29 Ekim 2023 yılında hepimizin hayatını etkilemiş, tüm yaşamımıza yön ve şekil vermeye çalışmış etnik temelli kurulmuş olan bu devlet 100. yılını doldurmuş olacak. Adına "cumhuriyet" denilen bu devletin 100 yıla sığdırdığı, acılarla, dram ve trajedi ile geçmiş bu süreci gerçeklerle hiç alakası olmayan bir şekilde değer biçen, kendi vatandaşına karşı son derece acımasız, ceberut ve otoriter davranışlar sergileyen bir cumhuriyeti kutsama furyasına bu rejimin mağduru olmuş, ulusal varlıkları ve kültürlerinin yok sayıldığı, yasaklandığı toplumların torunlarının da içinde yer alması, Stockholm sendromu akla getiriyor. Sanırım bu durum sadece Türkiye'ye özgü bir davranış biçimidir. Çünkü bu ülkenin cumhuriyet öncesinin toplumsal yaşayış biçimi çok daha özgür ve demokratikti. Osmanlı toplumu çok uluslu, çok inançlı ve çok kültürlüydü. Etnik farklılık ve inançlardan kaynaklı halklar arasında çok ciddi sorun yaşanmıyordu. Yaşanan sorunlar da halklar arasında değil, bir avuç iktidar müptelası muktedir ile hak talebinde bulunan toplumlar arasında yaşanıyordu. Osmanlı, üç kıtaya yayılmış ümmetçi bir imparatorluk olmasına rağmen, meclisinde seçimlerle gelmiş her inançtan ve her milletten milletvekilleri ve bakanlar vardı. Müslüman halklar medreselerde, Gayrimüslimler okullarda kendi dilleri ve kültürleriyle eğitim görürlerdi. Coğrafya adları, Kadim halkların üzerinde yaşadıkları adı taşıyordu (Kürdistan, Lazistan, Pontus, Kilikya) Cumhuriyet kurulduktan hemen sonra, günümüze kadar sürdürüle gelen inkârcı bir anlayışla seçimler devletin ve iktidar partisinin başında olan diktatörün ağzından çıkan sözlerle milletvekilli olacaklar listelerde sıralanarak, halkın gidip bu listeye "evet" demesi şeklinde yürürdü. "yaşasın cumhuriyet" dedikleri işte bu cumhuriyettir.
Bu devletin paradigmasını şekillendirenler, biyolojik olarak Türk olmayan, bu toprakların dışından gelmiş, çoğunluğu mübadele yoluyla yerleştirilmiş muhacır ve devşirmeler. Ordu, eğitim, adalet, emniyet gibi hayati kurumların dizginleri bunların eline geçmişti. Dolayısıyla, kurmuş oldukları cumhuriyeti övmeye, pohpohlanmaya mizansenleri oynamaya, her yıl şaşaalı etkinliklerle kutlamalar yapmaları elbette anlaşılır bir durumdur. Peki bu toprakların kadim halklarının torunları, mensubu oldukları etnik, kültürel ve inanç varlıklarını tümden yok sayan, adlarının anılmasını dahi yasaklayan böylesi bir rejimi sahiplenmelerini nasıl açıklamalı? Böylesine çelişkiler yumağı içinde batıp çıkanların mantığını izah edecek sosyolojik ve felsefi bir izahat acaba var mıdır?
Rejimin mağdur ettiği kesimlerin torunlarının "Cumhuriyet" kavramına olan bakışları ve yaklaşımları iki yönden sorunlu ve sakattır. Birincisini yukarıdaki paragrafta açıklamıştık. İkincisi; hedefinde evrensel demokrasi, özgürlük ve adaletin olmadığı, kuru kuruya salt bir cumhuriyet, toplumları müreffeh ve erdemli bir düzeye çıkartmaz. Tersine tek adam ve tek partili otoriter, milliyetçi ve faşizan tek parti diktatörlüğüne ya da totaliter Ortodoks komünizme götürmesi kaçınılmazdır. Gerçek demokrasi ve özgürlüklerin olmadığı böylesi rejimlerde, insan hak ve özgürlüklerin esamesi ve kırıntısı okunmaz. Bu tür rejimler, tarihte gelmiş geçmiş en zalim monarşi krallıklardan çok daha yıkıcı ve acımasız olurlar. Evrensel hukuku ve demokrasiyi içine sindirememiş cumhuriyetlerde, yönetimleri altında kalan toplumlara adeta cehennem azabı yaşatırlar. XX. yy da bu cumhuriyetlerin resmi adlarının önüne birde "Demokratik Cumhuriyeti" ve "Halk Cumhuriyeti" gibi komik ibareler dahi koymuşlar. Bu otoriter ve totaliter ideolojik devlet dayatmaları, insanlığa büyük acılar yaşatmış, on milyonlarca insanın ölümüne ve bir kaç katının da yerinden yurdundan edinmesine yol açmıştı (2. dünya savaşı).
