiyle Urmiye gölü etrafındaki lüks mekânlarda harcadı… Ya sizin yakın akrabanız ve partinizin yönetim kurulu üyesi Almanya’da yaşayan Dr.H.Şatawi ben Kürdistan’a gelmeden önce karşımda oturan eşinizle gidip onun Avrupa’daki Kürt doktorlarını çağırdığı toplantıya katılmıştık ve bana benim Kürdistan’a gelmem halinde akabinde onlarında geleceği sözünü vermişti. Neden o veya oradakilerden hiç biri gelmedi?” deyince durakladı, beni sakinleştirmeye, konuyu yumuşatmaya çalıştı ama olan olmuştu, bizi düşmancasına karşı karşıya getiren senaryocu senaryosunun başarısının keyfini kendine haz edasıyla yaşıyordu o an. Ne asıl olan Kendal’ın Libya ziyaretleri, ne kitlesel olarak Avrupa’da yaşayan yurtseverlerin sunulan tarihî şansı değerlendirip Rojhilat’a gitmeleri, ne 12 Eylül 1980 cuntasından sonra her an tutuklanmaları söz konusu olan yüzlerce yurtseverin( Mehdi Zana da dâhil) Türkiye’yi terk edip Rojhilat’a varmaları, orayı siyasi çalışmaları için üs olarak kullanmaları, orada yaşamaları, ne PDKI içinde daha sonra kopuşmaya varan kurmanç-soran gerilimi,ne de mücadeleye orada hep beraber devam etmemizi sağlamak… Konuşmak için ortam kalmamıştı asıl amaçlanan da oydu zaten… Dr.Qasimlo ve ben kurulan oyundaki iki figüran misali birbirimize saldırtılmış, o tarihî dönemde feleğin altın tepsiler üzerinde sunduğu ulusumuzun kaderini belirleyecek şans masa altı edilmişti. “Toplantı” bitip vedalaşırken Dr.Qasemlo beni her zamankinden daha da sıkıca kucaklarken oynanan oyunu anladığını vücut diliyle, bakışları, mimikleriyle dillendirmişti ama onunda yapabileceği bir şey yoktu ki…
Bu olaydan sonra artık Paris’te kalmamın bir anlamı kalmamıştı. Fransa’da mide ve onikiparmak ülserini durdurabilecek bir ilaç üzerine çalışan bir uzmanın olduğu haberini aldım ve ne tesadüf ki o uzman Tours şehrindeydi yani Fransa’ya 1971 yılında ilk geldiğimde Mir Kamuran Bedirhan’ın tavsiyesiyle Fransızca dilini öğrenmek için gittiğim şehirde. Oraya taşındım önce bir öğrenci yurdunda akabinde bir ev kiraladım ve yine oraya gelen Kendal’ın dayısının oğlu canım kardeşim Cemal Budak’la bir dönem o evde kaldık ben hem araştırmaya gidiyordum ve hem de Fransızcamı geliştirmekle meşguldüm. Newroz geldi. Paris’e Newroz kutlamasına gittik. Daha 1971 yılında yine Paris’te ilk Newroz kutlaması için gece gündüz çabalayanlardan olan Mir Kamuran Bedirhan, geçen haftalar vefat eden Mir Tahsin Beg ve ben katılanlardandık. Ama bu, o ilk Newroz’dan on yıl sonra ki 1981 Newrozun’da istenmeyen adam olmuştum… En yakın akrabalarım bile sanki benimle selamlaşmaktan, benimle yüz yüze gelmekten kaçınıyorlardı. Öyle ya Şefin Libya seyahati de dâhil bilinmesinin yasaklı olduğu çok şeyi istemeyerek de olsa bilmiş, öğrenmiş, yaşamış ve öylelikle suçlu olmuş, aforoz edilmiştim…
Artık Fransa’da kalamayacağımı anlamıştım, o aforozlu halimle.
Bir gün tüm riskleri üstlenerek bilmediğim, tanımadığım sınırları kaçak geçerek Almanya’ya geçtim. Kâh Bonn’da Federal Parlamentonun altındaki meşhur Rheinau Parkı’nda yattım, kâh diğer semtlerdeki parklarda. Ta ki bir gün o parkta afişini gördüğüm Klaus Thüsing isimli Alman Parlamenteri kimliğim olmamasına rağmen parlamentoda ziyaret edinceye kadar. Güvenlik güçlerine karşı sekreteri kefaleten beni odasına kadar götürebildi ve akabinde bir kısım devlet desteği sağlandı. Kadim dostum Dr. Kazım Taş durumumdan haberdar olunca bir ay sonra birkaç yüz markla beni destekledi, aylarca penceresi bile olmayan yeni cezaevinden salıverilmişler için tahsis edilmiş bir odada kaldım.
Ta ki tüm sorunlarımı tek başıma birkaç edindiğim Alman dostumun yardımıyla çözünceye kadar…
2015 yılıydı artık Facebook, WhatsApp, Istagram’ların birbirinden binlerce kilometre uzaklıktaki insanları yakınlaştıran modern bir devir girmişti hayatlarımıza.
