Ekonomik, sosyal ve siyasal sıkıntıların had safhaya ulaştığı bir süreçte, ülke insanların büyük çoğunluğu, birkaç ay sonra uzunca bir süre kaderlerini belirleyecek otokrat rejimin kurumsallaşmasını oylayacak kritik bir sürece girmiş durumda. Çoğu insan bu işin ciddiyetinin ve vahametinin farkında değil. İnsanlık, özgürlük ve erdemli bir yaşam için binlerce yıldan beri çok ağır bedeller ödeyerek bu günkü aşamaya gelmiştir. Toplum, bu değerlerin kısmen bahşedildiği mevcut kırıntıların da ellerinden alınacağı konusunda bir o kadar aymaz ve gerçeklikten uzak bir zihin karışıklığı içinde kaderine razı durumda. 2023\'te yüzüncü yılını dolduracak olan 1. Cumhuriyetin kuruluş paradigması, otoriter, tekçi, inkârcı ve ceberut bir temel üzerinde kuruldu. Vatandaşın bu temel insani haklarını önemsemeyen, bütün enerji ve refleksini otoriter ve ceberut devletin bekası için harcayan, yönettiği toplumu tebaa olarak gören ırkçı bir anlayışa sahipti. Hala da öyle. 100. yılını doldurmaya ramak kalmış bu devletin varlık sebebi asker ve polisin zorba gücüydü. Bu otoriter rejimin çelikten kalelerinde 2002 yılı itibariyle küçük atışlarla delikler açarak, 20 yıllık iktidarlarının ilk on yılında önemli ve olumlu işler de başaran AKP ve Lideri Recep Tayyip Erdoğan, Avrupa birliği uyum yasalarının bazı maddelerinin iç hukukta emsal alınması, farklı inanç ve etnisitelere kendi dilleri ve kültürlerini geliştirme yolunun açılması, devlet ihalelerinde şeffaflığın esas alınması-ilk başlarda- gibi çok önemli konulara imza atmıştı. Birlikte yürüdükleri ve kendisine iktidar olma yolunu açan, yol arkadaşlığı yaptığı Gülenci Sünni tarikat ile süreç içinde iktidar ve rant kavgasına girerek deyim yerindeyse \"öküz öldü, ortaklık bozuldu\" misali bu kadim dostlukları ölümcül bir düşmanlığa evirilmişti.
Erdoğan, devletin önemli kurumlarına yerleşen bu organize siyasal tarikat ile girdiği mücadeleyi -savaşı- kazanmak için, daha önceleri savunduğu ya da savunmuş gibi göründüğü demokrasi ve özgürlük fikriden 180 derece çark ederek, rotasını ülkenin en bağnaz, en gerici ve en ırkçı partisi MHP ile resmi olmayan koalisyona girerek iktidarı onunla paylaştı. Hatta her istediği yerine getirilen iktidar partisi oldu. Erdoğan, siyasal temsilcisi olduğunu iddia ettiği muhafazakâr ve dindar kesimi de yıllarca ezmiş, aşağılamış bu otoriter yapıyı ayakta tutanlarla yol arkadaşlığı yapmaya başladı. Aşırı milliyetçi ve ırkçı parti ile kamuoyunda \"derin devlet\" olarak bilinen rejimin derin örgütü Ergenekon ile anlaşarak, otoriter 1. cumhuriyetten daha baskıcı daha hukuk tanımaz otokrat bir rejim üzerinde anlaşmış, bu yolda da hızla ilerlemeye devam ediyor.
