Suriye iç savaşının başladığı 2011’den günümüze savaşı sonlandırmak ve soruna siyasi çözüm bulmak amacıyla uluslararası toplumun birçok girişimi oldu. Birleşmiş Milletler (BM) bünyesinde Cenevre görüşmeleri (2012’den itibaren), Arap Birliği Suriye Barış Planı (2011-12), Fransa öncülüğünde Suriye Dostları Grubu (2012), ABD, Rusya, Suudi Arabistan ve Türkiye ortaklığıyla Viyana Süreci (2015), Suudi Arabistan Riyad Konferansı (2015), Rusya, Türkiye ve İran müşterekliğinde Soçi ve Astana Süreci (2017) kayda değer siyasi “çözüm” odaklı uluslararası girişimler ola geldi.
Suriye iç savaşının sonlandırılmasına yönelik tüm siyasi müzakere ve girişimlerin BM bünyesinde devam eden Cenevre görüşmelerine katkı amacıyla yapıldığı belirtiliyor. Buna karşın Rusya, Türkiye ve İran’ın birlikte sürdürdükleri Soçi ve Astana süreci, taraflar kabul etmeseler de, ABD ve müttefiklerince Cenevre görüşmelerine alternatif kabul edilmektedir.
Başta siyasetçiler, diplomatlar, askeri uzmanlar ve politik yorumcuların Suriye iç savaşı konusunda mutabık oldukları ortak görüş; sorunun karmaşık ve olası çözümün de oldukça kompleks olduğuna ilişkindir.
Brookings Enstitüsü ve Saban Forumu’nun 2016 Aralık ayında Washington’da düzenlendiği Ortadoğu konulu toplantıya katılan Barack Obama döneminin ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Suriye sorununun karmaşıklığını birbiriyle bağlantılı altı farklı vekâlet savaşının sürmesine bağlar.
Kerry, Obama Yönetimi’nin Suriye’deki karışık tablo nedeniyle güç kullanmasının zor olduğunu savunarak: “Biz savaşın vekâlet boyutuyla uğraşmaya çalışıyoruz ki, çok karmaşık. Suriye’de yaklaşık altı savaş var. Demek istediğim, Suudi Arabistan ve İran var. İsrail ve Hizbullah var. Kürt’e karşı Türk var. Kürt’e karşı Kürt var. Türk’e karşı, PKK, Kürt var. Kendi menfaatlerini, kendi İslami ve diğer menfaatlerini takip eden Türkiye var. Sünni-Şii karşıtlığı var. Esad’a karşı muhalif gruplar var. Mısır, Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri’ne karşı Suudi, Katarlı ve Türk arasındaki farklılıklar var. O yüzden bu aşırı derecede karmaşık bir vekaletçilik.”
Kerry'in isimlerini zikretmekten kaçındığı ABD, müttefikleri Fransa ve İngiltere ile karşıtı Rusya'yı da bu listeye eklersek, Suriye sorununun karmaşıklığı daha da iyi anlaşılır.
Suriye'de kalıcı adil barış ve demokratik inşanın gerçekleşmesi için farklı inisiyatiflerin hazırladıkları anayasa taslaklarında iki önemli sorunun çözüme kavuşturulmasında görüş birliği ortaya çıkıyor. Bunlar, mezheplerin ve ulusal kimliklerin kolektif haklarının teslim edilmesi ve Şam'ın bölgelere yetki ve güç devrinde bulunması. Yeni birleşik Suriye için özellikle BM’nin tartışmaya açtığı idari çözüm modeli federalizm ağırlıklı sürüyor. Fazla göze çarpmayan önemli bir vurgu ise, garantör devletlerin geçiş sürecinde anayasal uygulamaları denetleme hakkına sahip olmak istemeleri.
Irak deneyiminden yola çıkılarak düşünülen bu uygulama, özellikle Kürtler açısından hayati öneme sahip bir mekanizma. Eğer Irak’ta devletler veya uluslararası kurumlar garantör olsalardı ve anayasanın ihtilafında garantörler hakem rolü oynasaydılar, Kürdistan’dan koparılan toprakların geleceğini belirleyecek 140. Maddenin, yani referandumun Bağdat tarafından ihlali kolay veya hiç olmayabilirdi. İleride Suriye anayasasının uygulamasında benzer sorunların olması durumunda, bu mekanizmanın mağdur taraf açısından önemli bir sigorta işlevi göreceğini söyleyebiliriz.
