Otoriter ve tekçi Cumhuriyetin mağdur ettiği, aidiyetlerini yok saydığı toplumsal kesimlerin ulusal ve demokratik hak taleplerini her gündeme getirdiklerinde gerek devleti yönetenler gerek Türk toplum kesiminin büyük çoğunluğu (ulusalcı-milliyetçi ve ırkçı kesim) yukarıdaki başlıklar tırnak içine aldığımız tehdit ve nefret dolu metafor söylemleri bozuk plak gibi tekrarlayıp dururlar. Bu somut gerçekliği dillendirmekte ısrar edenlere karşı kırmızı görmüş İspanyol boğaları gibi saldırdıkları sır değildir. Bu ceberut ve inkârcı devletin yüz yıllık kuruluş sürecinde, sayısız dram ve trajedilerin yaşandığı hakikat ile yüzleşmeleri gerekirken, Yavuz hırsız misali ev sahibini bastırma yoluna giderler. Temel insani hakları gasp ediliş kesimlere karşı sarfedilen bu tehdit dolu metafor sözlerle onları susturmaya çalışırlar. Bu traji-komik durumlar üzerinde biraz zihin jimnastiği yapalım.
Binlerce yıldan beri bu toprakların otokton kadim halkların (Kürtler, Lazlar, Ermeniler, Rumlar, Süryani-Keldani'ler) ulusal varlıkları yok sayılmış katliam, sürgün ve tehcirlere uğramış kesimlerin hak taleplerini dillendirdiklerinde, gözleri nefret ve kinle dolmuş bir saldırganlıkla “Kimseye verilecek bir avuç toprağımız, bir çakıl taşımız yoktur" der akabinde de “Ya sev ya terk et!" tehdidini savururlar. Peki bu nefret ve kin dolu söylemlerin ardında yatan gerçeklik sizce ne olabilir? Ağızlara pelesenk olmuş ve son derece hastalıklı olan bu duruma psikiyatri literatüründe “Şizofrenik Psikoz" denir. Psikoz, gerçekte olmayan, yaşanmayan bir şeyi olmuş ve yaşanmış gibi görme ve yansıtma hastalığıdır. Şizofrenik Psikozu tedavi etmenin çok çok zor olduğu biliniyor. Bu ülkenin geçmiş tarihsel gerçeğini bilmeyenler de sanırlar ki, hak talebinde bulunanlar başka diyarlardan tank, top ve tüfek kuşanarak bu ülkeyi işgal etmiş zorba yabancılar sanır. Dolayısıyla “vermeyiz, etmeyiz” diye bağıranları da ülkelerini ve topraklarını ölümüne savunan "vatansever kahramanlar" sanır. Psikoz hastalığı insanlara işte böyle halüsinasyonlar gördürür. Oysa gerçeklerin böyle olmadığını hepimiz biliyoruz. Hep tekrarlayıp durdukları "Kimseye verilecek bir çakıl taşımız yok" veya "ya sev ya terk et!" metafor psikozu, yüz yıldan beri inkârcı ve ırkçı sistemin Türk toplumuna aşıladığı irrasyonel resmî Tarih bilgisidir.