Erdoğan, inkârcılık ve otoriterlik temeli üzerinde kurulmuş eski cumhuriyetin uygulamalarını destekleyenlerin safına geçmeye mecbur ve mahkûm olmuş durumda. Otoriter ceberut devletin kendi vatandaşlarına reva gördüğü dudak uçuklatan zorbalık ve katliamlarla süreç içinde kirlenmiş, yıpranmış ve çürümeye yüz tutmuştur. Bu rejim, Anadolu\'nun Türk ve Müslüman olmayan halklarını Türklerle düşmanlaştırarak etnik nefret tohumlarını bu topraklara serpmişti. Bu düşmanlık algısını Türk kesiminin zihnine nakışlayarak, ülkede yaşayan farklı topluluk ve halkların birbirini boğazlaşacakları bir mecraya doğru sürüklenmesine de neden olmuş, nefret ikliminin devamına ivme kazandırmıştır. Bütün bunları anlayabilmek için, acılarla ve trajedilerle geçmiş gerçek tarihle yüzleşmeden, olayları objektif olarak bilince çıkarmadan, yazının başlığındaki soruya doğru ve somut cevaplar vermek mümkün olmaz.
Bilindiği gibi, üç kıtaya yayılarak onlarca halka zulmederek hükmetmiş Osmanlı imparatorluğu 1. Dünya savaşında müttefikleri devletler olan Almanya ve Avusturya-Macaristan imparatorluğu ile birlikte yenilmişti. Savaş sonrası İmparatorluk yıkılmış, Anadolu ve Trakya dışında kalan bütün toprakları kaybetmişti. İmparatorluğun merkezi coğrafyasında, Daha önce Avrupa\'da eğitim görmüş, Osmanlının askeri ve sivil bürokrasisinde görev almış aşırı Türk milliyetçisi kesim İttihat ve Terakki cemiyet üyeleri- ki bunların içinde Mustafa Kemal ve arkadaşları da var- örgütlenerek önemli bir güç haline gelmişti. Oysa o dönemde, Anadolu\'nun demografik yapısı, çok dilli, çok kültürlü ve çok dinli heterojen bir yapıya sahipti. Biyolojik olarak Türk olan kesim yüzde 20’yi geçmiyordu. Anadolu\'nun otokton halkları; Kürtler, Ermeniler, Süryani-Keldaniler, Rumlar ve Lazlardı. Kafkaslardan göçlerle gelen Çerkesler, Gürcüler, Çeçenler; Balkanlardan gelen Boşnaklar, Arnavutlar ve Pomaklar ile, Arabistan\'da yeni bir din şeklinde ortaya çıkıp palazlanan İslam\'ın Ömer\'in halifeliği döneminde 639-643 yılları arasında yukarı Mezopotamya\'ya yapılan fetih saldırılarıyla Diyarbakır başta olmak üzere bir kısım toprakları işgal etmişlerdi. İşgal sonrası bir kısım Arap kabilelerini bu topraklara yerleştirdiler. 1. Dünya savaşının galibi iki emperyal devlet İngiltere ve Fransa, Mustafa Kemal\'in önderlik ettiği ve adına Kuva-i Milliye dedikleri örgüt ile anlaşarak Lozan\'da kurulacak devletin meşruiyetini onaylamışlardı. Mustafa Kemal\'in liderliğinde kurulan bu devlet, Anadolu\'nun çok kültürlü, çok etnisiteli ve çok inançsal realitesini bir kalemde silip yok sayarak, Türk etnik temelli ve Sünni İslam\'a dayalı otoriter ve baskıcı bir devlet kurdu.