Bir gece Prag yakınındaki ormanlık alandaki evimde makale yazarken üst üste tanımadığım birisi bana Messenger’dan mesajlar yazmaya başladı. “Doktor biliyor musunuz ben kimim?” diye. Bilmediğimi ve bir zahmet kendisini tanıtmasını salık verdim. Ben sizin Belqezen’de tanıdığınız ve size motosikletiyle Salmas’tan kaçak ilaç temin eden Naib Samani’nin oğlu Tohıd Samani’yim deyince donup kaldım… “Siz Belqezen’de iken ben daha dünyaya gelmemiştim ama babam sizden, yiğitliğinizden, insanlığınızdan, cesaretinizden bahsederek bizi büyüttü.” deyince bizim o tarafların tabiriyle kanım kurudu ve 1980’e Belqezen’e ve akabinde verdiğim bir sözün karşılığında yıllarca ödediğim bana ödettirilen insafsız bedellerin acısıyla o an o yiğidin oğlunun sesinin bana verdiği mutluluk çarpışır oldular… Biraz toparlandıktan sonra bu kez de sesli konuştuk, sanki kendi öz oğlumla konuşuyor yakınlığı ilk cümlelerle gelmişti… Ve akabinde babasını da konuşmaya dâhil etmek istediğini de ekleyince başka bir gezegene gittim ve üçümüz uzun uzun sohbetlere daldık ve söz dönüp dolaşıp aramızdaki sırra geldi. Sırrı kimseye vermediğim için teşekkürlerini sundu. Hatta ve hatta Sanarê Mamedi’nin Peşmerge komutanı olan oğlunun gönüllü olarak gidip teslim olduğunu ayrıca itiraflarda bulunduğunu bilip, o hayatî tehlikeleri yaşayıp, ailesiyle birlikte ateşin içinde olan oydu nihayetinde…
Geçen sene Tohid Prag’a geldi beni, Mamo’sunu görmeye. Oslo’da yaşıyor ve üniversite okuyor, diğer ağabeyi Şehram Samani Brüksel’de yaşıyor. Bir kız kardeşleri Kanada’da, diğeri Mina Samani Oslo’da… Ve yine babasıyla beraber olduğumuz o anı paylaşmak için babasını telefonla arayıp konuştuk, insanı insan yapan o üstün değerlerle, güldük hüzünlendik, hasret giderdik, ağladık beraber…
8 Ocak 2019 akşam saatleriydi, beni Brüksel’den Şehram aradı. Mamo (yani Amca) kardeşimiz Bahram İstanbul’dan bir Sloven pasaportuyla Slovakya’nın Kosice şehri üzerinden transit Brüksel’e gelecekti, şüphelenip transit salonunda kontrol etmişler, pasaportunun sahte olduğu tespit edilmiş yarın sabah saat 8.00’da uçakla İstanbul’a geri gönderecekler. İstanbul’dan da polis onu Tahran’a gönderecek. Belki hemen belki de Türkiye’de sahte evraktan yargılanacak, cezaya çarptırılacak. Cezasının bitiminde de bu kez İran’a teslim edecekler… Yine hayatımızın her tarafında beklemediğimiz anlarda yaşadığımız kimliğimizin bedeli, şoklardan bir tanesiydi bu.
Hemen Slovakya’yla irtibata geçtim. Evet, haber doğruydu sabah uçakla İstanbul’a gönderilecekti. Karar kesindi, kararın değiştirilmesi için artık çok geçti, mesai bitmişti… İşte bunu bana söylemeyeceklerdi… Sabaha kadar birkaç telefonla bir iki bilgisayarla o değerli, öylelikle halkına hayatını tehlikeye atarak bana yardım etmiş yiğit insanın hayatı tehlikedeki oğlunu zamana karşı savaşla kurtarma maratonu başladı… Ya benden ya sizden dercesine Kürt inadıyla… Gece 2.00’ da Avrupa Parlamenterlerini uykudan uyandırılmalarından, Washington’a, Slovak Parlamento Başkanı’ndan, Cumhurbaşkanı’na ve daha kimlere kadar… Ve nihayet iadesi durduruldu ve saat 8.00’da bindirileceği kesinleşmiş uçağa bindirilmedi ama ikinci günü öğleden sonra 48 saat içinde mahkemeye çıkartılıp mahkemenin kararına göre hareket edeceklerdi ve bu kez de maratonun ikinci turu başladı. Tam 72 saat süren maratondan sonra artık iadesinin durdurulma kararını mahkemeden çıkardık nihayet. 72 saat zarfında onlarca basında çıkan yazı, seferber edilen televizyon kanallarına verilen demeçler, insan hakları örgütleri, avukatlar, siyasiler, diplomatlar… Evet, 72 saat süren maraton ve nihayetinde kurtarılan o yiğit insanın oğlu ve o yiğit babasıyla kurtarılma haberini paylaştığım o ana kadar sıkça İran’dan meraktan baba yüreğiyle arayan o yiğide verdiğim mutluluk haberinden sonra kaldırıldığım hastanede tıkanan kalp damarımın açılması için başlayan ve 5 saat süren müdahalede ölmem ve yeniden diriltilmem…
Zulmün, katliamların hâkim olduğu topraklarımızda yiğit bir yurtseverimizin ve ailesinin hayatını tehlikeye atmamak için verdiğim söze sadakatimin Avrupa medeniyetinin kültürel başkenti Paris’te bana “en yakınlarımca “ödettirilen ağır bedelinin kısa ama siz okuyucuları yoran hikâyesiydi bu. GERİSİNİ SİZ OKURLARIMIN VİCDANINA BIRAKIYORUM…
*Dr.Qasimlo ne kaybedip hain ne de kazanıp Kahraman oldu!
Dr.Qasemlo Kendal’le Avrupa’ da o dönem tanıdığını zan ettiği sisli diplomatik yollarda yürüdü.
Ve O “ Hâlâ aydınlatılmamış, karanlık diplomasinin “ kurşunlarıyla hunharca şehit edilen oldu !
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.