Detaylara girmeğe gerek kalmadan ve “30 Nisan 2020” tarihli yazımda da belirttiğim gibi, katliam emrinin kim ve hangi makam tarafından nasıl alındığı yukarıdan da anlaşıldığı üzere, berrak bir şekilde ortadayken, Ermenistan devleti, Kızıl Kürdistan’da yaşayan Kürd’lerin Türkiye’deki soydaşlarını katliamın müsebbibi gördüğünden dolayı, Kızıl Kürdistan’daki Kürd’lere kitlesel katliamlar uygulayıp tehcire tabi tuttu. Ermeni devleti, soykırımcı olarak nitelendirdiği Osmanlı imparatorluğu dönemindeki “İttihat-i Terakki” iktidarının kendilerine uyguladığı vahşetin benzerini, Kızıl Kürdistan’da yaşamakta olan Kürd’lere uyguladı. Kürd’lere uyguladığı bu vahşet nedeniyle Ermenistan devleti de tıpkı Osmanlı’nın İttihat-i Terakki iktidarı gibi, katliamcı olduğunu ortaya koyarak, insanlığa ve adalet tecellisine hesap verecek bir utançla ortada durmaktadır. Tarihin karanlık mahzenlerine saklanılmak istenen Kürd katliamı gerçeğinin bir nebze de olsa, gün yüzüne çıkabilmesi bakımından, sorunun sosyolojik boyutu ile tarihsel kronolojisine reel bir bütünsellikle etraflıca ele almayı bir görev bilmekteyim.
M.Ö. Albania devletinde yoğun yaşayan Kürd’ler, daha sonra Mihrani Kürd hanedanlığının 6 ve 7. yy’da kurulup Nahçivan ve Zengezur’u kapsadığını göz önüne alırsak, çok eski tarihlerden beri bugünkü Ermenistan topraklarında var olduğu görülmektedir. Ağrı Dağ’ından başlayıp Zengezur’a uzanarak Kızıl Kürdistan’la birleşen coğrafyaya bakıldığında, birinci kuşak Kürdler’in şimdiki Ermenistan topraklarının eski varisleri arasında yer aldığı gerçeğini gözler önüne sermektedir. Konuya hangi perspektiften bakılırsa bakılsın, özellikle Kafkas Kürdler’i için yaşamsal bir öneme sahip olan Kızıl Kürdistan toprağı olan Karabağ, Ermenistan devleti tarafından Kürd’süzleştirilmiş, kimliksizleştirilmiş ve işgal edilmiş olarak ortada durmaktadır. Ermeni ve Azerbaycan devletlerinin Kürd’lere uyguladığı despotik politikalar irdelendiğinde, Rusya’nın her dönem bu devletlere nasıl alet olduğunu, tarihin akışı bize olup-bitenleri berrak bir şekilde göstermektedir. Buna karşın, Kürd’ler Sovyet döneminde var olabilme olanaklarına zaman zaman sahip iken, Ermeni ve Azeri hükümetleri sürekli merkezi hükümeti çok defa yanlış yönlendirerek, Kürd’ler’in haklarını gasp etmekten asla geri kalmadılar. SSCB döneminde Kürd’lerin Eğitim-öğretim, basın-yayın, sanat ve kültür alanlarındaki özgürlükleri bazen emperyal politikalara kurban edilse de, çoğu zaman yaşama geçirilmiş birtakım özgürlükleri var olmuştur. Bazen de, sistemin kural tanımaz katı yasaları verilmiş olan hakları rafa kaldıracak katılıkta olmuştur. Özellikle Kürd’lerin toprak ve özerklik talepleri sosyalist rejim ile Azerbaycan-Ermenistan devletlerinin çıkarı doğrultusunda reddedilerek şiddete maruz bırakılmıştır. Katı merkeziyetçi Stalin, devlet erkini elinde toplama aşırılığını 1953 yılına kadar sürdürse de, Sovyetler Birliğinde Lenin dönemi dışında, “Kürd’ler hariç” olmak üzere tüm halklar daima ulusal kimlik ve milli kültürlerini bir ölçüde yaşatabilme olanağına kavuştukları söylenebilir. Örneğin Stalin öncesi, V.