İşte ne olduysa bundan sonra başladı. Halbuki imparatorluk döneminde Anadolu toprakları üzerinde yaşayan halklar ve azınlıklar, kendi dillerini, inançlarını ve kültürlerini serbestçe geliştirip yaşatıyorlardı. Müslümanlar Medreselerde, gayri Müslimler okullarda ve dini mekanlarda kendi dilleriyle eğitim görürlerdi. Lozan\'da Gayrimüslimlerin etnik ve inançsal kimlik hakları kabul edilmiş, ama Müslüman halkların ve toplulukların varlıkları inkâr edilmiş, bu halklar yeni kurulan aşırı Türk milliyetçisi etnik devletin zoraki baskısıyla onları Türklüğe asimile etmenin yollarını aradı. Bu duruma itiraz edenler, kamu haklarından mahrum bırakılmak, hapis ve para cezalarıyla cezalandırıldı. Alevileri de Sünni İslam\'a devşirmek için devletin bütün imkanları seferber edildi. Mustafa Kemal, kurmuş olduğu devletin laik bir devlet olduğunu ilan etmiş, fakat laik devlet anlayışına temelde aykırı bir duruma da imza atarak 1924 yılında Sünni İslam içtihatlarına dayalı Diyanet işleri başkanlığını kurdurarak, bu yapıyı devletin temel bir kurumuna dönüştürdü. Otoriter etnik devlet, bu topraklarda yüz yıllık süreçte ortaya çıkan trajedi ve dramların yolunu böylece açmış oldu. Lazlar ile Kafkas ve Balkanlardan gelen göçmen azınlıklar, cumhuriyetin bu tekçi ve inkârcı ideolojisine çok ciddi itirazları olmadı. Zoraki Türkleşmeyi kabullenip sineye çektiler. Kürtler bu oldu-bittilere ve emri vakilere itiraz ederek tepki göstermiş, süreç içinde başkaldırmışlardı. 1921 de Koçgiri, 1925\'te Şeyh Said, 1930 da Ağrı-Zilan 1937-38 yılında Dersimde Kürt-Alevi başkaldırısı olmuş, bu başkaldırılar kimyasal silahlar devreye sokularak çocuk kadın demeden on binlerce insan katledilmişti.
Cumhuriyet rejiminin Türklük temelindeki milliyetçi paradigması, \"Makbul vatandaş\" kategorisine aldığı kesimleri -kendilerini kültürel olarak \"Türk\" gören kesimlere Kürtlere, Ermeni ve Rumlara karşı nefrete varan bir önyargıyı aşıladı. Eğitimde, askerlikte, adliyede, hapishanelerde, üniversitelerde, cami ve pazarlarda ırkçı ant ve marşlarla Türk toplum vicdanı adeta dumura uğratıldı. Onun için eğitimi, mesleği ve sınıfsal statüsü ne olursa olsun, devletin bu toplum kesimine aşıladığı nefret duyguları, zamanı geldiğinde bu duygular provoke edilerek kendilerinden farklı olana karşı şiddete varan saldırılarla kendini gösterecekti. Çağımızın en büyük bilim insanlarından biri olan Albert Einstein önyargılar konusunda şunları söylemişti: \"İnsanların önyargılarını kırmak, atomu parçalamaktan daha zordur\"
Şöyle bir soru sorulabilir: Bu devlet, vatandaşına karşı neden bu kadar ceberut ve zalim? Çünkü ümmetçi bir imparatorluktan cumhuriyete geçişte, cumhuriyet kavramının orjin alındığı ve ete kemiğe büründüğü ana vatanı Avrupa da vatandaşın emrinde ve o toplumun iyiliği için hizmet etmesi için dizayn edilmişti. Evrensel demokrasinin ve özgürlüklerin esamesinin okunmadığı otoriter ve tek adam diktatörlük rejimlerinde ise, milletvekilleri dahil, üst düzey bürokratlar ülkenin kaderi üzerinde mutlak söz sahibi olan diktatör liderin iki dudakları arasında çıkan sözler doğrultusunda atamayla yapılır. Cumhurbaşkanlığı seçimleri de tek adaylı bir seçimle diktatör liderin komik bir şekilde kendisiyle \"demokratik\" bir yarışa girerek seçimleri kazanır. Bu otoriter devletleri seçkinci askerler ve sivil bürokrasi kurduğu için de bu iki güç her zaman kendini devletin ve ülkenin yegâne sahibi olarak görmüştür. Devletin adı cumhuriyet ama işleyiş ve yönetimine halkın iradesi ve katılımına hiçbir zaman müsaade edilmedi. Vatandaşın arzu ve talepleri ülkenin yönetim biçimine yansımamış, halk yönetimden hep uzak tutulmuştur. 27 yıl tek parti ve tek adam diktatörlüğü altında yönetilen bu ülke, 50 yıl boyunca da askeri vesayet ve darbelerle her tarafı açık cezaevine çevirmek suretiyle aydın, demokrat ve özgürlükçü kesim, gah tutuklanarak cezaevlerine atılmış, gah kamu hizmetlerinde mahrum bırakılmış ya da \"faili meçhul\" cinayetlerle fiziksel olarak ortadan kaldırılmıştır. Bir kısmı da zorunlu olarak yurt dışına çıkmıştır.
