Ülkelerin tarihlerinde, o toplumun kaderi üzerinde önemli ve hayati etkide bulunmuş, toplumun bazı kesimlerini yok sayan, ölümcül kararları gözlerini kırpmadan almış, baskıyla ele geçirdiği devletin gücünü zorba yöntemlerle insanlara dayatmış zalim yöneticilere olan yaklaşım, toplum bireylerinin duygu dünyalarında şüphesiz ki olumlu veya olumsuz birçok sonuçları beraberinde getirmiştir. 17. yy. da Avrupa'da ortaya çıkan Rönesans, yani aydınlanma hareketine damga vuran gelişmeler yaşandı. İslam dünyasında İbn-i Rüşd, Avrupa'da Descartes, Kant, Cristian Wolf, Monstequieu, Jean-Jacues Rousseau, Voltaire gibi düşünür ve filozoflar, bu aydınlanmanın teorik liderliğini yaparak akılcı düşünceyi, eskinin değişmez, gelenekçi, dinsel önyargı ve ideolojilerden ayırarak hayata ve olgulara olan yaklaşımı insanların bilincine çıkarttılar.
Evrensel demokrasiyi ve özgürlükleri içine sindirmiş erdemli toplumlarda, o ülke tarihinde çok ciddi roller oynamış şahsiyetlere olan bakış, o yöneticilerin gösterdikleri ayırımsız, eşitlik ve adalet anlayışı çerçevesinde değer biçerler. Vicdani Kanaatlarıyla hareket etmeyen, birey olamamış, geri ve tebaa toplumlar da ise geleceklerini dinsel ve ideolojik cemaatlere görme zorunluluğuna itilirler. Bu toplumlar, itaat etmeye alıştırılmış toplumlardır. Bu türden geleneksel toplumlarda, insanlığa üstün hizmetler sunmuş, vicdan sahibi deha insanlara itibar edilmez. Otoriter, sert, astığı astık kestiği kestik diktatörlük heveslileri olan kişiler baş tacı edilirler. Bu diktatörler, o ülke insanlarının kaderleri üzerinde alabildiğince keyfi ve hoyratça kararlar verirler. İnsanların kaderi, diktatör liderlerin iki dudakları arasında çıkan sözlere bağlıdır. Otoriter ve baskıcı devlet gücünü arkasına alan bu diktatörler, zaman içinde kutsanıp putlaştırılırlar. Kendilerine ait olmayan felsefi ve filozofik sözler, sanki onlara aitmiş gibi toplumu buna inandırmaya çalışırlar. Bütün devlet kurumlarına, ülkenin dağlarına ve taşlarına bu sözler yazılarak, altına diktatör liderin ismi yazılır.
Bu genel analizden sonra, üzerinde durmak istediğimiz özel konumuza geçelim. Şu an üzerinde yaşadığımız topraklarda, bu yüz yıllık süreçte gerçek anlamda neler yaşanmıştı? Bu devletin kurucusu Mustafa Kemal'in hayalinde düşlediği ve pratik hayata geçirdiği otoriter, tekçi ve etnik devletin "makbul vatandaş" olarak kodladığı Türk ve Sünni Müslüman ahali dışında kalmış kesimlere dayatılan zorbalıklarla bu kesimleri ülkeden kaçırtmaya, ya da onları biat ve itaat etmeye zorlayarak devşirmeye çalışır. Tekçi ve otoriter rejim, bu toprakların gerçek sahipleri olan -Türk ve Müslüman olmayan- otokton halklara neler çektirdiklerini özetleyerek taşları yerli yerine oturtalım. Birkaç ay sonra 100. Yılına girecek olan eski otoriter, yeni otokrat rejim, bu temel paradigma üzerinde kuruldu. Bu paradigmaya yön veren kişi de şüphesiz ki Mustafa Kemal Atatürk'tür. Çok kültürlü, çok dinli ve çok etnisiteli olan Osmanlı İmparatorluk toplumu, birbirlerinin inanç, kültür ve etnik farklılıklarına saygılı ve barış içinde yaşamışlardı. Otoriter, tekçi ve inkârcı rejim bu farklılıkları bir çırpıda yok sayarak inkâr etmiş, bu emrivakilere karşı çıkanlar (Örneğin Kürtler) devletin askeri gücü devreye sokularak, süreç içinde on binlerce kadın, çocuk ve sivil insanların katledilmesiyle sonuçlanmıştı.
