İnsan, esaret içinde nefes alabilir mi? Duvarlardan yapılma binaların içinde mutluluğu aramak olağan mıdır? Görmüyorlar mı şu yeşil, diri tarlaları? Filizlenmek için can atan toprakları... Bakmazlar mı dağlardaki karların saflığına? Kardelen açmak için bir günü bekleyen beyaz örtülere... Hissetmezler mi bulutların dans edişini gökyüzünde? Mavinin içinde kendini gösteren bulutları... Varamazlar mı güneş saklandıkça kuşların apansız seyrine, gizemine? Heyecanla dolaşan kara kuşlara... Kuşlar gösteri peşinde dolandıkça kanları kımıldayan yok mudur buralarda?
Dünyadaki cenneti görmeyenler ana rahminde asılı kalmış olanlardır. Derken yukarıya baktım. Cennetimi görmeye... Gözlerimin önünde dizilen bulutların hikayelerine daldım. Önümde ağzını açmış ejderha mevcut. Sanki sönse alevleri, dünya yok olacak. Azametinde feragat edecek. Sanki güneş dolunaya devrettiğinde yerini; hüzünler, kederler, acılar fışkıracak arşa.
Meryem'i gördüm! İsa'yı göğe kaldırmış, gülümseyen Meryem'i. Endişeyi kafasından atan, korkuyu cesaret ile yok eden Meryem’i. Meryem’i gördüm! Güçlü ve kuvvetli yüreğiyle... Gün geceye döndükçe un ufak olan Meryem’i gördüm. İsa’nın ana rahminden çıktıktan sonra ki ağlayışını işittim! Kendinden emin ve kendini bilen İsa’yı.
İki satır sonra Yakup'u gördüm! Ellerini kocaman açan ve kendi asaletini gösteren Yakup'u! Canını acıtan çaresizliği gördüm! En yüce sabrını gördüm. Kör olmuş gözlerinden, ağarmış saçlarından, beli bükülmüş vücudundan endişe etmeyen Yakup’u! Kuyuların içinden Yusuf’unu bekleyen Yakup'u gördüm! Gözyaşlarını, haykırışlarını, özlemini gördüm!
Sonra yine kaldırdım başımı. Bir yığın kuşlar geçti gözlerimin önünden. Nispet yapar gibi kanatlarını çırpan kuşlar! Hava ile sevişir gibi uçan kuşlar! Bir at gördüm sonra. Nallarını havaya dikmiş arsız ve asi bir at! Başını önüne gömecek kadar kızgın... Kendinden geçmiş kadar kuvvetli... “Güçsüz olduğunu düşünme! Kendini bil, kendini tanı ve kendinin farkına var!” der gibiydi bu bulut atı!
Kulağımda çalan tınılar eşliğinde yine kaldırdım sancılı başımı ve diktim gözlerimi yine yeniden!.. Sarı güneş yok olmaya niyetli... Uçurumun başında durakalan cılız “Küçük Prens”in ardına saklanmış, korkak bir şekilde görevine son vermeyi amaçlayan sönük bir güneş... Sonra aniden kanatları kocaman olan bir melek gördüm! Tüm evrene kucak açar misali, anaç bir melek!
Ve yine başımı kaldırdığımda arşa; sadece tutkuyu aradım! Arzunun, hazzın gece ile ortaya çıkacağını bilerek... Aradı gözlerim. Aradı ruhum. Aradı benliğim. Mucize bu olsa gerek ya; yeniden kaldırdım yoğunlaşmış beynimi göğe. Geceyi beklemeden uçan telaşlı spermleri gördüm! Ben gibi.. Sen gibi.. Biz gibi.. Bir tohum olmaya hazır spermler... Yani insan olmayı dileyen ufak beyaz hücreleri gördüm! Tutunmaktan aciz, yere düşmekten korkan beyaz solungaç misali spermleri gördüm!
Ve sonra...
Gün bitti, ben bittim.
Geriye kalan; gördüklerim!
Geriye kalan; görmek istediklerim!
Geriye kalan; serin rüzgar!
Geriye kalan; titreyen bacaklarım!
Geriye kalan; uyuşukluğum!
Geriye kalan; sonsuzluğum!
Uzaklarda yasaklı naif düşleriyle kırılgan hayal dünyalarımıza nakş eden Şilan'ın kaleminden...
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.