Bu baskıcı ve ceberut anlayışa sahip devletin temel ideolojik paradigmasını somut bir analizden geçirmeden, neden ve sonuçları sorgulamadan, adı geçen bu yapının gerçek karakteri anlaşılamaz. Dolayısıyla bu durumların bir daha yaşanmaması, özgürlükçü ve evrensel demokratik kriterlere uyan bir sistemin hayata geçirilmesi için de son derece elzemdir. Devletin bütün kurumsal yapılarını evrensel demokratik kriterlerle taçlandırmadan, en önemlisi de mevcut darbe anayasasını ortadan kaldırarak, insan eksenli, ülke insanlarının tüm farklılıklarının kamusal alanda kendilerini serbestçe ifade edip, bu temel haklar anayasal güvenceye kavuşturulmadan, sadece yönetenlerin değiştirilmesi hiçbir soruna çözüm olmayacaktır. Bu durum hamamın tellaklarının değişmesi olur ki, mekân eski tas, eski hamam olarak kalır. Peki ne yapmalı? Objektif ve sağlıklı karar verebilmek için, mevcut siyasi oluşumları ve bu oluşumların başındaki karar verici aktörlerini çok iyi tanımak ve onları derin bir analizden geçirmek gerekir. Konunun çok uzadığının farkındayım. Şimdi bu mevcut siyasal aktörleri özet bir şekilde analiz edelim.
CHP’den başlayalım: Tekçi, inkârcı ve otoriter devleti kuran ve yaşatan partidir. Devletin mağdur ettiği kesimlerin kalbine her gün saplanan parti amblemindeki ideolojik altı oktur. 9 Eylül 1923 yılında kuruluş tarihinden bu yana tekçi ve inkârcı ilkelerini korumaktadır. Bu yüz yıllık süreçte yapılan bütün katliamların, sürgün ve trajedilerin 1. derecede sorumlusu partidir. Kurucu iki diktatör liderden sonra gelen bütün yöneticileri, yaşatılan bu trajedilerle yüzleşmemiş, mağdurların yakınlarından özür dilenmemiş, tersine yapılanlar savunulmuştur. Yakın zamanda mecliste yapılan bir tartışmada, \"Artık analar ağlamasın\" sözü üzerine çıkan tartışmada, CHP\'nin dönemsel genel başkan yardımcısı olan Onur Öymen; \"Çanakkale\'de, Dersimde, Şeyh Sait isyanında kimse çıkıp analar ağlamasın diye mücadeleyi -siz bu son kelimeyi katliam diye anlayın. Çünkü silahlı ve sivil ayırımı yapmadan çocuk, kadın yaşlı bir halk toplu katliama uğratılmıştır- bırakalım dedi mi?\" diyerek yapılan katliamları savunmuştu. Onur Öymen burada, sadece kendi düşüncesini değil, aynı zamanda CHP’nin kurumsal düşüncesini dile getirmişti. 1930’ların başında partinin ideoloğu, sözde hukukçu akademisyeni, aynı zamanda eğitim ve adalet bakanlıklarında da bulunmuş Ord. Prof. Dr. Mahmut Esat Bozkurt, bir mitingde on binlerce insana şöyle haykırmıştı: \"Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler!\" diye kükremişti. Bu katıksız ırkçı devlet adamının heykeli şu an Kuşadası meydanında duruyor. Peki o heykeli oraya diken kim? CHP\'nin şimdiki Aydın ilinin kadın Belediye başkanı. 