Mustafa Kemal, şüphesiz ki su katılmamış bir diktatördü. Ölünceye kadar da ülkeyi tek adam ve tek parti diktatörlüğü ile yönetti. Muktedir olduğu 1920-1938 yılları arası 18 yıl boyunca iki dudakları arasında çıkan her söz, anayasa hükmünde sayıldı. Devletin üst düzey bürokratlarının atamalarından tutun, milletvekillerinin kimlerden oluşacağı konusu, Çankaya'da kurulan sofrada belirlenirdi. Ülkeyi işgal eden dönemin iki emperyal devleti (İngilizler ve Fransızlar) ile yapılan gizli ve açık diplomatik pazarlıklarda, her zaman yanında durmuş, ona önemli hizmetlerde bulunmuş "dava" ve silah arkadaşlarını iktidar uğruna onları tasfiye etmekten çekinmemişti. İşgal yıllarında batıda büyük ve sivil silahlı bir güce sahip olan Çerkes Ethem'i "hain" ilan ederek, TKP genel sekreteri Mustafa Suphi ve arkadaşlarını da bir plan dahilinde Karadeniz'de boğdurulması, çok etnisiteli ve çok kültürlü halk ve toplulukların temsilcilerini barındıran 1. meclisi lağvederek açıkça tek adam diktatörlüğüne doğru gidişatı gören, aynı zamanda mecliste güçlü ve ciddi muhalefet gurubunun lideri olan liberal görüşlü Trabzon milletvekili Şükrü beyi, Topal Osman'a, ayrıca Kazım Karabekir ve Mareşal Fevzi Çakmak'ı ve de nicelerini aynı amaç doğrultusunda tasfiye etmişti.
Oysa resmi tarih, bu gerçekleri çarpıtarak Türk toplumuna farklı yansıtır. Mustafa Kemal Atatürk'ün bir diktatör olması, bu ülkede yaşanan olayların neden ve sonuçlarını, anlam ve öneminin tarihsel rolünü ortadan kaldırır mı? Elbette hayır. Mustafa Kemal'e "diktatör" denildiğinde, kendilerine solcu, hatta komünist diyen bazı kesimler bu ifadeye şiddetle karşı çıkarlar. Mustafa Kemal'i "Çağın büyük lideri" "İlerici ve demokrat" gibi tanımlamalarla onu adeta ilahi bir kutsiyetle kutsayıp putlaştırırlar. Sahte laik ulusalcı beyaz Türkler, otoriter, tekçi ve anti-demokratik bu rejimin kendilerine sağladığı imkanlardan nemalanan kesimlerdir. Bu azınlık kesim, yıllarca devletin üst düzey askeri ve bürokrasi koltuklarını işgal etmiş, ülkenin kaymağını yemiş kesimdir. Kendilerine "laik ve çağdaş" diyen, siyasal literatürde "Beyaz Türk" olarak ta adlandırılan, ülke nüfusunun ancak %20'lik azınlığını teşkil eden kesim bu kesimdir. Mustafa Kemal'in bir diktatör olduğu tespiti yapanlardan nefret ederler. Bu tanımlama ona yapılmış bir hakaret olarak algılarlar. Oysa diktatörlük bir sistemdir. Bir rejimin adıdır. Mustafa Kemal'e atfedilen bu tanımlamaya karşı çıkanlar, zahmet edip literatüre bir baksınlar. Diktatörlük nedir? Diktatör kime denir?
