Kuzey Kürdistan silahlı hareketin liderleri, Kürd toplumun ihtiyaç ve beklentilerini imkânsıza enerji harcama siyasetine dönüştürmesi bir çıkmazdır. 40 yıllık örgüt yöneticileri Mustafa Karasu, Abdullah Öcalan'ın sözcüsü sıfatıyla devlet ve bağımsızlık hedeflerinin olmadığını her fırsatta açıklaması miadını doldurmuş bir siyasi açmaz olarak kabul ediliyor. Çünkü Birden çok devletin direkt işgali altında olan ve ulusal bağımsızlığa şiddetle ihtiyaç duyan, keza yakın tarih bakımında yüz yıldır isyan eden, jenosidlerden geçirilen Kürd milletin milli demokratik devrimi, devlet hedefi tanınmaz hale getiriliyor.
Mustafa Karasu’da dahil, dost düşman herkes biliyor ki, Kürdler bağımsız devletini kurmak için mücadele ediyor. Tersini savunmak Kürd ulusun kendi geleceğini istediği biçimde belirleme iradesine müdahaledir. İlhak edilmiş sömürge kürd toplumun temel çelişkisini, baş çelişkisini günü birlik Sünni söylemlerle sıradanlaştırmak işgal altında kurtulmaya hizmet etmiyor. Mustafa arkadaş, Kürd toplum çelişkisini, egemenleriyle antagonist bir pozisyonda olmayan ve sınıf mücadelesi bazında dibe vurmuş ezen ulus çelişkisinin yedeğine düşürme çabası, yanıbaşında direnerek şahadete giden Mazlum Doğan, Kemal Pir, M. Hayri Durmuş'ların milli bağımsızlık felsefesine aykırıdır, onbinlerce ulusalcı devrimci direnişçinin anısını hiçe saymadır.
Bu siyaset tarzı Kürdleri Ankara'nın ayak işlerine koşturmaktan başka bir yolun olmadığına inandırma politikasıdır. Siyaset, her türlü melaneti savunma, ölümler pahasına yaşanan ve hiçbir getirisi olmayan eylemlikleri başarı havasında sunmak değildir. Kürd toplumun meşru talepleri üzerinde yürütülen mücadele, liderin defolarını düzeltmek ve siyasi sefaletin devamını sağlamak için hiç değildir. Halkın maddi, manevi değerleri üzerinde elde edilen örgütün türlü basın, yayın, teknik araçları, toplumun temel hedefleriyle örtüşmeyenlerin bir propaganda malzemesi haline getirilmiş.
Örgüt yöneticilerin, açlık grevleri, ölüm oruçlarını ve intihar gibi fiziki imhaya dayalı kaba eylem biçimlerini kırılmadan başka bir sonuç getirmemesine rağmen Kürd kitlesi üzerinde defalarca denemesi modası geçmiş eski politik eğilimlerle yeniye müdahale çıkmazı oluyor. Kürd milli davasını onun bunun basamağı haline getirmek, Türkiye’ye demokrasi mantığı adı altında insanları ölüme yollamak doğru, devrimci bir siyaset değildir. Ağır bir asimilasyon, kırılma ve statsüzlükle yüzyüze bırakılmış bu halkın en temel dinamik güçlerini kendine düğümlemiş, kendini ise düşmanın imkân tanımasına bağlamış bir liderlik, potansiyel olarak kendini tekrarlama ve manipüle edilme tehlikesine fazlasıyla gebedir.
Kürdler söz konusu olunca kanun, yasa, hukuk tanımayan Türk devletin, açlık grevi, ölüm oruçlarıyla imana geleceği iyimserliği yaşanan katliam, yıkım ve travmaları anlamamaktır. Bu öngörüsüzlük ve düşmanı küçümseme mantığı, Kürdistan'ı, Türk egemen ulusun gelir kaynağı, yerleşim alanı, askeri deposu haline getirdi. Egemen ulusun bütün partileri, şoven kurumları Kürdlere karşı tek cephede birleşti. Fakat örgüt yönetimi, Kürdleri öldürmeye endeksli Türk devlet politikasını boşa çıkarmanın en temel argümanı olan ulusal birlik yoluna girmedi. Oysa Kürdistan siyasi hareketleri bu milli zemin üzerinde inşa oldu, doğal olarak başarıyı da bu varlık nedenleri üzerinde aramalıdır.
Önderlik ahlakı, siyasi sorumluluk bunu gerektirir, insanları düşmana öldürterek liderliğini rektifiye etmek değildir. Birçok cezaevlerinde ölümle sonuçlanan açlık ve ölüm oruçlarıyla ailelere ağır travmalar yaşatıldı. Hiçbir siyasi hedefi ve kazanımı olmayan bu tip eylemlerle genç bedenler ölüme yatırıldı. Medya Çınar, Ayten Beçet, Zehra Sağlam Zülküf Gezen, Mahsum Pamay, Yonca Akıcı, Sıraç Yüksek, Uğur Şakar, vb. Arkadaşların yaşamını feda etmeleri, ailelerine ağır bir travmadan başka neye yaradı ?