Ankara, Tahran ve Şam federal idari sisteme direnç göstererek, bunu Suriye'nin parçalanması ve kendilerinin beka sorunu telakki etmektedirler. Özellikle Türkiye, Rojava Kürdistanı’nda işgal ettiği topraklarda demografik yapıyı değiştirip, kendi nüfuz alanı içinde Sünni İhvancı Türkiye kemeri oluşturarak, olası federal yapılanmanın önünü kesmeye çalışmaktadır. Bu eylem, Baas’ın 1973-76 yıllarında toprak reformu adı altında yaptığı “anti Kürt”, Arap Kemeri uygulamasının farklı bir versiyonudur.
Erdoğan iktidarının Kürt sorunundan kaynaklanan bu refleksi yanında, AKP'nin bölgede kendine biçtiği oyun kurucu, mezhepçi, yeni Osmanlıcılık rolünü de belirtmek gerekir. Türkiye, Suriye’deki Sünni İhvancı hareketleri kendi nüfuz alanında tutarak, İran’ın Irak’takine benzer pozisyonuna ulaşmaya çabalıyor. Bu hedefe ulaşmada uluslararası ve bölgesel aktörlerin Türkiye’ye yol verip vermeyeceği veya Türkiye’nin tek başına ne kadar yol alıp alamayacağını süreç içinde göreceğiz.
Erdoğan iktidarının öncelikli hedefi, Suriye’nin geleceğini belirleyecek platformlarda, mahkûmu olduğu kendi Kürt sorunu nedeniyle Kürtlerin elini zayıflatmaktır. Bu konuda tüm devlet kurumlarıyla siyasi, diplomatik ve askeri alanda manevra üzerine manevra yapmaktadır.
Kürtlerin temsili sorunu
Geçtiğimiz haftalarda Cenevre’de BM’nin Suriye Özel Temsilcisi Staffan de Mistura tarafından düzenlenen son tur görüşmelerde, ABD’nin Suriye savaşının sonlandırılması ve geçiş sürecine ilişkin kapsamlı bir çerçeve öneri sunduğu bilgisi basına sızdı. Esad’lı geçiş sürecine yeşil ışık yakan ABD, kurulacak anayasa komisyonunda Rojava Kürdistanı temsilcilerinin de bulunmasını istiyor. ABD, yeni anayasada cumhurbaşkanının yetkilerinin sınırlandırılması, bölgesel hükümet kurumlarının bağımsızlığını garanti edecek şekilde düzenlenmesi ve merkeziyetçi yapı yerine bölgelere yetki devri vurgusuna yer veriyor.
Rusya ise Kürt sorununun çözümüne bölgesel kültürel özerklik çerçevesinde yaklaşıyor ve Şam’a bu konuda adım atması için telkinde bulunuyor. Şam rejimi ile Suriye Demokratik Güçleri (SDG), -buna PYD,YPG demek daha doğru olur- arasında görüşmeler devam ediyor.
Geçtiğimiz şubat ayında Rusya’nın Astana’da sunduğu anayasa taslağında Kürtlere bölgesel kültürel özerklik maddesi açık bir şekilde yer aldı. Rusya’nın, Astana süreci ortakları Türkiye ve İran ile Suriye’de nihai amaçlarının tamamen örtüşmediğini Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov birçok kez dile getirdi. Ayrıca PYD, YPG’nin sahada ABD ile ortaklığı, Rusya’yı rahatsız eden ciddi bir sorun olma özelliğini sürdürüyor. Suriye’de rekabet içinde olan ABD ve Rusya’nın birçok konuda görüş ayrılıkları olmasına karşın, Kürtlerin sulh ve anayasa yazım sürecinde temsilleri ve ulusal demokratik haklarına kavuşmaları yönünde görüşlerinin kısmen örtüştüğünü söyleyebiliriz.
Bu açıdan Suriye sorununa siyasi çözüm platformlarının önemli başlıklardan biri de Kürtlerin temsili sorunudur. Türkiye’nin Suriye’deki varlığı ve mülteci kartı başta olmak üzere, masayı devirme ve süreci kilitleme tehdidi, uluslararası toplumun Kürtlerin temsili konusunda ısrarcı olmasını frenledi. Uluslararası toplumun Kürtlerin temsilinden kast ettiği, Türkiye’nin veto koyduğu PYD, YPG’dir. PKK ile olan bağından dolayı Türkiye’nin PYD,YPG, “terör” örgütüdür argümanı, uluslararası toplum tarafından kabul görmemektedir. Ayrıca sahada teröristlere karşı mücadelede koalisyon güçlerinin en etkili ve önemli ortaklarından bir YPG'dir.