İ. Lenin, 17 Kasım 1921’de, Azerbaycan Halk Komiserleri Sovyeti başkanı Neriman Nerimanov’a gönderdiği mektupta; Pavoljya ve Kızıl Kürdistan’a 40 milyon ruble bağışta bulunmasını emreder. V.İ. Lenin, bu mektubunda kullandığı “Kürdistan” kelimesi en yetkili ağızdan bölgenin ilk kez ismiyle adlandırılması olarak tarihe geçer. Daha sonra, Kafkasya Kürdistan’ına (Kızıl Kürdistan) özerklik tanınması, Sovyet resmi makamlarınca gündeme alınmıştır. Örneğin; 7 Temmuz 1923 tarihinde Eli Haydar Garayev’in başkanlığında toplanan komisyonda, “Özerk Kürdistan’ın oluşturulması, merkezinin ve sınırlarının tespit edilmesi” kararı alınmıştır. Dokuz gün sonra, 16 Temmuz 1923’te Azerbaycan Komünist Partisi Merkez Komite Sekreteri S.Kirov’un imzasıyla, “Kürd’lerin yerleşik olduğu topraklarda Kürdistan kazası oluşturulması” kararı yayınlanmıştır. Yaklaşık bir hafta sonra, merkezi Sovyet yönetiminin emri ve Azerbaycan MYK’nın deklarasyonuyla Lâçin kazası merkez olmak kaydıyla Kubatlı, Kelbecer (Kel-bajar, kale şehir) Zengelan yerleşm merkezleri dâhil olmak üzere, Kürdistan sınırları resmiyet kazanmıştır. Maalesef, Kızıl Kürdistan’a tanınan özgürlüğün ömrü sadece 7 yıl sürebilmiştir. Hemen akabinde, Türk-Sovyet ilişkileri, kurulan Kızıl Kürdistan’ın özerkliğine kısa sürede sert bir darbe indirdi. Bilindiği gibi o tarihte Ağrı isyanı doruğa ulaşmış, Kürd’lerin ismi dünya kamuoyunca tanınmaya başlanmıştı. Diğer yandan Zilan ve Ağrı dağında binlerce sivil Kürd katledilirken Sovyet ordusu isyan ikliminin sürdüğü Ağrı dağını savaş uçaklarıyla uzun süre bombalamıştı. Mustafa Kemal, dünyanın neresinde olursa olsun, hiçbir Kürd muhtariyetin vücut bulmaması için her türlü diplomatik eylemlerde bulunuyordu. Bu nedenle 23 Temmuz 1930’da Sovyet ve Azerbaycan hükümetlerinin ortak girişimiyle Kızıl Kürdistan tamamen ortadan kaldırıldı. Sovyet Azerbaycan’ında Kürd kimliği yasaklanıp, kimliklerde Kürd yerine “Azerbaycanlı” yazılarak etik dışı bir kimlik deformasyonu politikası uygulandı. Kürdçe eğitim, basın-yayın ve kültürel faaliyetler tamamen yasaklandı. Özellikle Mustafa Kemal’in girişimleri sonucunda SSCB Kürd’leri gözden çıkarmasıyla Azerbaycan hükümeti adeta Kürd’leri ciddi bir asimilasyona tabi tuttu. Adeta Kemalist rejim orada da varlığını sürdürür bir hal almıştı. Lenin’in iktidarı döneminde halklara birtakım özgürlükler sunulmuş ise de, zaman zaman yüksek promilli emperyal politikalar sürdürülmüş, sosyalist mantığın hazmedemeyeceği ölçüde halklar hüsrana uğratılmıştır. Halklar, etnik aidiyet hissettikleri sınır devletlerdeki akrabalarından kopartılmak amacıyla ciddi bir izolasyonist yaptırımlara uğratıldığı ve kazanılan hakların zamanla tırpanlanmasına kadar