Üniversitede bildiri dağıtırken Nazi sempatizanı okul hademesi tarafından ihbar edilip yakalanan, sonrasında giyotine gönderilen: Sophia Magdelena Scholl ve ağabeyi Hans Fritz Scholl kardeşlerin hikâyesidir bu.
Korku iklimi her yeri sarmaya başlamıştır.
Alman ordusunun imparatorluk yürüyüşü sanılanın aksine hezimete doğru ivme almıştı. Stalingrad'ta bir yıkımla karşı karşıyaydı Hitler ordusu. Sovyetlerin direnişi uzadıkça Hitler'in ashabı bozuluyor, konuşmalarındaki ses tonu sertleşiyordu.
Cephedeki kötü gidişatı gölgelemek ve belkide "korkularını" dizginlemek için içerde zulüm kesildiler.
Hitler'in çılgınlıklarına katılmayan, savaşa karşı çıkan hemen herkes işkence tezgahından geçirilmiş, sonrasında kimisi Gestapo merkezlerinde infaz edilmiş, kimisi de toplama kamplarına gönderilmişti.
Ancak Gestapo'nun çoğu gönüllülerden oluşan muazzam işbirlikçi ağına rağmen yolunda gitmeyen bir şeyler vardı.
Yeniden bildiriler dağıtılmaya başlamıştı. Buna Gestapo'yu dehşete düşüren duvar yazıları da eklenmişti. Özgürlük ve barış temalı yazılar Münih sokaklarındaki ölümcül karanlığa ışık tutuyordu. O çelimsiz aydınlıkta barış söylemleri fısıltı gibi dolaşıyordu.
İnsanlığı felakete sürükleyen Hitler yönetimi, korku ikliminde yeşerip serpilen Gestapo bir şekilde durdurulmalıydı. Suskun ve kayıtsız toplumun bir biçimde harekete geçmesi gerekiyordu.
Hitler iktidarı ülkeyi hızla felakete götürürken, öğrencilerin yanısıra bir grup akademisyenin de içinde yer aldığı Beyaz Gül hareketi, bu çılgınlığın karşısında durmak gerektiği inancıyla bir araya gelmişti. Gaz odaları, Yahudilerin aşağılandığı linç gösterileri, doğu cephesindeki akıl almaz asker ölümleri, bütün bunlar Beyaz Gül'ü fikir hareketi olmaktan çıkarıp eylem yapmaya zorlamıştı.
***
Hitler'in korku yinetimini ayakta tutan kaos, "zulme karşı vicdan" düşüncesiyle hareket eden gençlerin son derece barışçıl eylemlerini bağışlanamaz bir tehdit olarak gördüğü için en ağır cezalandırma yoluna gidecekti.
Bildirilerde Gestapo'yu dehşete düşürecek gerçekler bütün açıklığıyla dile getirilmişti.
- Tehlike çok büyük, bu yüzden bizim çabalarımızın da çok büyük olması gerekir.
- Hitler bu savaşı kazanamaz, sadece uzatabilir.
- Bir suç düzeni Almanya'ya savaş kazandıramaz.
- Biz susmuyoruz, biz sizin kötü vicdanınızız. Beyaz Gül, size rahat vermeyecek.
Bildirinin bir nüshasında: "200 bin Alman kardeşimiz askeri bir dolandırıcının prestiji için kurban edilmiştir" yazılıydı.
Siyasi konular söz konusu olduğunda herkesin dikkatli olduğu, salgın bir hastalıktan kaçar gibi politikadan uzak durduğu zamanlardı.
Nazi yönetimi de diğer bütün otoriter yönetimler gibi "korkunun" araçlarını kullanıyordu. Liyâkatin anlamsız kaldığı, sadakatin ve ölçüsüzlüğün esas alındığı despot yönetimlerin en amansız olanıydı Hitler iktidarı.