Aşırı milliyetçi, dinci ve ideolojik cumhuriyetler, toplumun tüm kesimlerine itirazsız "mutlak doğru" diye kendi ideolojik, milliyetçi ve inanç paradigmalarını hakikat diye dayatırlar. Türkiye'de "laik beyaz Türk" diye tabir edilen, cumhuriyetin yetiştirdiği, eğittiği ve ülkenin kaymağını yiyen kesim (Son yıllarda, devlet eliyle palazlandırılan Neo-Osmanlıcı muhafazakar- dindar kesim onların boşalttıkları rant alanlarına yerleştirilmiş durumda) devlet eliyle kendilerine peşkeş çekilmiş imtiyazlara tekrar sahip olmak için dört elle otoriter ve inkârcı 1. Cumhuriyete sarılmış durumdalar. Her zaman yaptıkları gibi. Toplumun tüm kesimlerinin mutlu, müreffeh ve erdemli bir yaşama kavuşmasının yegane koşulunun evrensel demokrasi, özgürlükler ve temel insan haklarına olan sadakat ve samimiyetten geçtiği gerçeğini hiç bir şekilde kabul etmezler. Dolayısıyla, bir ülke yönetiminin adının salt cumhuriyet olması, onu adaletli, demokrat ve özgürlükçü yapmaz. Türkiye’deki tekçi ve otoriter Cumhuriyet rejiminin kuruluşunun ilk 27 yılı, tek adamın iki dudakları arasında çıkan sözlerle ve tek parti diktatörlüğü altında inim inim tamamladı. Son 50 senesini de peşi sıra rutin bir hal almış askeri darbelerle ve muhtıralarla geçirdi. Darbeler arası, görünürde seçimle iş başına gelmiş bir hükümet olmasına rağmen, askerlerin her dediklerini yaptıran vesayetlerle geçti.
Bu yüzyıllık sürede, demokrasi ve özgürlüklerin, temel insan haklarının esamesi okunmadı. Tekçi ve otoriter Cumhuriyet kurulduğundan günümüze dek hep tekçi, inkârcı ve Türk etnik temelli bir devlet olarak icraatlarını sürdürdü. Oysa, gerçek anlamda demokratik cumhuriyetlerde yaşananlarla, otoriter ve totaliter zihniyetin hakim olduğu cumhuriyetler arasında refah, gelişmişlik ve özgürlükler konusunda uçurumlar var. Dolayısıyla, demokrasi ve özgürlüklerin olmadığı diktatörlük yönetimindeki cumhuriyetlerde o toplumda huzur ve güven olamaz. Ayırımsız bir şekilde tüm vatandaşların hak ve hukukunu gözetmeyen, kendini evrensel demokratik kurallara bağlı hissetmeyen bir devletin adının "cumhuriyet" olmasının olumlu yönde bir anlamı olamaz. Otoriter ve totaliter tek adam diktatörlüğün de bu cumhuriyetler, vatandaş gözünde ortaçağ monarşi krallıklarını bile arar hale getirir.
