Hava hep nemli. Çok fazla yağmur yağıyor ama buranın toprağında farklı bir şey var. Toprak ne kadar nemli olursa olsun yağmur suyunu sevgiyle kana kana içiyor.
Yağmur durmak bilmiyor. Biteviye yağıyor. Doğa her şeyiyle buna alışmış, ayak uydurmakta güçlük çekmiyor.
Her yer ağaç, boşlukta bir karış toprak görmek neredeyse imkansız. Öyle ki kayalıklarda bile ağaçlar fışkırmış. Bu kadar ağaç, bu yeşillik, ak köpükleri siyah taşları sarıp sarmalayan bu su buraya fazla diyorsunuz içinizde.
1892'de Travnik yakınlarında Dolac'ta dünyaya gelen Nobelli yazar İvo Andriç'in ölümsüz eseri Travnik Günlüğü kitabındaki gibi her şey. Tasvir edilen vadinin derinliğini, rutubeti, serinliği, bütün bunların verdiği kasveti, içinize işleyen titremeyle hissediyorsunuz.
Travnik, bir dönem Osmanlı'nın Bosna eyaletinin başkentiydi. Boşnak, Sırp, Hırvat, Türk, Yahudi, Levanten, Müslüman, Hristiyan... Birçok dinin ve etnik kimliğin iç içe yaşadığı bir yerdi Bosna.
İvo Andriç Travnik Günlüğü kitabında kültürlerin, dinlerin ve dillerin iç içe geçtiği bu manzarada çöken Osmanlı'yı, mücadeleye katılan Avrupa devletlerini, bu mücadelenin yansıması olarak Avusturya ve Fransa'nın çöküşün panzehiri olarak önerdikleri Batılılaşmayı anlatıyor.
Osmanlı'nın Batılılaşmaya karşı çıkan geleneksel kimliğinin direniş aşamalarını, bunun güncel hayata yansımasını, çöküşe giden safhalarını dramatik bir biçimde anlatırken, doğayı da muazzam bir derinlikte ele alıyor.
***
Güneş cılız sarı bir ışık gibi arada bir görünüp kayboluyor. Travnik'te bir mevsimden bahsetmek pek mümkün değil. Bir tür mevsimsizlik var burada.
İvo Andriç Travnik Günlüğü'nde insanın içine işleyen o mevsim geçişlerini, yağmurun bitmek bilmezliğini ve rutubeti, insanın içine üşüme hissi veren bir dille anlatıyor.
Uzun geceler ve bütün günler boyunca gökyüzü yeryüzüne rutubet yağdırıyordu. Islaklık yukarıdan aşağı saçılıyor, her yere sokuluyor, bütün şehri kaplıyor ve her şeye işliyordu. Göze görünmeden, ama bütün gücüyle, eşyaların renk ve biçimlerini, hayvanların seslerini ve hallerini, insanların düşünce ve davranışlarını değiştiriyordu.
Kasabanın ortasından, değişmiş, kabarmış, kirlenmiş, uluyarak akan suların, bu gürültü ve iniltisinden hiçbir yerde kurtulamadıkları gibi, ondan çıkan soğuk ve rutubetten de sakınmak bir türlü mümkün olmuyordu. Evlere, yatakların içine kadar sokuluyor rutubet. Rutubetin öldürücü saldırıları karşısında her varlık kendi içine çekiliyor ve en iyi direnme şekline uygun düşen bir biçim alıyordu.
Hayvanlar birbirine sokuluyor, tahıl taneleri toprağın içine saklanıyorlar, ıslak, üşüyen ağaç gövdeleri, nefeslerini, en derinlerdeki özlerinde ve sıcak köklerinde biriktiriyorlar.
Bu mevsimsizlikte duyguları sertleşmiş, taşlaşmış Travnik halkı, bütün bunlara tahammül ediyor, tahammül etme gücünü kendilerinde buluyordu. Bu dar vadi çoğu zaman soğuktan, sel sularının iniltisinden ve rutubetten ibaret karanlık bir hapisane gibiydi.
***
Eskinin gösterişsiz dar dereleri, şimdi biçimlenip göze gelmiş bir biçimde yine aynı sarhoşlukla Travnik kent merkezinden, süslü köprülerin, göz kamaştıran tarihi yapıların gölgesinde akıp gidiyor.
Doğa hâlâ güneşin canlanıp, ışık ve sıcaklık vereceği günleri uzun uzun beklenmekte. Çünkü Travnik'te yağmur ve rutubet bitmek bilmiyor. Kış bitse yaz gelmiyor, yaz gelse yağmur aman vermiyor.
