Dönemin Bosnalı Müslüman devlet başkanı Aliya İzzetbegoviç, uluslararası toplumun Sırp ordusunun Bosnalı Müslümanlara saldırılarını engellemeleri ve bağımsızlıklarına destek vermeleri amacıyla 1990 başlarında Washington’a bir ziyarette bulunur. Siyaset bilimci Shlomo Avineri, “Self determinasyon ve reel politikanın Kürtler ve Filistinliler üzerindeki yansımaları”[1] adlı makalesinde İzzetbegoviç’in bu ziyaretine ilişkin bilgilere yer verir.
İzzetbegoviç’in Washington’u ziyaret ettiği dönemde Birleşmiş Milletler (BM), Yugoslavya iç savaşından dolayı taraflara silah ambargosu uygulamaktadır. Sarayevo, Sırp ordusunun ağır kuşatması altındadır. Bu ise Sırp ordusunun silahsız Bosnalılar karşısında üstünlüğünün pekişmesine yol açmaktadır. Bosnalı lider Izzetbegoviç’in Washington ziyareti böylesi bir ortamda gerçekleşir.
Avineri, İzzetbegoviç’in Washington’da resmi çevrelerde sempati dolu sözcükler işittiğini, ama Sırp ordusunun saldırganlığı ve Bosna’nın bağımsızlığı konusunda kendisine somut hiçbir yardım sözü verilmediğini belirtir. Resmi çevrelerden destek umudunu kaybeden İzzetbegoviç, Washington’daki bir düşünce kuruluşunun organize ettiği aralarında politikacılar ve gazetecilerin de bulunduğu topluluğa halkının karşı karşıya olduğu durumu açıklayan bir konuşma yapar. İzzetbegoviç, Bosnalı Müslümanların bağımsızlıklarının tanınması için gerekli olan koşulların tümüne sahip olduklarını belirttikten sonra, uluslararası ilişkiler konusunda nice seçkin teoriyi gölgede bırakacak bir yüz ifadesiyle içini çekerek şunları söyler:
“Bizim Müslüman değil de Kuzeyli Protestanlar olduğumuzu düşünün. İskandinav ülkelerindeki kamuoyu hiç şüphesiz kendi hükümetlerine bize silah ve gönüllü göndermesi için baskı yapacaktı. Minnesota ve Wisconsin’den gelen ABD senatörleri de, ABD’nin müdahalesi için lobi faaliyetlerinde bulunacaklardı. Bosnalı Müslümanlar olarak sorunumuz, dünyada hiçbir akrabamızın olmayışıdır. Bu yüzden gerek stratejik olarak gerekse de dayanışma anlamında bize yardım etmek, kimsenin çıkarlarına denk düşmemektedir.”
Toplantıda pek çok kişinin Yahudi olduğunu fark eden İzzetbegoviç, hüzünlü bir şekilde “eğer Amerika Birleşik Devletleri’nde beş milyon Bosnalı Müslüman olsaydı, Amerikan’ın politikası da hiç kuşkusuz farklı olacaktı” diyerek konuşmasını bitirir.
Avineri, İzzetbegoviç’in modern tarihin pek çok kişinin göz ardı etmeyi tercih ettiği önemli bir boyuta parmak bastığını belirtir. Bu boyut, bir ulusal hareketin başarılı olabilmesi için jeopolitik müttefiklere ihtiyacı olduğudur. Böylesi müttefiklerden yoksun olan bir ulusal hareketin çoğu zaman başarısız olduğu tespitini yapar ve bunun reel politik ile yakından bağlantılı olduğunu vurgular. Aviner, bu gerçekliğin de ulusal hareketin “anti emperyalist” duruşu ile self determinasyon hakkının sorgulamasına yol açtığını belirtir.
İzzetbegoviç’in Sırp ordusunun saldırılarını durdurma ve Bosna’nın bağımsızlığına ilişkin uluslararası toplumdan destek arayışlarını, Güney Kürdistanlı yetkililerin IŞİD’e karşı mücadele ve bağımsızlık konularında uluslararası toplumdan destek arayışlarına benzetebiliriz.