Eğer bu topraklar üzerinde gerçek anlamda bir işgalci aranmak isteniyorsa, bu sözlerin sahiplerinin öncelikli olarak aynaya bakmaları ve kendilerini sorgulamaları gerekir. 1071 yılında, Ortaasya bozkırlarında kabile hayatı yaşayan Oğuz boyu Türklerin, gözlerini verimli ve sulak arazilere dikerek, bu toprakları işgal yoluyla kendilerine yurt edinmek amacıyla yukarı Mezopotamya ya (Kürdistan) ve Anadolu'ya doğru işgal akınları başlatmışlardı. Alparslan'ın komutasındaki bu işgalciler, Malazgirt kapılarına dayandıklarında, üzerine bastıkları bu toprakların bir kısmı Ermeni yerleşim yerleriydi. Daha batıda ise, başkenti Meyafarqin (Silvan) olan Mervani Kürt devletinin hakimiyeti altındaydı (990-1085) 1071 de bu devletin başında da Sultan Nasıruldewle vardı. Tarafsız tarihçilerin yazdıklarına göre Alpaslan, Nasıruldewle'ye elçi göndererek, Kendilerinin de Müslüman olduğunu, Doğu Roma (Bizans) hakimiyetine karşı birlikte savaşarak bir İslam imparatorluğu kurmak istediklerini söyler. Bazı tarihçilerin yazdıklarına göre 70 bin, kimilerine göre de 40 bin savaşçıyı Alpaslan'ın komutasına verir (İyi mi yaptı, kötü mü yaptı tartışması ayrı bir yazı konusudur. Şu bir gerçektir ki, tıpkı Selahaddin-ê Eyyubi den, Botan Miri Bedirxan'a ve günümüze kadar olan dönemin Kürt toplum liderlerinin siyasi öngörüsüzlük ve yetmezlikleri nedeniyle hep kandırılmış ve ihanete uğramış olmaları konusu, yine ayrı bir yazı konusudur)
Emrivakilerle ve zorbalıklarla binlerce yıldan beri bu topraklarda yaşamış, medeniyetler kurmuş milletlerin ve azınlık halkların varlıkları dahi yok sayılarak cezai müeyyidelerle ve katliamlarla susturulmaya çalışılmıştır. Mağdur rolüne soyunarak "Bütün dünya bize düşman" "Türkün, Türkten başka dostu yok" derler. Kürtlerin ve diğer mağdur edilmiş halkların gasp edilmiş ulusal haklarına kavuşmak için yapmış oldukları her direniş ve eleştirileri boşa çıkarmak için metaforlar geliştirmişlerdir. Azılı şoven ve ırkçı partinin icadı olan “Ya sev ya terk et!" meşhur metafor sözlerle karşılık verirler. Bu koca bir riyakarlıktır. Bu devletin kuruluş paradigması tekçilik, inkarcılık ve aşırı milliyetçi bir temel üzerinde inşa edildiği konusu herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Haklarının iade edilmesini isteyen kesimlerin sanki ülkelerini sevmiyorlarmış gibi göstermek de büyük bir bühtandır. Kürtler, herkes gibi kendi ülkelerini elbette çok seviyorlar. Onların sevmedikleri ve karşı çıktıkları şey, binlerce yıldan beri üzerinde yaşadıkları topraklarda dillerinin ve kimliklerinin yok sayılması ve inkâr edilmesidir. Kürtlerin sıradan Türk halkıyla alıp vermedikleri bir şeyleri yoktur. Tek istedikleri, atalarının binlerce yıldan beri üzerinde yaşadıkları topraklarda herkes gibi özgürce ve onurluca bir yaşam sürmektir. Kendi ata topraklarında kendileri gibi (Kürt olarak) yaşamaktır. Kürtler, Türklerle ulusal eşitlik temelinde ortak bir vatanda birlikte yaşamaya da hiçbir itirazları yoktur. Onun için "ya sev ya terk et!" ifadesinin muhatabı elbette Kürtler olamaz. Bu ayrıştırıcı ve nefret dolu ifadeleri kullananların öncelikle düşünmesi gereken bir durumdur. Egemenliğin ortaklaşa paylaşıldığı demokratik ortak bir vatanda Kürtlerle yaşamayı istemeyenler, arzu ederlerse atalarının topraklarına dönebilirler. Bu elbette kendi tercihleridir. Onun için yüzyıldan beri bu topraklarda akan kanın ve gözyaşının "bir daha yaşanmamak üzere" bitmesi isteniyorsa, şu an büyük bir fırsat doğmuştur. Değişik siyasi yelpazedeki Türk siyasal partilerinin 6 lı masa etrafında asgari müştereklerde iş birliği yapmaları hayati bir konu aynı zamanda tarihsel büyük bir sorumluluktur. İdeolojik tekçilik ve ırkçı milliyetçilikten arınmış demokratik bir anayasa taslağı üzerinde anlaşıp kamuoyuna sunabilirler. Kürtlerin ezici çoğunluğu bu taslağa destek verir. Aksi taktirde eski tas, eski hamam olur.
Gencettin Öner
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.