Atalar söz söylemiş...
"Bütün kuşlar mısır yer, yalnızca serçeler bedelini öder."
Ne hazin...
Sizce de öyle değil mi?
Yürek yakan bir haksızlık sonucu söylenmiş, söylenegele bugüne varmış bir söz.
Tabi mesele bütün kuşların mısır yemesinde değil, sadece bir bölümünün bedel ödemesinde.
Serçeye reva görülen kötülüğün ve ayrımcılığın bir sebebi olmalı değil mi?
Yahut bu sebepsiz zalimliğin bir açıklaması...
Bunu sormaya, bundan ötürü için için yanmaya hakkımız var.
Bu sözde bir de teşbih var yani benzetme sanatına başvurmuş söz ehli. Nedeni basit, baskı zamanlarında, söylenmesi güç bir hakikati ifade etmeye çalışmış, çareyi de dönüşümün dinamiği olan doğada bulmuş.
İsterseniz o söz ehlinin anısına hürmeten sesli düşünüp "bedel ödeyen serçelerden" bahsedelim biraz.
Ve bedel ödemekten imtina eden yiyicilerden...
***
Polonyalı sosyalist bir baba tifüsten ölmeden evvel kızına şu öğüdü verir; "boğulan birini görürsen, atlayıp onu kurtarmayı denemelisin, yüzme bilmiyor olsan bile."
Naziler, Yahudileri hapsettikleri Varşova Gettosu'nu oluşturdular. Toplamda 400 bin Yahudi buraya hapsedilmişti. Gettoda yaşam çaresizlik, açlık, hastalık ve işkenceden ibaretti.
İnsanların buradaki çaresizliğini gören ve buna göz yummaya yüreği elvermeyen Irena Sendler yardım etmeye karar verir.
Irena ve arkadaşları 1940 ve 1943 yılları arasında 2500 çocuğu gettodan çıkarmayı, yani hayatlarını kurtarmayı başarır.
Bir defasında ağlayan bebeği kucağına alır ve bebeğin annesine arkasına dönerek gecenin karanlığında yürümeye başlar. Yakalanırsa kendisi de bebek de ölecektir.
Korku büyüktür, ancak çekilen acı korkudan çok daha büyük ve amansızdır. Sandler, ölümün üstüne yürümeyi seçer.
Biçare anne arkalarından seslenir “Çocuğum yaşayacak , söz ver bana” Bir saniyeliğine döner ve cevap verir “Sana bu sözü veremem. Ancak seninle kalırsa kesin öleceğine dair söz verebilirim.”
Sendler'in faaliyetleri Gestapo tarafından fark edilince, tutuklanarak hapse atılır. Aylarca işkence görür. Sonunda, arkadaşları tarafından gardiyanlara ödenen rüşvet sayesinde kolları ve bacakları kırık, bilincini kaybetmiş, yarı ölü bir halde atıldığı bir odunluktan sağ kurtulmayı başarır.
***
Sendler, bu haliyle hayata sıkı sıkıya tutunurken, bir başka Alman Nürnber’de yargılanarak idama mahkûm edildi. İdam edileceği günün gecesinde Potasyum Siyanür kapsülünü içerek intihar etti.
Bu kişi Nazilerin beyin kadrosundan Hermann Göring'ten başkası değildir.
Göring, milyonlarca insanın hayattan koparılması için politika üretip, soğukkanlılıkla bunları uygularken, Irena Sandler, canından olmak pahasına faşizmin politikalarına karşı koyup çocukları ölümün pençesinden çekip alıyordu.
***
Günümüzde de ayrımcılıkla, insanlık onurunu rencide eden kötülüklerle sınanan, bir yönüyle garipliğe mahkûm edilen bir halk var Ortadoğu'da.
Bir bölümünün bedel ödediği, çoğunluğun olan bitene kayıtsız kaldığı, kan revan sarmalına hapsolmuş bir halk.
Göç yollarında, köle pazarlarında, kentlerin kenar mahallelerinde biteviye acıdan pay alan, kederin ve zulmün gölgesinde kalan bir halk.
