Arat Barış Son Makaleler

Masumiyet Müzesi

Hangi yüze baksan derin acıların saklı olduğu izlenimini ediniyorsun. Uçurumdan sarkan çelimsiz birer bitki gibi her biri. Hafif bir rüzgâr felaketleri oluyor. 
Masumiyet Müzesi
Makaleyi Paylaş

Küçükken dert yandığımız şeylerin büyüyünce burnumuzu sızlatan, yüreğimizi burkan anılara dönüşeceğini nerden bilebiliriz. Büyümenin büyüsü bozulunca anlıyor insan.

Doğuda çocuk olmak ve çocukluğunu yaşayamamak ise apayrı bir hüzündür.

Batı illerinden ilk gelişte derin bir yalnızlık karşılıyor insanı. Bilinçli bir yoksulluğa mahkûm edilmiş, terk edilmiş… Çok belli.

İnsanı dışlanmış… Kadını, yaşlısı, genci, çocuğu bu zulmün esiri olmuş, bu esaretin bedelini ödüyor.

Aslında bu yoksulluğu Orta Anadolu köylerinden, Karadeniz’e kadar her yerde görmek mümkün. Yaşamak bir yana tanık olunca bile gövdenin içinde kemiklerin çatır çatır kırıldığını hissediyor insan.

Milletin "yoksul efendileri" olarak içler acısı bir hayatı yaşamak dışında hiçbir konfora sahip değiller. Teknoloji sınırlı, yaşam sınırlı, mahrumiyet olabildiğince fazla.

Buralarda yaşamak yürek ister. İlk göze çarpan budur. Vardığında ilk bunu hissedersin.

Devletin o muhteşem kudreti burada sadece şiddet olarak var. Hâlâ suyu akmayan, yolu olmayan köyler var. Ötesini siz düşünün.

Sizi kucaklayan tabiatın bereketi değil, fakirliktir buralarda. Öyle bir fakirlik ki el ayak buz kesiyor.

Sürekli açlık, sürekli haksızlık, sürekli yoksulluk alıp başını gitmiş. Elde yok, avuçta yok.

Çamurlu sokaklarda su birikintilerinde oluşan dalgalar boyundadır umut. Ne eksik, ne fazla.

Hangi yüze baksan derin acıların saklı olduğu izlenimini ediniyorsun. Uçurumdan sarkan çelimsiz birer bitki gibi her biri. Hafif bir rüzgâr felaketleri oluyor.

Uzatılan elin elinizde kaldığını görmek çok acı. Sefaletin size el verdiğini düşünüp ürperiyorsunuz.

Hafif bir rüzgârla hayat griye dönüyor. İnsanların yaşam değerleri, ortalığı bulandıran toz taneleri gibi hafif ve görünmez aslında. Yaşamadıkları ve asla yaşamayacakları bir hayatın içinde "efendi" diye anılmaları hiçbir şeyi değiştirmiyor.

Umut, yaşamın kendisidir buralarda. Yaşamdan kat be kat fazla ağırlığı ve alıcısı var, gri toz bulutuyla görünmez olan hayatlarda.

Derin travmalara yol açan, "eğitmeyen" taşımalı eğitim var mesela! Bir köyden bir başka köye, yahut ilçeye.

Saçı arkadan sıkıca bağlanmış, o narin bedenleriyle ataerkil gözlerden uzak durmaya çalışan kız çocukları, bir fazla şekerle büyümüş, ama mahsun, ama sefil erkek çocukları yaşayamadıkları çocukluklarıyla yollara düşüyorlar.

“Yolu Türk olmaktan geçen mutluluğu” kovalıyorlar. Ne etsin garibanlar!

Kiminin bir lira parası yok, kiminin bir çift ayakkabısı, kiminin annesi, babası… Sessiz ve kimsesiz çocuklar, sevimsiz ve sevgisiz bir anlayışa kurban ediliyor.

Batıda öğrenciye "canım" diyen öğretmeninin doğudaki öğrenciye "gerizekalı evladım" demesi de kader midir acaba?

Yoksa devletin antidemokratik anlayışından kendisine pay mı çıkarıyor öğretmen? Tıpkı postanedeki memur, nüfus müdürlüğündeki stajyer, hastanedeki personel gibi.

Belki de en derin korkuları, en aşılmaz yalnızlığı o yollarda yaşıyor çocuklar. Okulda öğretmenin "gerizekalı evladı" olmadan evvel şoförün kanlı gözlerinden süzülen nefretin kurbanı oluyorlar.