Güney Kürdistan’ın uluslararası arenaya çıkışı
Güney Kürdistan’ın uluslararası arenaya çıkışı, Saddam Hüseyin rejiminin Kürtlere yönelik katliamları ve sivil göçleri önlemek amacıyla 1991 birinci Körfez Savaşı ardından BM Güvenlik Konseyi’nin 688 kararıyla başlar. Bu karar ile 36. paralelin kuzeyi yani Güney Kürdistan, Saddam Hüseyin rejimine ait uçakların uçuşuna yasaklandı ve ABD’nin başını çektiği birleşik askeri Çekiç Güç göreve başladı. Bir yıl sonra 1992’de ise Irak’ın güney Şii bölgesi 32. paralel ile bu çerçevede uçuşa yasak bölge ilan edildi.
688 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararında Kürtlerin ismi telaffuz edilmez. Bunun yerine “Saddam’ın zulmüne uğrayan Irak vatandaşları” olarak tanımlanırlar. Bu da gösteriyor ki, uluslararası toplum o dönem Kürt, Kürdistan sorununu bölgesel ve ulusal bir sorundan ziyade, mevcut egemen devletlerin insan hakları ihlalleri düzeyinde ele almaktadır.
Güney Kürdistan 1991’den, Iraklı Şii Araplar ise 1992’den 2003`e kadar, yani Saddam’ın devrilmesine kadar kendi iktidarlarını kurup, kendi bölgelerini bağımsız bir şekilde yönettiler. Kürtler kendi topraklarında seküler demokratik bir sistem kurmaya çabalarken, Şii Araplar Irak’ın güneyinde dini esaslar ağırlıklı, teokratik bir düzen kurdular. Şiiler ile Kürtler arasında coğrafi bir sınırdaşlık ve komşuluk olmadığı gibi, politik bağ da sadece Saddam karşıtı muhalif güçler düzeyinde kalan cılız ve zayıf bir bağdı. Sünni Arap bölgesi ise 2003’e kadar Saddam’ın kontrollünde olduğu için Sünni Araplar yeni bir iktidar deneyimi yaşayamadılar. Sünni Arapların yaşadığı deneyim 2014’de IŞİD’in Musul ve çevresini işgal etmesiyle yaşanan acılı ve kanlı bir deneyim oldu. Sonuçta Irak 1991’den itibaren fiilen bölündü.
2003’de Saddam’ın devrilmesi ardından 2005’de referanduma sunulan yeni Irak anayasasıyla “birleşik Irak” tekrardan inşa edilmeye çalışıldı. Kürtler, yeni anayasaya evet dediler. Çünkü 11 Mart 1970 Otonomi Anlaşması’nın çökmesine neden olan başta Kürdistan idaresinden koparılan bölgeler olmak üzere, doğal enerji kaynaklarının paylaşımı konularında Erbil ile Bağdat arasında yeni anayasada çözümler mevcuttu. Ayrıca Irak anayasası, Ortadoğu gibi bir coğrafyada teorik manada, kâğıt üzerinde kalsa da bölge devletleri içinde federatif ve ademi merkeziyetçi niteliği ile yetki devri ve güç paylaşımı konularında demokratik özelliğe sahip anayasalardan biri olmayı sürdürmektedir.
Tüm bunlara karşın Kürtlerin kendi geleceklerini belirleme haklarına ilişkin net ve açık bir hüküm anayasada mevcut değildir. Sadece anayasanın giriş kısmının son paragrafında “Irak’ı oluşturan grupların özgür iradeleriyle bir araya geldikleri” vurgulanmaktadır. Kürtlerin özgür iradelerinden ziyade, iradeleri dışında Irak’la birlikte oldukları artık bilinen bir gerçektir. Kürtler bu vurguya atıfta bulunup, hukuktaki zıt kavram ispatından hareketle “özgür” irademizle nasıl bir araya geldiysek, özgür irademizle de ayrılmak ve bağımsız bir devlet olmak istiyoruz diyorlar.
Irak anayasası yapılırken Kürtler, neden kendi geleceklerini belirleme hakkı konusunda anayasada net bir tanımlamada ısrarcı olup olamadıkları 2005 şartları göz önünde bulundurularak tartışıla bilinir. Güney Kürdistanlı yetkililerin yorum ve açıklamalarından yola çıktığımızda 2005 anayasasında Erbil ile Bağdat arasındaki tarihi ihtilafların çözümünde yer alan maddeler o dönem için yeterli kazanımlardı ve anayasaya bir geçiş anayasası gözüyle bakıyorlardı.