uzandığı görülmektedir. Kürd’lerin binlerce kilometre uzaktaki Türkî Cumhuriyetlere serpiştirilmesinin, asimilasyona tabi tutulmasının temel nedeni yine Kemalist diplomasinin süregelen pratiğinin sonucu olma olasılığı oldukça yüksektir. Stalin’in merkeziyetçi-diktatoryasının yarattığı tahribatın bir parçası olan 1937 “halklar sürgünü” buna dramatik bir örnek teşkil etmektedir. Geniş Sovyet topraklarına sürülen Kürd’ler ve diğer halklar 1955’te Stalin’in ölümünden iki yıl sonra, eski topraklarına dönebilmelerinin yolunu açan Sovyet Komünist Partisi Genel Sekreteri Nikita Kruşçev tarafından yasa çıkartıldı. Komünist Parti üyesi Mıhemed Babayev başkanlığındaki bir Kürd delegasyonu, 1961 tarihinde Kızıl Kürdistan’ın tekrar kurulması girişiminde bulunmak üzere Moskova yolunda mekik dokudular. Ancak bu Kürd delegasyonunun talepleri hoş karşılanmadı. Nikita Kruşçev’in danışmanı; Kızıl Kürdistan denilen bölge Azerbaycan hudutları içerisinde olduğundan dolayı, Azerileri ikna edemeyeceklerini öne sürerek görüşmeleri tıkadı. Bu tarihten sonra Azerbaycan ve Ermenistan hükümetlerinin Kürd’lere dönük sistematik asimilasyonu ve fiziksel yönelimi giderek devam etti. 1985’e gelindiğinde, SSCB Genel Sekreteri M.Gorbaçov’un temel politikasını oluşturan “Perestroyka-Glasnost” açılımıyla tüm halklarda olduğu gibi, Sovyet Kürd’lerinde de etnik bir uyanışı kaçınılmaz kıldı. Kürdler tarafından Kızıl Kürdistan ruhunun tekrar diriltilmesi çabaları beklenmedik bir şekilde 1988’de baş gösteren Ermeni-Azeri çatışmasına takıldı. Ermenistan ve Azerbaycan’da yaşayan Kürd gençler, yaka-paça savaş cephelerine yollanarak maksatlı bir şekilde öldürtüldü. Süreç içerisinde, ikinci ve üçüncü kuşak Kürd’lerin asırlardan beri meskûn oldukları Kelbecer kenti, Ermenistan ordusunca ağır silahlarla dövülüp harabeye çevrilerek kitlesel ölümler gerçekleştirildi. Evleri yakılan Kürd’ler ülkeden kovulduktan hemen sonra yerleşim yerlerinin Kürd’çe olan isimleri süratle değiştirildi. (Newyork Times 9.7.1993). Osmanlı imparatorluğu tarafından tehcir edilen Ermenistan, öç alma duygusuyla Kürd’lere yönelerek akla gelmeyecek katliamlar yapmaya başladı. Ermenistan ordusunun kanlı saldırılarından sağ kurtulan yaklaşık 100 bin Kürd, Mırov dağının karlı zirvelerine sığınırken binlercesi soğuktan ve açlıktan öldü. (Newyork Times, 9.1994, 13.1995, 18.1996. sayıları) Kızıl Kürdistan dramının mimarlarından Ermeni bilimci Komünist Parti Sekreteri Galust Galoyan ve Bilimler Akademisi öğretim görevlisi Babik Asetyan gibi kafatasçı Ermeni ideologların ırkçı politikaları doğrultusunda Kürd’ler giderek bilinmez bir karanlığa doğru sürüklendi. Bu Ermeni ideologların Kürd’lere dönük yok etme politikalarının uzantısı olarak, Ermenistan’da yerleşik olan Kürd’lere sistematik bir şekilde işkence, öldürme ve benzeri insanlık dışı davranışlarda bulunuldu. Özellikle Ermenistan bölgesindeki Kızıl Kürdistan