Sormadan edemiyor insan, halk olarak bütün Kürtler bu aşağılanmadan nasibini alırken, kötülüğün en vahimi olan onursuzlukla sınanırken, neden sadece bir bölümü bedel ödüyor?
Ya da şöyle soralım, uygulanagelen bu aşağılanma, bu yok sayılma neden sadece Kürtlerin bir bölümünün yüreğini yaralıyor?
Kimi aileler çoluk çocuk "kırılırken", kimileri korunaklı yuvalarının sıcaklığında mutluluk oyunu oynamakta.
Müstehzi sırıtışları, kafadan gayri müsellah duruşlarıyla "serçelerin kırılmasını" izlemekle yetiniyorlar.
***
Küçücük bedenleri kocaman yürekleriyle,
yoksulluktan dolayı yavaşlayan hayatlarına aldırmadan mücadeleye girişenler azınlıkta ne yazık ki.
Çocuğunun ateşi çıkınca kıyameti koparan insanların, başkalarının canı yanarken, evi ocağı kül olurken, sessizce durup izlemeyi yeğlemesi yenilir yutulur şey değil.
Bu kuru bir öksürük değil ki gelip geçsin, aniden bastıran bir yağmur değil ki mazisi araştırılmasın.
Yitip giden hayatlar var, hayatları gibi gözlerinin akı kararan genç bedenler var.
Yana yana kül olan yürekler, o yüreklere gömülü bebekler var.
Fakirlikten yavaşlayan hayatlar var.
Nedir bu sessizlik, bu ruhsuzluk, bu olmamışlık?
***
Şüphesiz bu bencillik, haksızlıkları görmezden gelme halleri Kürtlere özgü değil, her ulusun, her topluluğun başına musallat beladır.
Amerika'da, celladına meftun binlerce "siyahi kâhya" beyazların üstünlüğüne amansız bir tutkuyla inanıp kendileriyle aynı rengi paylaşanlara iğrentiyle bakarken, siyahi bir kadın küçük bir serçe gibi çıkıp tek başına karşı koyuyor haksızlığa.
1955'de Amerika'nın Alabama eyaletinde ırk ayrımı hâlâ yürürlükteydi. Siyahiler otobüslerde ancak arka taraflarda kendilerine yer bulabiliyorlardı. Bir beyaz gelip siyahinin yerini istediğinde, siyahi yerini vermek ve arkaya geçmek zorundaydı.
1 Aralık 1955 tarihinde Montgomery kentinde, Rosa Parks isimli genç bir kadın kendisinden yerini vermesini isteyen beyaz adama "hayır bayım sizinle aynı fikirde değilim, yerimi herhangi birine vermem gerektiğine inanmıyorum" diyerek yerini vermez.
Bu olaydan sonra Rosa Parks tutuklanır. Ertesi gün siyahilerin başlattığı otobüs boykotu kısa zamanda tüm ülkeye yayılır ve 381 gün sürer. Böylece Sivil Haklar Hareketi başlar ve olaylar 1964'de siyahilere beyazlarla eşit haklar veren "Sivil Haklar Kanununun" çıkmasına vesile olur.
***
Korku büyüktür, ancak çekilen acı korkudan çok daha büyük ve amansızdır.
Siz evlatlarınızın üzerine titrerken, sizin çocuklarınızdan başka çocuk yokmuş gibi bencilce ve rezilce hislere kapılırken, başka ana baba çocukları mumda yanan ateş gibi titreyip toprağa düşüyor.
Bu buz gibi hakikati bilmiyor olamazsınız değil mi?
Bu ateşe su olun.
Evlatlarınızı ateşe atmayın, ama vicdanınızdan da olmayın.
Kötülük, acımasızlık ve ölüm, salgın bir virüs gibi yayılıp korku iklimi yaratırken, bir köşede umut fısıldar; korkmayın, ölümün üstüne yürüyen "serçeler" hâlâ var.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.