Hitler, herkes için korku sembolüydü. Partilileri ve diğer herkes onun despotluğundan ölesiye korkuyorlardı. Gestapo, ölüm mefhumuyla aynı çağrışıma sahipti. Sonsuz, soğuk ve karanlık.
Aslında School kardeşlerin cezalandırılmalarına dayanak gösterilen kanunlar, Hitler'in iktidarından önce demokrasiyi, hukuku ve özgür düşünceyi savunuyordu. Nazi iktidarıyla beraber hukukun ve kanunların yorumlanması da değişmişti. Özgür düşüncenin yerini ağır hapis koşulları, işkenceler ve yargısız infazlar aldı.
Ancak Gestapo'ya göre demokrasi, özgürlük, adalet, ahlâki sorumluluğa sahip devlet anlayışı, Hitler iktidarıyla daha da güclenmişti.
Scholl kardeşlere, onlarla birlikte giyotine giden üç çocuk babası arkadaşları Cristoph Probst'a isnat edilen suçlar: Vatana ihanet, orduyu parçalamaya teşebbüs ve düşmana destekti.
Oysa o çocukların tek "suçu" kelimelerle karanlığa ışık tutmaktı. Yaşanan kötülüğü, akıl almaz zulmü bir şekilde insanlara duruymak, bunu anlamaları için ikna etmekti.
Münih Üniversitesi kampüsüne bildiri dağıtan gençlerin yakalandığına dair istihbarat, aylardır dehşeti yaşayan Gestapo'yu heyecanlandırmıştı. 18 Şubat 1943'te Sophie ve Hans Scholl kardeşler ile arkadaşları Cristoph Probst yakalandılar.
Hitler'in şeytanı diye nam salan askeri yargıç Roland Freisler başkanlığında idam mangası gibi çalışan mahkemede yargılama başlar.
Freisler, hemen suçlamalara başlar: Düşmanla işbirliği yapmak, vatana ihanet, askerin moralini bozmak... Hitler'in şeytanı Freisler'e göre en tehlikeli vatan ihaneti, masumiyetin arkasına saklanan bu "hainlerin" yaptıklarıydı.
Karanlığa ışık tutan gençlerin bu eylemi, rejimin yeminli cellatlarından biri olan yargıç Friesler başta olmak üzere korku düzeninden beslenenlerin tamamı için nefret objesi olmuştu.
Scholl Kardeşlerin kararlılığı mahkeme salonundan, infaz anına kadar hep devam etti. Düzeni korkuyla tahkim eden yargıç görünümlü cellatlar, bağırıp çağırarak, hakaret ederek ölüm çığlıkları atarken, Scholl kardeşler, munis bir sevecenlikle "çok yakında bizim durduğumuz yerde siz duruyor olacaksınız" diyordu.
Ahmet Altan'ın dediği gibi: "Korkuyla acının bir dengesi vardır. Çekilen acı korkuyu aşacak boyutlara ulaştığında insanlar ölümün üstüne yürürler."
Sorgu dört gün sürdü. Sophie ve Hans kardeşler mahkemede söz birliği etmişcesine: Düşünceye ihanet etmeyiz. Aynı şeyi yine yapardık. Pişman değiliz, diyeceklerdi.
"Yumuşak bir yürek, zorlu bir ruh" şiarıyla hareket ediyorlardı.
18 Şubat'ta yakalanan iki kardeş ve arkadaşları Cristoph Probst, dört gün sonra 22 Şubat 1943'te giyotine gönderileceklerdi. Oysa ki o vakit ölüm cezasına çarptırılanların infazı ancak 99 gün sonra gerçekleştirilebiliyordu.
Sophie'nin son sözleri yaralayıcıydı: "Haklı bir dava uğruna kendinden vazgeçmeyi göze almış neredeyse hiç kimse yokken, doğruluğun galip gelmesini nasıl bekleyebiliriz ki? Böylesi güzel, güneşli bir gün ve maalesef gitmek zorundayım."