1943 yılında Van\'ın Özalp ilçesi kırsalında 33 yoksul Kürt köylüsünü İran sınırının sıfır noktasında elleri arkadan bağlanarak katletme emri veren 3. ordu komutanı Org. Mustafa Muğlalı\'yı aklayan kim? Yine bu parti. Bu katliamcı generalin heykeli de şu anda Muğla\'nın işlek meydanında duruyor. Bu kadar kötülüklere sebep olmuş günahkâr bir parti, üstelik yapılanlardan hiç pişmanlık duymamış. Partinin yöneticileri ve taraftarları \"Olsa yine yaparız\" modundalar. Bu partinin sözcüleri ağızlarına pelesenk ettikleri demokrasi, özgürlük ve kardeşlik sözlerine inanılır mı? Yeni genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu\'nun demokrasi mesajları vermesi, Cumhuriyetin demokratikleştirilmesinden bahsetmesi, mağdurlardan helallik istemesi, samimi ve güvenilir bulunur mu? Bu partinin sebep olduğu bu trajedilerle samimi bir şekilde yüzleşmeden, mağdurların torunlarından içten ve samimi olarak özür dilemeden, pratikte bu helalleşmenin karşılığı olabilir mi? Çünkü CHP ilkesel bazda hala eski CHP’dir. Bu parti ile ne demokrasi olur ne barış ne de helalleşme. Kılıçdaroğlu çok ileri gider ve çizmeyi aşarsa anında alaşağı edilir. Bu kritik süreçte diz boyu günahları olan bir partinin genel başkanı olması, dahası Alevi-Kürt kimliğine sahip olması cumhurbaşkanlığı için ciddi bir dezavantajdır. Gerçi o kendisini ne kadar bu kimliklerin dışında göstermeye çalışsa da faydasız bir çabadır. Dolayısıyla bu durumu, onu otokrat rejimin başı olan Erdoğan karşısında dezavantajlı bir konuma sokuyor. Aday olması, cumhurbaşkanlığını altın tepside Erdoğan\'a hediye etmesi demektir.
İYİ Parti: Bu partinin başkanı olan kadın politikacı, kısa bir zaman önce koltuk kavgası nedeniyle ülkenin en ırkçı ve en şoven partisinden ayrılmıştı. Adı geçen kadın politikacının geçmişi de şoven ve ırkçı söylemlerle ve icraatlarla doludur. İçişleri bakanıyken, devlet ve PKK örgütü arasında yaşanan çatışmalarda \"Ermeni dölleri\" yakıştırması yaparak Ermeni vatandaşları ciddi bir şekilde rencide etmişti. Bakanlığı döneminde derin devletin konsepti dahilinde binlerce Kürd \"faili meçhul\" cinayetlere kurban gitmişti. Peki bu kadın politikacı, ayrılmış olduğu ırkçı partisinden paradigmasını demokrasi ve özgürlükler yönünde mi değiştirdi? Hayır. Tersine, ayrıldığı partisini yeterince Türk milliyetçisi olmamakla, devleti zayıflatan kesimlerin kuyruğuna takılmakla suçluyor. İç savaş nedeniyle, ailelerinin hayatlarını kurtarmak için ülkeye sığınmış Suriyeli mültecileri, işsizlik ve ekonomik sıkıntı içinde olan ülke vatandaşlarını onlara karşı kışkırtarak \"işlerini ellerinden almak\" la suçlayıp duruyor. Bu partinin etkili kişileri yaptıkları açıklamalarda ayırımcı ve ırkçı söylemleri sürdürmeye devam ediyorlar. Yakın zamanda bu partinin önde gelen başka bir politikacısı, ırkçı duygularını hiç saklama gereği duymamış, verdiği demeçle; \"Müslüman olmayan Kürt insan değildir\" demişti. Daha bir sürü örnek var. Asenalıkla, devlet ırkçılığı yapmakla, Türk ve Müslüman olmayan kesimlere potansiyel düşman gözüyle bakan, ülkenin birikmiş dağ gibi sorunlarını çözmek, ülkeye gerçek demokrasiyi, barışı ve özgürlüğü getirmek bu partinin ve liderinin harcı olabilir mi?