Bu ölümlerle birlikte iki binden fazla insanın aylarca açlık grevine yatırılması insan hayatını hiçe saymadır. Cezaevlerindeki baskı koşulların dünden farklı olarak çok değişmediği ve birinci gündem maddesi haline gelen Belediye seçimlerin yoğun tartışıldığı bir ortamda iç ve dış kamuoyunda esamesi okunmayan açlık grevlerin ölüm ve sakatlanmalarla sonuçlandırılması nasıl bir kazanım oluyor?
Açlık grevlerine katılan ve sonuna kadar sürdüren biri olarak biliyorum ki, tutsaklık koşulların ağır baskı altına alınmasıyla zorunlu düşünülen en son siyasi savunma eylemleridir. Örgütün dışarda hertürlü teknik, basın yayın, eylem ve protesto imkânına sahip olmasına rağmen hiçbirini doğru dürüst değerlendirmeyen ve bu beceriksizliğini eli kolu bağlı tutsakların ölümü üzerinde sürdürmesini doğru bulmuyorum. Görünen o ki yaşanan bunca tecrübelerden ya hiç ders alınmıyor, yada insan yaşamı feda edilmeden siyaset yapılamıyor. Zira yaşananlarda ders çıkarılsaydı cezaevlerindeki özgürlük mahkumları seçimlerin gölgesinde açlık grevleriyle ölümlere yatırılmazdı.
Dolayısıyla dışarda öldürülemeyenlerin cezaevinde öldürülmesi niyet ne olursa olsun Kürdistan ulusal bağımsızlık davasına zarar vermiştir. Bir suç örgütüne dönüşmüş Türk devlet rejimi, eline geçen katliam fırsatını şehirleri harabeye çevirerek gerçekleştiriyor. Üç ay içinde binlerce savunmasız insan bütün dünyanın gözleri önünde katledildi. Evler, ocaklar şehirler yıkıldı. Etnik bir kırılma yaşandı. Türk cumhurbaşkanı R. T. Erdoğan, Saddam'dan neyim eksik ruh haliyle işgali sınırlar ötesine taşıdı. Sözüm ona ''muhalefet'' ve Türkiye halkları bu vahşeti sessizlik içinde izledi. Bu şoven pozisyon cezaevlerinde yaşanan açlık ve ölüm orucunda da tekrarlandı.
O nedenle Kürd toplumu, kendi ulusal hakları söz konusu olunca yaşanan bu manidar sessizliği ve sosyal şovenliği dikkate almak zorundadır. Ayrıca cezaevlerinde yaşanan açlık grevlerin ölüm orucuna dönüştürülmesi için çok ciddi baskı ve işkencelerin, güvenlik risklerin ve siyasi nedenlerin olması gerekiyordu. Dört duvar arasında eli, kolu bağlı insanları, çok mecbur kalmadıkça en aktif eylem biçimi olan ölüm orucuna yöneltmek ama dışarda çok sırada protestolarla ölümlerini beklemek gerçekten düşündürücüdür.
Zaten yaşanan açlık grevi direnişlerin, ölüm oruçların şaibeli Belediye seçimlerin gölgesinde boğuntuya getirilmesi sorumlu bir siyasi aklın eseri değildir. Uluslararası insan hakları kuruluşları, Birleşmiş Milletler- BM ve AB gibi dünya kamuoyu bu duruma ilgisiz kaldı. Dolayısıyla yapılacak en doğru yöntem açlık grevlerin hiçbir ölüm yaşanmadan bitirilmesiydi. Fakat öyle olmadı. Beklentiler boşa çıkarıldı. Örgütün hesapsız siyasi kararları, hendek tuzağı gibi Türk terör devletin öldürmeye endeksli savaş politikasını boşa düşürmedi.
Özcesi Türk devletin, Kürd saplantısı savaş politikası karşıtını da olumsuz etkileyerek kötü bir alışkanlığa sürükleme tehlikesine dikkat edilmedi. Siyaset salt insan bedeni, fedai eylemleri üzerinde yürütülemez. Ulusal kurtuluş mücadelesi, gerekli teknikle birlikte bütün katman ve dinamikleriyle düşman işgalini kırmayı hedefleyen bir toplumsal hazırlık ve siyasi donanımla yürütülür. Şimdi sen Kürd ulusal bağımsızlık felsefesinde siyasi sebatı göstermezsen, ikide bir ''biz devlet istemeyiz, verseniz de almayız'' gibi akla ziyan absürt açıklamalar yaparsan inandırıcı olamazsın.
Açlık grevinde ölenler, sakat kalanlar, yaralananlar, haps edilenler, toplumsal olarak ağır bedel ödeyen bu halk ne için mücadele ediyor? ''Son kırk yılda elli binden fazla insan öldürüldü'' diyorsun, bunlar ne için öldürüldüler? ''Kürdistan'da partileştik Ortadoğu’da ordulaştık Avrupa'da devletleşeceğiz'' asaleti ne oldu da sefalete evrildi? Bütün eleştirilere gözlerinizi, kulağınızı, aklınızı kapatmanız korkunç kırılmalara, ayrışmalara ve ağır sonuçlara sebep oldu. Türk yöneticileri gibi bize aptal muamelesi yapmayın artık.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.