Oysa Sophie'nin hayalinde sadece deniz, gökyüzü, rüzgâr ve barış vardı.
Giyotinin soğuk bıçağıyla ilk düşen baş Sophie'ninki olurken, getirilen ikinci isim Hans olacaktı. En son Cristoph Probst gidecekti. İdam edildiklerinde; Sophie 22, kardeşi Hans 25, Cristoph 24 yaşındaydı.
Hans ölüme giderken tarazlanmış sesiyle "yaşasın özgürlük" diye bağırıyordu.
Beyaz Gül hareketinin 6. bildirisi İskandinavya üzerinden Birleşik Krallığa ulaşır. Milyonlarca nüshası müttefik kuvvetler tarafından 1943 ortalarında Almanya üzerinde atıldı. Üzerinde Münih Üniversitesi öğrencileri manifestosu yazılıydı.
***
Nazilerin Yahudilere karşı uyguladığı soykırımı açık bir şekilde protesto eden, Gestapo'nun korku düzenine, faşizmin yaşamı sınırlayan karanlığına ışık tutan Sophie ve Hans Scholl adına her sene "Scholl Kardeşler" ödülü veriliyor.
Genç yaşta giyotinle son bulan kısa hayatları sonsuz bir iftihar şarkısı oldu.
Bu seneki ödül, kurulu düzeni, bilerek ya da bilmeyerek bu düzenin gölgesinde serinleyenleri cesaretiyle çileden çıkaran, dünyaca ünlü yazar Ahmet Altan'a verildi.
Cezaevine girmesine sevinen, buna fazlaca anlam yükleyenler, korkuya aman vermeyen bu cesaret karşısında hayli üzüldüler! Beklentileri farklıydı oysa; nedamet getirmesini, kasabın uzattığı bıçağı yalamasını bekliyorlardı.
Olmadı, Ahmet Altan aman dilemedi. Kötülüğe alkış tutanların beklentileri bir büyük travmaya dönüştü.
Ahmet Altan, 1138 gün tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakıldı. Bu durum pek de hoş karşılanmadı tabi. Deveyi hamuduyla götüren ortayolcu ahali, Kolezyum'da ölüm çığlıkları atan Romalılar gibi, "hapis, hapis" diye tempo tuttular. Yeniden tutuklanan "tuhaf bakışlı adam" 23 gündür cezaevinde.
Unutmayın "cezaevinden çıkarsam yine insan öldürmeyi düşünüyorum" diyen kadın düşmanı katillerin varlığı kesif bir koku gibi aramızda dolaşırken oldu bütün bunlar.
Cezaevinde yazdığı ödül konuşmasında, acıya duyarsız kalabalıklara şu cümlelerle sesleniyordu Ahmet Altan...
İnsanlığın ortak çıkarı için ayağa kalkarak, mücadele ederek, gerçeği anlatarak hayatımıza hayatımızdan daha değerli bir şey katmanın hepimiz için “mutlu bir mecburiyet” olduğunu görmüyor muyuz?
Hiç unutmayalım ki ölüm geldiğinde, hayat dediğimiz o kısa zaman parçasındaki her arzumuz, her öfkemiz, her ihtirasımız, her çıkar kavgamız anlamını yitirir ve daha da ötesi gülünçleşir.
Bu ödül, iki değerli insanın gücünden bir parçayı da benim hayatıma kattı ve benim duvarlar arasındaki direncimi artırdı. Onların hatırasının sizin de milliyetçilik karşısındaki direncinizi artıracağına inanıyorum.
Beni, ölümle ortadan kaybolmayan iki hayatın parçası kıldığınız için hepinize çok teşekkür ederim.
Yazının, zorbalıktan daha güçlü olduğunu bana bir kere daha gösterdiniz.
Değerli hocam Mücahit Bilici'nin son sözüyle: Tebarüz etmiş bir hakikat, Ahmet Altan'ın onuru hapsedilemiyor.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.