dağlarına sığınan Kürd’lerin ilerleyen dönemlerde Ermeni ordusu tarafından nasıl öldürüldüğü, nasıl göç ettirildiği, nasıl asimilasyona tabi tutulduğu ve yerleşkeleri nasıl tahrip ve işgal edildiği ve yerleşkelerin isimleri nasıl değiştirildiği ise bilinmesi gereken dramın başka bir boyutunu oluşturmaktadır. (Ekonomist 1.9.1993), (Watch report 1994), (Ermeni raporter 8.7.1993). Diğer bir örnek; Erivan Radyosunun ses sanatçısı Ezidi Kürd’lerinden Aslika Qadır, sınıf arkadaşı olduğu Ermenistan devlet başkanlığına henüz seçilen Levon Ter-Petrosyan’ı tebrik ziyaretinde bulunduğu sırada, Ter-Petrosyan; etnik bir temizlikle tüm Kürd’leri Ermenistan’dan kovduğunu övünçle Aslika Qadır’a anlatır. Bu faşizan politikalar nedeniyle, daha sonra tüm Kürd’ler gibi Aslika Qadır ve diğer Ezidi Kürd’lerin çoğunluğu da Ermenistan’dan çıkmak zorunda kalır. Sonuç itibariyle, Ermenistan topraklarında kalan 80.000’i aşkın müslüman Kürd’ün 60.000’i de sonradan tehcire tabi tutuldu. Nüfuzlu Ezidi Şeyhlerinden Şeyh Keleş, Şeyh Kerem ve Şeyh Hesen gibi düşürülmüş kişilikler Ermenistan’ın kirli politikalarına alet olunarak Ezidi’lerin Kürd olmadığı yönünde geri kalan 20 bin Ezidi Kürd’e baskı uyguladılar. Bu asimilasyonist baskıları kabullenemeyen Ezidi Kürd’lerden bir kısmı da zamanla Ermenistan’ı terk edip Avrupa ve Rusya’ya göç etmek zorunda bırakıldılar. Öte yandan, Azerbaycan hükümeti de, kendi içindeki müslüman olmayan Ezidi Kürd’lere şiddet uygulayarak ülke dışına sürdü.
Binlerce kilometre uzaktaki Türkî Cumhuriyetlere serpiştirilen Kürd’lere dönük, birçok Türkî Cumhuriyet’te eş zamanlı saldırılar başlıyordu. Örneğin; Özbekistan’a bağlı Fergane bölgesindeki şiddetli saldırıların benzeri aynı saatlerde Kırgızistan ve Kazakistan’a sıçramıştı. Canlarını zor kurtaran Kürd’ler Rusya’ya kaçmak durumunda kalmışlardı. Buraya sığınan Kürd’ler, burada da sosyal, siyasal ve ekonomik haklardan mahrum bırakılıyordu. Rusya’ya bağlı Kırasnodar bölgesine bağlı Kalinin şehrine sığınıp kendi olanaklarıyla barınmaya çalışan Kürd’ler dâhil olmak üzere, muhtelif bölgelerden sayısızca Kürd, tekrar Kızıl Kürdistan topraklarına mecbur bırakılarak Ermeni-Azeri savaşının yıkıcı etkisine maruz bırakıldı. Olup bitenleri protesto eden Kürd’ler, Moskova caddelerinde “Yekbun” örgütünün öncülüğünde kitlesel yürüyüşler ve oturma eylemlerini aralıksız sürdürdüyse de, Rus yetkili Gavril Popov, Azeri-Ermeni savaşını bahane ederek Kürd’lerin haklı taleplerine kulak tıkadı. Sovyet Kürdleri, Kızıl Kürdistan sorununun çözümü için tekrar harekete geçerek 21-23 Eylül 1989 tarihinde Moskova’da gerçekleştirdikleri kongrede “Yekbun” örgütünü resmileştirerek Rus hükümetinin bu örgütü ve amacını tanıması için çağrıda bulundu. Kürd kongresinden bir gün önce, 20 Eylül 1989 tarihinde Sovyetler Birliği Komünist Parti Merkez Komitesinin genişletilmiş toplantısında Kürd sorununa ilişkin olumlu kararlar