1923 yılında ilan edilmiş bu cumhuriyet, 27 yıl boyunca otoriterlik ve tek adam diktatörlüğü ile yönetilmiş, Anadolunun çok kültürlü, çok dilli ve çok inançlı toplumsal realitesini bir çırpıda yok sayılmış, "makbul vatandaş" olarak kodladıkları (laik ve kendini Türk hisseden) dışında kalmış toplumsal kesimleri -başta Kürtler olmak üzere- emrivaki ve oldu-bittiler dayatılmıştır. Bu çarpıklığa karşı itiraz edenlere karşı askeri şiddet boyutu devreye sokularak, cevap vermişti. 1921'de Koçgiri, 1925 te Şeyh Sait, 1930 da Ağrı-Zilan, 1937-38 de Dersim ve hala devam eden trajik olaylarda on binlerce insan katledilmişti. Adı cumhuriyet olup, demokrasiden zerrece nasibini alamamış rejimlerin tamama yakını -ki dünyada bunun ilk prototip örneklerinden biri 1923'te kurulan Türkiye cumhuriyetidir- Mesela Türkiye Cumhuriyetini Mustafa Kemal Atatürk'ün liderlik ettiği ve ölümüne kadar tek adam diktatörlüğü ile yönettiği bu devlet, onun halefi İsmet İnönü tarafından 1950 yılına kadar aynı otoriterlik ve diktatörlükle yönetmişti. 1950 yılında 2. Dünya savaşından sonra Nazi Almanyası ve Faşist İtalya’nın insanlığın başına getirdikleri felaketlerin bir daha yaşanmaması için, aşırı milliyetçi otoriter diktatörlüklerle yönetilen ülkelere büyük baskılar uygulandı. İçinde Türkiye'nin de bulunduğu bu devletlere açık baskıyla, çok partili siyasal sisteme geçme şartı dayatıldı. Bu baskıların sonucu, Türkiye'deki tek parti diktatörlüğü, göstermelik bir şekilde çok partili sisteme geçmiş olduğunu ilan etmek zorunda kalmıştı.
Diktatörler, kendi halklarına çektirdikleri zulümlerin yanında, ömür boyu iktidarda kalma kuralını da beraberinde getirmişlerdi. Bahaneleri de her zaman hazırdı. “Ülkenin birliği ve bütünlüğü tehlike altındadır” “Bizi sevmeyen düşmanlar, ülkemizi bölüp parçalamak istiyor”, “İçimizde hainler var. Dış düşmanlara yardım ediyorlar” vs. vs. Tıpkı şimdilerde olduğu gibi. Böylesi ülkelerde yaşayan milyonlarca insanın geleceği ve kaderi, diktatör liderin iki dudakları arasında çıkacak sözlere bağlıdır. Diktatörün ağzından çıkan her söz, yasa ve anayasa hükmündedir. Ülkenin yönetimindeki aksaklık adına yapılan masum ve makul eleştiriler bile “Yıkıcı” ve “Bölücü” olarak değerlendirilip muhalifler cezai müeyyidelerle, ölüm tehditleriyle susturulmaya çalışılır. 1930’larda palazlanan faşizmin ayak sesleri, Almanya ve İtalya’da ete ve kemiğe bürünerek iktidara geldi. Faşizm, insanlığa çok korkunç felaketler yaşattı. Planlanan bu toplumsal mühendislik projelerini hayata geçirmek için zor ve şiddet kullanarak yaklaşık on yıllık süreçte 45 milyon insanın ölümüne, yüz milyonlarca insanın yerlerini yurtlarını terk etmesi gibi, insanlığa çok ağır bir fatura ödetmişti. Sonuç olarak, bir devlet sisteminin ve rejiminin adının “Cumhuriyet” konması, o devletin vatandaşların mutluluk ve refahını getirmez. Batı Avrupa'nın tamama yakını ile uzak doğuda Japonya gibi ülkelerin devlet sistemlerinin adı monarşidir. Orada cumhuriyet yok, meşruti krallıklar vardır. Japonya, İngiltere, İspanya, İsveç, Norveç, Danimarka, Hollanda ve Belçika gibi ülkeler, monarşi ile yönetilen ülkeler. Ama günümüz demokrasi ve özgürlüklerin en iyi işletildiği, insan hak ve özgürlüklerin en iyi korunup uygulandığı her türlü düşünce ve ifadelerin serbestçe dillendirildiği ülkeler bu ülkelerdir. Doğunun Müslüman toplumları arasında yaşanan vahşetlerde, sıradan Müslüman halkın, kendilerinin ve ailelerinin hayatlarını güvenceye almak için, dindaşları olan komşu ülkelere değil de, denizlerde boğulmayı göze alıp bu ülkelere neden sığındıklarının cevabı bu soruda gizli.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.