Gelinen süreç itibariyle Bağdat, anayasadaki yükümlülüklerini yerine getirmediği gibi, Kürdistan federe bölgesine askeri, ekonomik ve siyasi ambargo uygulamaya başladı. Anayasa’nın 140. maddesinde yer alan, başta Kerkük olmak üzere Kürdistan idaresinden koparılan bölgelerde en geç 2007’de referanduma gidilmemesi, Kürdistan’ın payına düşen yüzde 17’lik payın tırpanlanması, IŞİD ile savaşta peşmergeye silah ambargosu ve benzeri konular, anayasanın tek taraflı ihlalinde her iki başkent arasındaki belli başlı sorunlardır. Güney Kürdistan açısından bu durumun ekonomik açıdan negatif etkileri olmakla birlikte, siyasal alanda, bağımsız defecto devlet statüsü kazanmasına, Bağdat’ı baypass ederek uluslararası şirketlerle ekonomik anlaşmalar imzalamasına katkısı olduğunu vurgulamak gerekir.
Yapılması gereken ev ödevleri
Güney Kürdistan’ın ajandasında bağımsızlık referandumu gündemin birinci sırasına oturan öncelikli konuların başında gelmektedir. Uzun bir süredir belirsizliğini koruyan referandum tarihi, nihayet Kürdistan Federe Başkanı Mesud Barzani’nin başkanlığında 7 Haziran’da siyasi partilerle yapılan toplantıda belirlendi. Eğer bir erteleme olmazsa 25 Eylül 2017 tarihinde Kürdistan Bölgesi ve Kürdistan idaresinden koparılan bölgelerde referandum yapılacak. Siyasal güçlerin ve Kürdistan halklarının referandum ve bağımsızlığa karşı tavırları pozitiftir. 2005 yılında 275 sandalyeli Irak Meclisi için yapılan genel seçimlerde Kürdistan'da gayri resmi referandum sandıkları kurulmuş ve sandıktan yüzde 99 bağımsızlığa evet çıkmıştı. Bununla beraber, toplanan 2 milyona yakın imzayla Birleşmiş Milletlere başvuruda bulunularak, Kürdistan’ın bağımsızlığı için referandum talep edilmişti.
Bağımsız devlet yolunda meşruiyet ve demokratik normlar açısından yerine getirilmesi gereken olmazsa olmaz ev ödevleri mevcuttur. En önemli sorun Kürdistan parlamentosunun uzun bir süredir işlevsiz olmasıdır. Hükümeti, yürütmeyi denetleyen kurum parlamentodur. Parlamentonun işlevsiz kılınmasıyla, denetleme mekanizması da ortadan kalkmıştır. Bu ise hem demokratik temayüller hem de bağımsızlık süreci açısından ciddi bir problemdir. Bağımsızlık referandumu tarihinin belirlendiği toplantıda 6 Kasım 2017’de hem parlamento hem de başkanlık seçimlerinin yapılacağı kararı da alındı. Söz konusu krizin aşılması yönünde alınan bu karar önemli bir adımdır.
Bunun yanında uzun bir süredir çalışması sürdürülen peşmergenin partilerin silahlı gücü olmaktan çıkartılarak, tek bir merkezde ulusal ordu olarak kurumsallaşması ile ekonomide suiistimal ve yolsuzlukla mücadele konularının öncelikle sonuçlandırılması gerekir. Özellikle ekonomide kamu vicdanı, şeffaflık ve temiz bir toplum açısından suçluların konumları ve nitelikleri ne olursa olsun, adalet önüne çıkarılarak hesap vermelerinin sağlanması gerekir.
Aşılması gereken önemli bir sorun da Kürdistanlı siyasal güçlerin kendi aralarındaki ilişkilerdir. Kürdistanlı siyasal güçler birlikte bir masanın etrafında oturabilme ve sorunlarını aracılar olmadan, diyalog ve müzakere ile çözebilme becerisi ve olgunluğunu gösterebilmelidirler. Bu demokrasi geleneği ve kültürü ile siyasi istikrar açısından hem iç hem de dış kamuoyuna güven verecek önemli bir görüntüdür.