***
Doğası ve havasıyla Bosna'nın geri kalanından faklı olan şehir Mostar'dır. Mostar sınırlarına yaklaştıkça Bosna'ya özgü yeşilin azaldığını, sıcaklığın arttığını, ağaç boylarının küçüldüğünü fark edebiliyor insan. Geniş vadi boyunca sağlı sollu uzanıyor yerleşim alanları. Mostar şehrini çevreleyen dağlar görece kurak iklimin izlerini taşıyor. Ağaçsız dağları görmek "iyi geliyor" insana.
Bosna'nın diğer şehirlerinde olduğu gibi Mostar'da da iç savaşın izleri karşılıyor insanı.
Bosna'nın hemen hemen bütün şehirlerinde yüzlerce bina savaşın hasarını şerha gibi üzerinde taşımakta. Buda bütünüyle insana sirayet ediyor.
Turistlerin akın akın gidip görmek istediği, neşeyle fotoğraflara poz verdiği Mostar Köprüsü, savaşta tank atışlarıyla dakikalar içerisinde yerlebir edilmişti. O yıkım görüntüleri hafızalardaki tazeliğini hâlâ koruyor. O dönemi yaşayanlar anılarıyla, yaş itibariyle görmeyenler ise akıllı telefonlarında o vahşeti yaşıyorlar.
İyileşmek için acılarla yüzleşmenin elzem olduğunu biliyorlar.
***
Bugün kimse savaşın sebeplerini düşünmüyor. Üzerinde tefekkür edecek bir sebep de yok aslında. Ufak tefek sebepler varsa da unutulmuş gitmiş. Arada bir soranı olsa da, hatırlayanı yok. Ancak yıllar geçmesine rağmen savaşın yol açtığı tahribat, zihinlerde ve vicdanlarda bıraktığı yıkım hâlâ tazeliğini korumakta.
Sadece Srebrenitsa'da 11 Temmuz 1995 tarihinde, Sırp General Ratko Mladic tarafından yönetilen soykırım harekâtında 8 bin 372 silahsız Boşnak erkeği katledilmiştir. Srebrenitsa kıyımı, 2. Dünya Savaşı'ndan sonra gerçekleşen en büyük toplu katliamdır.
Nüfusunun çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu Srebrenitsa'da, katliam bir hafta boyunca sürdü. Sırp saldırılarından önce açlık can almaya başlamıştı. Peşisıra evler ateşe verildi, sokak araları, patikalar, dağ yamaçları kurşuna dizilmiş, tecavüze uğramış, parçalanmış cesetlerle dolup taşmıştı.
***
Bosna Savaşında hayatını kaybeden sivillerin yarısına yakını çocuk ve kadınlardan oluşuyordu. Bosna Savaşı, binlerce masum insanın taammüden toplu katliama kurban edildiği soykırımdır.
Nazilerin ırk ideolojisinin devamı niteliğinde olan, Boşnaklar'ın fiziksel olarak yok edilmesine, ya da bir biçimde dönüştürülmesine yönelik barbarca bir saldırıydı.
Hitler, insanların karakter özelliklerini, davranışlarını ve kabiliyetlerini, genlerinde taşıdığı ırk yapısının belirlediğine inanmıştı. İnsanlık tarihini ırksal mücadele üzerinden tanımlayan Hitler, bunu Darvin'in "güçlünün hayatta kalması" teorisiyle harmanlayıp bir "üstün Aryan ırkı" projesine dönüştürecekti.
Bunun daha vahim, canavarca diyebileceğimiz halini Bosna'da görecektik. Savaş boyunca sistematik olarak 44 bin Boşnak kadınına Sırp güçleri tarafından tecavüz edilmiştir.
***
İnananların kırıldığı, yönetenlerin ihya olduğu inanç sistemleri Ortaçağ'da Hristiyan Avrupa'yı kasıp kavurdu. Musibetten nasihat almayan günümüz toplumları geçmişten ders almamış olsa gerek ki hâlâ dinler ve mezhepler uğruna canavarca hislerle birbirini öldürmekte.
Bosna'daki savaşın seyrini değiştirip vahşet boyutlarına varmasına sebep olan en önemli etken de Hristiyan - Müslüman savaşına dönüşmesiydi. Bu algının oluşması, savaşı bir adım öteye taşıdı.
Toplumlara huzur ve esenlik getirmesi gereken dinlerin, bunu yeterince sağlayıp sağlamadığını da sorgulamak gerekiyor.
Sadece Bosna'yı gelip gördüğünüzde dinlerin vaad ettiği esenlikten eser olmadığını tüm çıplaklığıyla idrak edebiliyorsunuz.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.