Nerden baksan tutarsızlık, ne yana dönsen ilgisizlik. Yalnızlık ve ilgisizlik bir tarihtir kırsalda. Tıpkı yoksulluk gibi. Çevirdiğin her sayfaya yoksulluğun ve yalnızlığın gölgesi düşer.

Kadınlar için durum çok daha vahimdir. Sofradan aç kalkan da, hayata geç kalan da kadınlar oluyor. Modern dünya için dram olarak sayılabilecek her ne varsa Anadolu’da hakikattir.

Genç yaşta basit bir hastalıktan ölen kızının saç örgülerini çeyiz sandığında saklayan sonsuz anne şefkati de, erkek çocuğu doğuramadığı için insafsızca eziyet gören annenin bahtsızlığı da, küçük yaşta evlenip gebe kalan, ancak doğumda karnındaki bebeğiyle birlikte can veren annenin bitimsiz trajedisi de buralarda hakikattir.

Büyüklerin dramı, çocuklara ferman oluyor.

Eti de kemiği de bu mahrumiyetten payını alıyor çocukların. O etsiz kemiksiz çocuklar büyüyüp yuva sahibi olunca da bitimsiz bir sevgisizlikle taşlaşıyorlar.

Büyükler alışmışlar bu duruma, hele yaşlılar… Bir çocuğun masumiyetini asla yaşamamışlar gibi; sert ve sevgisizler. Yaşam koşulları kötü olunca en evvel duygular parçalanır. Sonrası sertlik ve sevgisizliktir işte.

Bir müddet sonra şefkat de buz kesiyor, tıpkı devletin varlığı gibi.

Aşı, ekmeği olmayan yerlere asayiş götürmüş devlet, daha ne istersin!

Eskide böyle miydi?

Hayır efendim; eşkıyadan kırılırdı millet. Elde yok avuçta yok, olanı da alıp götürürlerdi. İnsaflı olanı çalıp çırpmaz lakin bir kış boyu yatardı evde.

Eşkıya bu şakaya gelmez ki!

Devlet mukavim olunca eşkıya son buldu. Son bulmasına son buldu, gel gör ki köylünün perişanlığı bitmedi. Üç beş kurşun sıkıp kaçan eşkiyaya "zor" diyen köylü, devletin, köyleri, şehirleri yaktığına tanık olunca dünyası başına yıkıldı. Zor yokmuş o zamanlar, meğer zor buymuş!

Zor olan nizamı baskıyla kuran devletmiş!

Bu kimsesiz köylerde garip bir mahcubiyet de var. Devlete karşı, devletin kurumlarına ve yetkililerine karşı hissedilir bir çekingenlik var.

Devletin kudretini arkasında hisseden yetkili, küstahlığıyla buralarda nam salıyor. Bir elinde nazar boncuğu bir elinde İncil, kıtaları talan eden sömürge valileri gibi, ezdikçe eziyorlar.

Oysa yıkıcı bir gücün adı olmamalı devlet. Çocukların umutlarına el vermeli. Yoksulluğu bir bilinç olarak dayatmaktan vazgeçmeli ve kaygıları azaltmalı.

Bir halkın kalbi her an için kaygıyla, acıyla, ölüm kalımla atar mı hiç?

Köpek havlamalarının beslediği kaygılar, açlık kadar masum değil üstelik.

İnsanlar acı çekmemeli. İnsanların acı çekmesine imkan vermemeli. Acı çekmiş çocuk diğerlerinde farklıdır. Kaygıları büyüktür. O artık çocukluğundan vurulmuş bir çocuktur. Böyle zamanlarda fakirlik bile anlamını yitiriyor. Bir parça ekmek, bir kesme şeker yetiyor.

Kimi yere güvenlik adı altında yoksulluk dayatılmış, kimi yerde milliyetçilik adı altında. Yoksulluğu gözden kaçırmak için temin ettikleri şey ise hamaset ve düşmanlık.

Diyarbakır’da Ramazan ayında evine ekmek götürmediği için intihar eden babayı görüyorsun. Konya’da evinin kırık camını onaracak parası olmadığı için kışın ayazında kundaktaki bebeği donarak ölen anneyi görüyorsun.

Sonra devletin yoksulluğu örtbas etmedeki ustalığını görüyorsun. Gördüğünle kala kalıyorsun.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Bu makale toplam: 11184 kişi tarafından görüldü.
Son Güncellenme:15:36:21