Tekçi ve otoriter Cumhuriyetin ideolojik paradigmaları doğrultusunda yetiştirip devşirdikleri, imkân ve avantaj sağladıkları bu azınlık kesim, iktidarları boyunca kendi halkına hep tepeden bakmış, kötünün kötüsü bu eserlerinin bir sonucu olarak yoksulluk ve cehalet içinde kıvranan vatandaşlarını hep aşağıladılar. 2002 seçimleriyle iktidara gelen Neo-Osmanlıcı muhafazakâr kesim, gerçek anlamda iktidar olur olmaz, rövanşist ve reaksiyoner bir tepkiyle ilk işleri, 80 yıl boyunca iktidarda kalmış azınlık beyaz Türklerin sosyal statülerini aşağı çekerek, toplumun zencisi statüsüne indirgeyerek onları tenzili terfi etmeye başladılar. Bu durum karşısında şaşkınlık ve şokları yaşayan bu kesim, devlet yönetimindeki ayrıcalıklarını adım adım kaybettikçe, 84 yıl önce ölmüş otoriter liderin Anıtkabirdeki mezarına koşarak, onlara bu ayrıcalıkları sağlayan diktatör liderin mozolesi ününde ağlayıp-sızlayarak; "Atam bak kurduğun cumhuriyeti ne hale getirdiler?" diye yakarıp duruyorlar. İlginçtir ki, ülkenin tüm hukukçularının örgütlendiği Barolar birliğinin üye ve yöneticileri de ülkenin adalet sistemini kendi siyasal amaçlarına yarayacak şekilde değiştirmeye çalışan otokrat rejimi kendi halkına şikâyet edecekleri yerde, yönlerini anıtkabir'e doğru çevirmiş, mozoleye dert yanmışlardı. Her şeyi bildiklerini sanan bu eğitimli ve meslek sahibi ve kendilerini "her şeyi bilen" ukala kesimin kendi halkına güvenleri olmadığı içindir. Çünkü halktan kopuklar.
Bu kesim, zulüm ve baskılarla, devletin asker süngüsüyle sindirmeye çalışılan toplum bunların umurunda değil. Zamanı ve yeri geldiğinde, bu ceberut ve otoriter rejim ile aynı duygu içinde olurlar. Ceberut devletin azınlık bir kesime yaşattığı cennet, Ankara ve İstanbul'da düzenlenen balo, tiyatro ve senfoni orkestrası eşliğinde kadınlı erkekli hiç aşina olmadıkları vals ve danslarla ve su gibi içilen pahalı yabancı içkileri, başı açık kadınların, Paris ve Milano'dan sipariş edilmiş pahalı takım elbiseli, kravatlı erkeklerin boy gösterdikleri, dönemin modasına uygun giyilmiş mini etekli resimleri sosyal medya paylaşımlarında "80 yıl önceki halimiz" diyerek, hemen yanında kara çarşaf, sarık ve takke giyen resimleri de "80 yıl sonraki halimiz" diye verenler, bilmezler ki, zorbalıklarla elde edilen bu cennetvari yaşamın çok uzağında kalan milyonlarca ülke vatandaşı giyecek tek elbiselerinin de yamalarla kaplı olduğunu, ayakkabı yerine çarık giydiklerini, insanların ezici çoğunluğunun yoksulluk içinde kıvrandığını biliyorlar mıydı? Halkının mutluluk ve refahını düşünen bir lider, halkı bu kadar ağır yoksulluk koşullarında kıvranırken, büyük çoğunluğu yamalı elbiseler içinde olduklarını, çarık giydiklerini, açlık ve tokluk sınırında gelip gittiklerin, hal böyle iken, gardıroplar dolusu yüzlerce pahalı takım elbiseleri sadece bir gün giyen bir lider, halkçı bir lider olabilir mi?
Birkaç ay sonra 100. yılını dolduran otoriter, tekçi ve ceberut cumhuriyet, kozasını patlatmak üzere metamorfoz sancılarını çekiyor. Bu dönüşüm ve başkalaşım demokrasi, özgürlük ve evrensel hukuk yönünde değil 1. cumhuriyetin kendi toplumuna zorla dayattığı tekçi ve ceberut yapıdan otokrasi yönünde evrimleşmeye doğru hızla yol alıyor olmasıdır. İşin ilginç ve bir o kadar dikkat çeken diğer yönü, birbirine düşman iki zıt siyasal kültür ve kutbun, kendi aralarında anlaşarak simbiyotik bir iktidar üzerinde anlaşmış olmalarıdır. Neo-İttihatçı kesim ile Neo-Osmanlıcı kesimin simbiyotik "Türk-İslam sentezi" paradigmasında anlaşmış olmalarıdır.
Gencettin Öner
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.