alındı. Ancak kanlı Azeri-Ermeni savaşı Kızıl Kürdistan’a giden yolu bir kez daha tıkıyordu. Diğer taraftan, SSCB Yüksek Şurası Milletler Sovyet Başkanı Refik Nişanov, Kürdlerin talepleri net değilmiş gibi sudan gerekçelerle Kürd’leri şaşırtıp oyalama taktiği güdüyordu. Azerbaycan ve Ermenistan devletlerinin engellemelerine karşın, Kürd’ler tarafından sürdürülen başarılı diplomasi, giderek olumlu sonuçlar doğuruyordu. SSCB Azınlıklar Komitesi Başkanı Ariyembov ve SSCB Parlamentosu Milletler Sovyeti Başkanı Refik Nişanov, Sovyet topraklarına serpiştirilen Kürd’lerin özerklik taleplerini belgeli olarak parlamentoya ilettikleri takdirde sorunun çözümüne yardımcı olacaklarını deklere ettiler. Daha sonra Kürd delegasyonu, SSCB Güvenlik Komitesi Başkanı E.M.Primakov ve SSCB Komünist Parti Merkez Komite Sekreteri S. Dzasoxov gibi önemli yetkililerle görüşmeler sürdürmeğe devam etti. Kürd’lerden komisyona gönderilen sayısızca talep mektupları, Kürd’lerin otonomi taleplerini savunan komisyonu destekler nitelikteydi. SSCB Parlamentosunun ve Adliye Bakanlığının Kürd’ler lehine aldıkları karar Azerbaycan hükümetinin şiddetli tepkisine neden oldu. Rus milletvekilleri ile Kürd delegasyonundan oluşan ve Kızıl Kürdistan sorununun tartışılıp karara bağlanması konulu komisyona davet edilen Azerbaycan SSCB Komünist Parti Merkez Komite birinci sekreter yardımcısı Mamedov, çözümü kabul etmeyeceklerini, Kürd’leri ölümle tehdit ederek alınacak kararı tanımayacaklarını dile getirdiyse de, Kürd’lerin sert tepkisi karşısında sert söylemlerini yumuşatmak zorunda kalır.
Mayıs 1991’de Mıhemed Babayev başkanlığındaki Kürd delegasyonu Sovyetler Birliği Komünist Parti Merkez Komitesi Genel Sekreteri Gorbaçov’un yardımcılarından Revenko’yla yaptığı görüşmede, Revenko, “yoldaş Gorbaçov’un selamını Babayev’e ileterek, Kızıl Kürdistan’ın müjdesini verdiği mesajından hemen sonra, ayrıca Azerbaycan hükümetiyle de bu konu konuşuldu, bu nedenle diğer soydaşlarınızı da buna hazırlamanız lazım” geldiğini söyledi. Kürd delegasyonu bunu büyük bir sevinçle karşıladı. Türkiye’nin örtülü şekilde desteklediği faşist Azerbaycan Halk Cephesi ise, Gobl Planı’nı öne sürerek, Nahçivan’ın karadan Azerbaycan’a, Karabağ’ın ise, açılacak bir koridorla Ermenistan’a bağlanmasını dayatıyordu. Amaç; Kızıl Kürdistan topraklarının Azeri ve Ermeni devletleri arasında paylaşılması ile, tüm Türk dünyasını karadan birbirine bağlayarak Hazar denizini çevreleyen Türkî devletlerle bağ kurup “Turan” hayalini gerçekleştirmek istemesiydi. Gobl planının ruhu olan Turan hayali konjonktürel olumsuzluklarla gerçekleşmezken, gerek Sovyetlerin dağılması, Azerbaycan devletinin inkâr, baskı ve asimilasyon politikaları, gerekse Ermenistan devletinin fiziksel saldırılarından dolayı, Kızıl Kürdistan’ın kurulma ümidi şimdilik sessizliğe bürünmüş durumda...
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.