Gelecek, Saadet ve Demokrat Partileri: Gelecek partisi genel başkanı Ahmet Davutoğlu, yıllarca AKP içinde siyaset yapmış, bu partide bir süre dışişleri bakanlığı ve başbakanlık yapmış bir politikacıdır. Suriye iç savaşında, İslamcı-fundamentalist vahşi ve barbar terör örgütleriyle görüşmeler yaptığı, bunun yanında adına \"Özgür Suriye Ordusu\" denilen çapulcu cihatçı guruplara lojistik desteğin fikir babası olduğu yönünde yaygın iddialar var. Başbakanlığı döneminde kendisine yöneltilen \"Türkiye fundamentalist İslami terörist gurupları desteklediği yönünde iddialar var ne diyorsunuz?\" soruya verdiği cevapta; \"Bahsettiğiniz bu yapılar bir terör organizasyonu gibi görülebilir. Fakat bu kesimler kendilerini dışlanmış hisseden, hakları yenilen öfkeli Sünni guruplardır\" açıklaması yapmıştı. Daha somut bir konuyu dile getirelim. Eski partisi ile yapmış olduğu polemiklerde \"Bildiklerimi açıklasam insan içine çıkamazsınız\" demişti. Ülke insanı için hayati bir konu olan bu \"bildikleri\" konusu hala kamuoyu ile paylaşmış değil. Halkın ve ülkenin çıkarını düşünen samimi ve dürüst bir politikacı, bedeli ne olursa olsun ülke ve halkı için hayati bir sorunu mutlaka kamuoyu ile paylaşırdı. Bu politikacı da muhafazakâr ve mezhepçi bir anlayışa sahip olduğu için ülkenin birikmiş can alıcı temel sorunlarını çözmekten çok uzaktır. Onun başka bir versiyonu olan Saadet partisi ve genel başkanı Temel Karamollaoğlu içinde aynı şeyler söylenebilir. Sivas\'ta 1993 yılında bir otelde göz göre göre yakılarak katledilen ülkenin 35 seçkin aydın, sanatçı ve yazar hayatını kaybetmiş, Karamollaoğlu o tarihte Sivas Belediye başkanıydı. Gözü dönmüş katilleri kışkırtıcı konuşmalar yaptığı yönünde iddialar vardı. Karamollaoğlu\'nun bu katliam sonrasında bu olayı kınadığı veya katledilenlerin yakınlarına taziye mesajlarında bulunduğu yönünde kamuoyu ile paylaşılan bir demeci yok. Demokrat parti ise görebildiğim kadarıyla bir tabela partisi olduğu.
Deva Partisi: Bu partinin genel başkanı Ali Babacan\'dır. Siyasi hayatını AKP de başlamış genç bir siyasetçidir. Mesleği ekonomist olan bu parti lideri, siyasi ve ekonomik bakışı liberal, ailesinin hayat tarzı muhafazakâr bir gelenekten geliyor. Çözüm önerileri ve vaatleri diğer siyasi rakiplerine göre daha somut ve tutarlı görünüyor. Devletin mağdur ettiği kesimlerin sorunlarını isim vererek çözüm önerilerini sunuyor (Kürt, Ermeni, Rum ve Alevi sorunları, baskıcı ve ceberut devletin demokratikleşmesinin yol haritasını vs.) Darbe anayasası için CHP ve diğer siyasi muadillerin dört elle sarıldıkları otoriter ve baskıcı rejimi korumak için öne sürdükleri \"kırmızı çizgiler\" inin olmadığını söylüyor. Darbe anayasasının tümünün değişmesini savunuyor. Otokrat rejimin başı Erdoğan\'la yarışabilecek, seçimi kazanabilecek mevcut isimler içinde en iyi alternatif olarak gözüküyor. Bu kritik geçiş sürecinde Ali Babacan geçiş sürecinin Cumhurbaşkanlığı için mevcutları içinde en uygun adaydır. Ülke çoğunluğunu oluşturan Sünni-muhafazakâr Türklerden tutun Kürtlerin ezici çoğunluğuna, gayri Müslimlerden rejimin mağdur ettiği Ortodoks totaliter komünist marjinalleri ile Kemalist olan kesimlerin dışında kalan demokrat ve özgürlükçü Alevilerin de oylarını rahatlıkla alabilir.
Gencettin Öner
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.