Bağımsızlık süreci ve olası yol haritası
Güney Kürdistanlı yetkililer Erbil ile Bağdat arasında hükümranlık haklarının paylaşımında sıklıkla Çekoslovakya deneyimine atıfta bulunmaktadırlar. Çekoslovakya deneyimi dünyada bir istisnadır. Çekler ve Slovaklar referanduma bile gerek duymadan hükümranlığı paylaşmışlardır. Aralarında ne bir sınır ihtilafı ne de enerji ve ekonomik kaynakların paylaşımında anlaşmazlıklar olmuştur. Oysa şuan ki birleşik Irak içinde Erbil ile Bağdat arasında belli başlı problemlerin başında sınır ihtilafı, enerji ve ekonomik kaynakların paylaşımı gelmektedir. Bağımsızlık müzakereleri başladığı zaman bu konular gündemin değişmeyen başlıkları olarak devam edecektir. Güneyli yetkililer Çekoslovakya modeline atıfta bulunurlarken vurgulanmak istenenin; Ortadoğu coğrafyasında gözyaşı, kan ve şiddet ile çözülmeye çalışılan sorunların, bir farkındalık yaratılarak diyalog ve müzakereyle çözülmesi ve bu kötü geleneğe son verilmesi biçiminde okumak gerekir.
Bir kısım Şii ve Sünni çevreler Kürtlerin kendi geleceklerini belirleme hakkını destekleyen beyanlarda bulunmaktadır. Dönemin Irak Cumhurbaşkanı Yardımcılarından İyad Allavi’nin, “ülkede bölünmenin kapıda olduğunu ve Kürtlerin kendi geleceklerini tayin hakkına sahip oldukları” açıklamasını buna örnek verebiliriz. Bağdat’tan yapılan beyanlar ise, bu sürecin hiç de kolay olmayacağı işaretini vermektedir.
Bağdat’ın ikna olması veya edilmesi durumunda birçok konuda Kürtlerin eli hem kuvvetlenecek hem de rahatlayacaktır. En başta Türkiye ve İran’ın kendi Kürt sorularından kaynaklanan bağımsız Kürdistan karşıtlığı “Irak’ın toprak bütünlüğünün parçalanması bölgede istikrarsızlık yaratacaktır” tezi çökmüş olacaktır. Zaten Güney Kürdistanlı yetkililer “bağımsızlık Erbil ve Bağdat’ı ilgilendiren bir konudur” diyerek, Ankara ve Tahran'ın benzer çıkışlarının önünü kesmeye çalışmaktadırlar. Bu açıdan Güneyli siyasal güçlerin enerjilerini Bağdat’ın Kürdistan’ın bağımsızlığına ikna edilmesine vereceklerini söyleyebiliriz.
Bağımsızlık referandumundan evet sonucu çıkacaktır. Büyük bir ihtimalle Bağdat, anayasaya aykırı diyerek çıkan sonucu tanımayacaktır. Kürtler ise anayasaya aykırı olmadığı, ulusların kendi geleceklerini belirleme hakkı çerçevesinde evrensel ve yerel hukuk açısından çıkan sonucu savunacaklardır. Bu durum İspanya’da Katalanların defalarca gerçekleştirdikleri bağımsızlık referandumlarının Madrid tarafından yasal kabul edilmemesi gibi benzer bir süreci başlatabilir.
