Bilindiği gibi Osmanlı İmparatorluğunun yıkılmasından sonra, savaşın galibi iki emperyal devlet (İngilizler ve Fransızlar) İttihat ve Terakki'nin bir devamı olan, Mustafa Kemal'in başını çektiği ve daha önce Osmanlıda askeri-sivil bürokraside görev almış kişilerin içinde yer aldığı cemiyet-örgüt kurmuşlardı (Müdafi- Hukuk, Misakı-Milli) Kurulması planlanan bu devletin nasıl bir devlet olacağı, ilkeleri ve politikasının ne olacağı konusunu, Lozan'da görüşmelere katılan cemiyet temsilcilerine dayatılan istekler kabul edilerek uluslararası meşruiyeti kabul edilmişti. Adına da "Türkiye Cumhuriyeti" konmuştu. Bu cumhuriyet aşırı milliyetçi, otoriter ve inkârcı bir yol izledi. Binlerce yıl bu toraklarda yaşamış, medeniyetler kurmuş Kürt, Laz, Rum, Ermeni ve diğer Müslüman azınlık haklarını bir çırpıda yok saymış, bu duruma karşı çıkanlar, toplu katliamlara uğratılmıştı.
Bu otoriter ve inkârcı rejim, 100. yılına girmek üzere. 2002 yılında seçimle iktidara gelen ve Neo-Osmanlıcı bir politika izleyen AKP ve resmi olmayan fiili ortağı Fetullahçı tarikat koalisyonu, laik -Ulusalcı beyaz Türk azınlığın baskı ve diktatörlükle yaşattığı kurumsal iktidarını sallamaya başladı. Fetullahçı tarikat ile "öküz öldü ortaklık bozuldu" misali rant ve iktidarın paylaşımında çıkan anlaşmazlık sonucu birbiriyle düşmanlaşınca, Erdoğan daha önce siyasal savaş halinde olduğu devletin derini olan Neo-İttihatçılarla -kamuoyunda "Ergenekon" olarak bilinen- anlaşarak "Tür-İslam sentezi" temelinde otokrat bir rejim üzerinde anlaştılar. 1. cumhuriyette de Otokrat rejimde (2002-2011 hariç) demokrasinin ve özgürlüklerin ruhuna fatiha okudular. Bütün sorun ve çıkan yaygaralar, tekçi ve otoriter cumhuriyetin yüz yıllık süreçte, oluşturulmaya çalıştığı laik yaşam tarzının, muhafazakâr yaşam tarzı tarafından tehdit edilmesi sorunu olarak devam etti. Derler ya "gün ola, devran döne" Ceberut devletin 80 yıl boyunca baskı altına alınan ve horlanan muhafazakâr-dindar çoğunluğun "kısasa kısas" rövanşist bir intikamı şeklinde tezahür etti. Bu ezeli bir rekabetti. Laik- Ulusalcı kesim ile muhafazakâr-Milliyetçi-Dindar kesimin iktidar ve rant kavgasıdır. Her iki kesimde hakları gasp edilmiş Türklük dışındaki halkların ulusal ve demokratik haklarının iade edilmesinde, demokrasi talebinde bulunan Türk mağdurlarının ülkenin gerçek anlamda demokratik bir yapıya kavuşma konusunda iki kesim de hayli uzak duruyor. Bu haksız ve kirli rant kavgasında mücadelede mağdurlar için bir fırsat doğmuştur. Tüm kesimler için "kader anı" denilen seçimler yaklaştıkça, otokrat rejim, iktidarı kaybetmemek için meşru olmayan her yolu deneyeceğinin de işaretini vermiş oldu. Güçlü rakiplerinden biri kabul edilen İstanbul Büyükşehir Belediye başkanı Ekrem İmamoğlu'na karşı ileri sürülen suç isnadı, herkesin gülmekten yere yatacağı son derece komik bir gerekçedir. "Kamu görevlisine hakaret" iddiasıyla ceza ve siyasetten men kararının verilmesi hukuku bir daha katletmektir. Oysa otokrat rejimin başı Erdoğan ve ortağı Bahçeli'nin konuşmalarında herkesin dudaklarını uçuklatan en ağır hakaret ve küfürleri rakiplerine edildiği hala hafızalardadır.
Peki bu iki anti-demokratik güç odağı arasındaki iktidar ve rant savaşında mağdurlar ne yapmalı? Bu soruya verilecek somut bir cevap şu an yok. Teorik ve soyut bir karşılığı var. Çünkü, hali hazırda bu mağdurların demokratik teamüllere dayalı örgütlü ve dinamik reel karşılığı yok. Çünkü rejim mağdurları, gasp edilmiş hakları konusunda donanımlı bir siyasal bilinçte değiller. Bu mağdurların en büyük örgütlü kitlesini de Kürtler oluşturuyor. Kürtlerin de en büyük talihsizliği ve handikabı, ulusal hak talepleriyle, arzu ve istekleriyle hiç uyuşmayan çağdışı kalmış soğuk savaş eseri totaliter bir örgüt olan PKK' nin vesayetinde olmasıdır (şimdilik). Türkiye’nin geri kalan mağdurları, aş, iş güvencesi, demokrasi ve özgürlük talepleridir. Kürtlerin ulusal hak talepleri ile diğer mağdurların demokrasi, hak, hukuk ve özgürlük talepleri çakışıyor. O halde mağdurların, hayati önemdeki bu seçimde duygularıyla, siyasal bakışlarıyla değil, gerçeklere ve geleceklerini düşünerek karar vermelidirler. Kürtlerin eline çok muazzam fırsatlar geçmiş durumda. Belediye seçimlerinde olduğu gibi, bu seçimin anahtarı yine Kürtlerin elindedir. Benim bir önerim var. Mevcut adaylar arasında bu şartlarda desteklenmesi gereken Cumhurbaşkanı adayı Ali Babacan'dır. Diğer adayların hiçbiri bu sorunların çözümü için adım atacak ne niyetleri var nede o zihniyetteler. Ali Babacan geçiş sürecinin mevcutlar içinde en uygun aday olarak görünüyor. Özellikle Kürtler bunu çok iyi düşünmeli.
Gencettin Öner
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.