Kürt’ün Kürt’le imtihanı
2013’de Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu’na (SMDGUK) katılan Suriye Kürtleri Ulusal Meclisi (ENKS) ise, başta Cenevre görüşmeleri ve Astana süreci olmak üzere siyasi “çözüm” odaklı platformlara SMDGUK’un bünyesinde iştirak etmektedir. Askeri varlığı ve siyasi faaliyetleri PYD, YPG tarafından anti demokratik şekilde engellenmeye çalışılan ENKS’nin sahada etkinliği PYD düzeyinde değildir. John Kerry’nin belirttiği gibi “Kürt’ün Kürt’le savaşı” kategorisi içindedirler. Kuşkusuz bu durum Kürtler açısından büyük bir zaaf ve sürdürebilirliği olmayan yaklaşımdır. Bu yaklaşımdan geri adım atması gereken de PYD’dir. Hayata geçirilmeyen Hewler ve Duhok Anlaşmaları sorunların çözümü, ortak duruş ve iş birliği açısından en makul zemindir.
Tüm bu zaaf ve olumsuzluklara rağmen PYD, YPG sahada önemli bir aktördür. Beğenilse de beğenilmese de ABD’den Rusya’ya uluslararası toplum, sahadaki realitenin masaya yansıması için PYD’nin siyasi süreçte yer almasını istemektedirler. Bunu diğer Kürdistanlı siyasal güçlerin de desteklemesi gerekir. Çünkü Kürtlerin masada temsilinin sadece ENKS ile sağlanamadığı ne kadar yalın bir gerçek ise, PYD ve YPG olmadan olamayacağı da o kadar yalın bir gerçektir.
Ayrıca, ENKS’nin SMDGUK’a katıldığı politik zemin ile bugünkü siyasi konjonktür arasında önemli farklılıklar mevcuttur. SMDGUK, kurulduğunda ABD, Fransa, İngiltere, Türkiye, Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar ve Ürdün başta olmak üzere 89 ülke tarafından “ılımlı muhalifler” diye tanınıp ve desteklendi.
Bugün SMDGUK Suriye muhalefeti olarak kabul görse bile, büyük oranda Türkiye ile Katar tarafından desteklemekte ve onların nüfuz alanındadırlar. Ayrıca SMDGUK içinde birçok grubun “ılımlı muhaliflikleri” de tartışmalıdır. ENKS’nin 2013’de SMDGUK’ye katılmasında dış faktörler yanında, iç faktörler açısından birinci derecede Güney Kürdistan Türkiye ilişkisi, ikinci derecede ise “çözüm süreci” ikliminin etkisini unutmamamız gerekir.
ENKS, Türkiye’nin Afrin işgalini SMDGUK içinde eleştirmektedir. Bundan dolayı SMDGUK ile yollarını ayırıp ayırmamayı, kendi bünyesinde tartıştığı da bilinmektedir. Türkiye’nin Afrin işgali yanında Güney Kürdistan bağımsızlık referandumu sonrası uygulamaya koyduğu siyasi, ekonomik ambargo ve abluka da göz önüne alındığında, ENKS’nin SMDGUK içinde kalmasının Kürtlere ve Kürdistan’a ne kadar siyasi ve diplomatik getirisi olduğu münakaşa konusudur. ENKS, SMDGUK içinde kalarak Türkiye’nin “biz Kürtlere karşı değiliz, terör örgütü PYD, YPG’ye karşıyız, bakın diğer Kürt gruplar Suriye Ulusal Muhalefeti içindeler” tezine doğrudan istemeyerek de olsa dolaylı destek olmaktadır.
Oysa ENKS içinde yer alan Kürdistan Demokrat Partisi - Suriye, 2011’de kurulan Suriye Ulusal Konseyi - SUK’a Türkiye'nin politik nüfuzu içinde olduğunu ileri sürerek katılmayı ret etmiştir. Türkiye’nin Kürtlerin statü kazanımlarına karşı hasmane tavrının teşhiri ve uluslararası arenada yalnız bırakılması açısından ENKS’nin SMDGUK’dan ayrılmasının zamanı gelip de geçmektedir.
Suriye’de savaşın siyasi çözüme evrildiği bu süreçte, Rojava Kürtlerinin masada ellerinin kuvvetlenmesi, “Kürt’ün Kürt’le savaşı”na son vermesi ve ortak duruş sergilemeleriyle başlar. Sahada elde edilen kazanımları korumak ve uluslararası toplumla uyumlu siyaset, ancak Şam, Ankara ve Tahran’a karşı kalkan olabilir. Tersi ise tarihi fırsatın elden kaçırılması ve heba edilmesidir.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.