Uluslararası toplumun IŞİD karşıtı yekvücut mücadelede Güney Kürdistan’a askeri ve ekonomik desteklerini, Kürdistan’ın bağımsızlığına da destek diyerek okumak bizleri yanıltıcı sonuçlara götürebilir. Almanya Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel’in, Federal Kürdistan yönetiminin 25 Eylül’de yapacağı bağımsızlık referandumunu, “Irak’ın bütünlüğünü tehlikeye atmak, sınırları yeniden çizmeye kalkmak doğru bir yol değil” değerlendirmesi ve daha önce de Başbakan Angela Merker’in “Irak’ın toprak bütünlüğü korunmalıdır” görüşü bu tespiti doğrulamaktadır. Almanya gibi bir kısım batılı devletlerin öncelikli sorunu, IŞİD tehlikesini başta güvenlik olmak üzere, siyasi ve ekonomik açılardan Avrupa’da etkilerini azaltma ve yok etmeye çalışmaktır. Çünkü bölgedeki iç savaşlar nedeniyle Avrupa’ya sığınmacı akımı, batıda ırkçılığın artmasına, aşırı sağcı güçlerin güçlenmesine, iktidardaki muhafazakâr, liberal ve sosyal demokrat partilerin güç kaybına neden olmaktadır. Güney Kürdistan’ın mevcut statüsü bu devletlerin kendi iç dengeleri ve bölgenin dış dengeleri açısından şu an için çıkarlarına uymaktadır. Bu açıdan uluslararası toplumun Güney Kürdistan’ın bağımsızlığına ilişkin dikkatli yaklaşımını, Kürtlerin de dikkatli analiz etmeleri gerekir.
Güney Kürdistan’ın bağımsızlığı hakkında Rus lider Putin’in, “bunun Irak’ın iç bir sorunu olduğu, Irak halklarının vereceği karara saygı duyarız” açıklaması, uluslararası toplumda ağırlıklı şekilde dillendirilen diplomatik yaklaşımdır. Kuşkusuz her devletin öznel Ortadoğu politikası içinde Kürdistan sorununa ilişkin siyaseti elbette ki mevcuttur.
Bağımsızlık referandumunun 25 Eylül’de yapılacağının ilanı ardından Irak, bunun tek taraflı bir adım ve anayasaya aykırı olduğu açıklamasını yaptı. Irak devlet başkanı Haydar Abadi’ye göre “ABD, Irak’ın tek parça olarak kalmasından yanadır.”
ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Heather Nauert, bağımsızlık referandumuyla ilgili verdiği demeçte, “Biz daha önce de bu konuyu konuştuk. Birleşik, istikrarlı, demokratik ve federal bir Irak’ı destekliyoruz. Irak Kürdistanı’nın meşru özlemlerini anlıyor ve takdir ediyoruz. Kürt bölgesindeki yetkililere, şu an için bağlayıcı olan bir karar olmasa bile referanduma gitmenin, önceliklerden kaçınılacağına yol açacağı endişelerimizi aktardık. Bu öncelikler, IŞİD’in yenilgiye uğratılması, istikrar sağlanması, yerinden olmuş kişilerin geri dönüşü, bölgedeki ekonomik krizden kurtulmak ve bölgenin iç siyasi uyuşmazlıklarını gidermektir.” Bu değerlendirme farklı açılardan okunabilir. Birinci okuma; “birleşik Irak” vurgusuyla ABD’nin bağımsız Kürdistan’a karşı olduğu söylenebilir. İkinci okuma ise, IŞİD ile savaştan dolayı bölgedeki mevcut durumun şuan için buna müsaade etmediği, ancak yapılacak referandumun Kürtlerin bağımsızlık taleplerinin uluslararası topluma ilanı ve zamanı geldiğinde bağlayıcı adımın atılmasıdır.
ABD’nin Irak modelinin başarısız bir model olduğu öteden beri tartışılmaktadır. Bu modelin Suriye’de uygulanması durumunda da aynı sonuçla karşılaşılacağı uyarı mahiyetinde hep vurgulanmaktadır. ABD kamuoyunda bu konuda yoğun iç tartışmalar olmakla beraber, Washington bu tartışmayı bölgedeki olağanüstü hal nedeniyle gündemine almamaktadır. Fakat bunun yarın gündemine alıp tartışmayacağı anlamına gelmemektedir. Bağımsızlık referandumu ile Kürtler, ertelenen yeni Irak modeli tartışmasını öne çektiler. Washington ise şuan için bunun öne çekilmesini istemediğinden mevcut konjonktürü ileri sürerek orta bir yol izlemeye çalışmaktadır.
Güneyli yetkililerin ABD temaslarındaki izlenimlerine göre, demokratlardan ve cumhuriyetçilerden gerek Kongre’de gerekse Senato’da önemli oranda politikacının Kürdistan’ın bağımsızlığına destek verecekleri yönündedir. ABD’nin 1975 Cezayir Anlaşması’ndaki negatif rolü nedeniyle Kürtlere yapılan tarihi haksızlıktan dolayı borcu olduğu, bu borcun ödenmesi zamanının geldiği ifade ediliyor. Ayrıca niyeti öyle olmasa da dönemin ABD Başkanı George W. Bush’un 2003 yılında Irak’ı işgal emrini verdiğinde Irak’ı bölmüş olduğunu yazan ve söyleyen birçok çevre mevcuttur.
Yine Güneyli yetkililere göre, Kürdistan Federe Başkanı Mesud Barzani’nin Kürdistan’ın bağımsızlığına ilişkin yaptığı yurt dışı temaslarında, çok sayıda ülkenin Kürdistan’ın bağımsızlığına destek verdiği belirtilmektedir. Örneğin İsrail ve İsveç, Kürdistan’ın bağımsızlığını ilan etmesi durumunda tanıyacaklarını resmi olarak açıklayan devletler arasında yer almaktadırlar. Arap ülkeleri cephesinde ise özellikle Ürdün’ün hem devlet hem de kamuoyu nezdinde “Kürdistan’ın bağımsızlığına Arapların destek vermeleri gerekir” yaklaşımı biliniyor. Önemli bölge devletlerinden Suudi Arabistan ise soruna mezhepsel açıdan yanaşarak, Şii ağırlıklı İran yanlısı birleşik bir Irak yerine, parçalanmış Irak siyasetini gizlemeyerek bağımsızlık adımını açıktan destekliyor.
Bağımsızlık referandumunu Kürdistan’ın bağımsızlığı yolunda atılan ilk adım ve Kürtlerin meşru taleplerinin dünyaya ilanı olarak görüp değerlendirmek gerekir. Belki de Kürdistan daha birçok bağımsızlık referandumlarına gebe olacaktır. KDP Politbüro Üyesi Hoşyar Zebari’nin, “Referandum yapıldıktan bir gün sonra devlet kurulmayacak. Devlet süreci referandumdan çok çok daha zor ve riskli bir süreç” ifadesi, bağımsızlık sürecini kısaca özetleyen önemli bir değerlendirmedir. Güney Kürdistan’ın bağımsızlık ilanına uluslararası toplumdan özellikle de ABD’den ara bir çözüm alternatifi gündeme gelebilir. Bu senaryo; Irak’ın ikili federe bir yapıdan Şii, Sünni ve Kürtlerden oluşacak üçlü konfedere bir yapıya dönüşmesidir. Kuşkusuz bu seçenek Kürdistan’ın Irak’ın bölgesel bir bileşeni yerine, üç devletten biri olarak konfedere Irak’ın bir parçası olduğu anlamına gelecektir. Kürdistan otomatikman birliğe üye devlet statüsü kazanacaktır.
Konfedere birliklerde ayrılma hakkı uluslararası sözleşmelere göre saklıdır. Üye devletlerden biri konfedere birlikten ayrılmak istediğinde bu hakkı bloke eden veya engelleyen hiçbir şart yoktur. Doğal olarak bir kez daha işlemeyen bu sürecin ardından Kürtler, Bağdat’a ve uluslararası topluma birleşik Irak için konfedere model de dahil bütün çözüm yollarını denediklerini, fakat kalıcı bir çözüme ulaşamadıklarını, bundan sonra iki ayrı dost komşu ülke olarak kalabileceklerini bugün olduğu gibi yarın da dile getireceklerdir.
Kuşkusuz Kürdistan’ın olası bağımsızlığı mevcut deneyimler dışında, kendine özgü farklı bir yol da izleyebilir. Bu açıdan çözüm modeli şudur demek doğru ve realist bir değerlendirme olmaz. Fakat kesin olan, kartların yeniden karıldığı Ortadoğu’da Kürtlerin bağımsızlık yolculuğu tüpten çıkan macuna benzemektedir.
(*) Güney Kürdistan bağımsızlık referandumu ve sonrası, Deng Dergisi, Haziran 106. sayısında yayınlanmıştır.
[1] Sholomo Avineri, Self determinasyon ve reel politikanın Kürtler ve Filistin üzerindeki yansımaları, Disset Magazine, İngilizceden çeviri Cemal Atila, Serbesti dergisi, güz 2005, s.31-35 özetlenmiştir.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.