Gencettin ÖnerSon Makaleler

Tabuları Yıkmak

Tabu-1 ve 2 romanlarımın okuyucu ile buluşması üzerine bölgeye hitap eden TİGRİS gazetesinin benimle yaptığı röportajda okuyucunun ilgisini çekeceğine inandığım röportajı paylaşmak istedim.
Tabuları Yıkmak
Makaleyi Paylaş

Bugün sizlere, çok ilgi çekici bir yaşam hikayesine imza atmış uzman bir doktor ve aynı zamanda yazar olan bir insanı tanıştırmak istiyorum. Dr. Gencettin Öner

Okumayı, araştırmayı ve öğrenmeyi çok seven biriydi. İlkokulun ikinci sınıfındayken, babası okula çağrılarak; “Çocuğunuz zekâ özürlüdür. Söylenen şeyleri anlamıyor. Onu bir zanaata yönlendirirseniz hem onun geleceği hem de sizin için daha iyi olur.” Denilerek, babası tarafından okuldan alınması telkininde bulunulmuştu. Bu durum, onun hayatının farklı bir mecraya kaymasının da başlangıcı olmuştu. Hayata umutla bağlı, hırslı, hiç bilmediği ve yabancılık çektiği Türkçeyi öğrenmek için çöplerden gazete parçalarını alıp okuyan bu çocuğun milyonlarcası gibi akranlarının kaderiydi. Kaderi kötü bu topraklarda onun gibi yoksulluk içinde dünyaya gözlerini açmış milyonlarca çocuğun yaşadıkları benzer bir yaşam hikayesiydi. Okul idaresi ve baba arasında geçen bu diyalog üzerine, baba oğlunu okuldan aldırmak istemişti. Çocuk, ailenin aldığı bu karara ağlayarak karşı çıkmasına şahitlik eden komşuları, babanın bu kararını eleştirerek “Yanlış yapıyorsun. Bırak çocuk bari ilkokulu bitirip diplomasını alsın” denilerek babanın sıkıştırmasıyla bu kararından vazgeçmişti.

Okul idaresinin babaya söylediklerinin aksine çocuk zekâ özürlü değil cin gibiydi. Asıl sorun, gözlerini hayata köyde Kürt bir annenin kucağında açması, bebeklikten okul çağına kadar annesinden ninnileri, sevgi ve öfkesini Kürtçe ile algılamış olmasıydı. Doğduğu köyde, doğal olarak herkes Kürtçe konuşuyordu. İlkokulu bitirdikten sonra maddi gerekçeler öne sürülerek ailesi tarafından okula göndermedi. On yıl ilkokul mezunu olarak kalifiye olmayan hemen her işte çalıştı.

Delikanlı bir yaşa geldiğinde, okuma azmi galip gelerek ortaokulu dışarıdan bitirdi. Üniversite sınavında çok iyi bir puan alarak sıralamaya girdi. Onun gönlünde yatan sosyoloji ya da felsefe okumaktı. Fakat çevrenin ve arkadaşlarının ısrarıyla hiç aklında olmayan tıp fakültesini tercih etmek zorunda kalmıştı. Üniversite sınavında Tıp Fakültesini kazanır. Tıp fakültesini bitirip pratisyen hekim olarak bir süre çalıştıktan sonra, 1999 yılında kadın hastalıkları ve doğum uzmanı unvanıyla mesleğine halen devam ediyor. Kendi ifadesiyle yazarlık onun içinde hep bir ukde olarak kalıyor. Sonunda muradına eriyor. İçinde doğup büyüdüğü toplumun dağ gibi birikmiş sorunları, sorgulanması bir yana, bunların nedenlerini ve niçinlerini düşünmek bile tabularla maskelenmiş bir yaşam dayatılmıştı. Kökleri, tarihin derinliklerine inen bu türden toplumsal trajedileri “TABU-1” ve “TABU-2” adlı kitaplarında romanlaştırarak bunlara bir ayna tuttu. Yazar, bu inanç ve heyecanla yazarlık hayatına adımını atıyor. “Tabu 2” Kitabı, bu yılın Eylül ayında Diyarbakır’da kurulan TUYAP Kitap fuarında okuyucularıyla buluşturdu. Sorduğumuz soruları Dr. Gencettin ÖNER cevapladı.

TİGRİS HABER: Sanırım her toplumun kendine has bazı tabuları vardır. Adı geçen bu tabuları sorgulamak, onları herkesle açık bir şekilde konuşup sorgulamak, onları yazıya dökmek çok ciddi sorumluluk ve büyük cesaret ister. Toplumun tabu olarak kabul ettiği bazı konuları kamuoyu ile paylaşmak, öngörülmeyen ciddi bazı tepkileri de muhtemelen beraberinde getirir. Hep görmezlikten gelinen, üstü örtülen böylesi konuları romanlaştırarak yazma fikri sizin zihninizde nasıl şekillendi?

G. ÖNER: Evet, haklısınız. Toplumun tabu saydığı, dokunulamaz olarak gördüğü, sözü edildiğinde herkesin köşe-bucak kaçtığı konuları yazılı metin haline getirip toplumla paylaşmak, şüphesiz ki büyük sorumluluk ve bir o kadar da cesaret gerektirir. Ben deli biri olduğum için, benimki deli cesareti. Onun için çok şaşırmamanız gerekir. Bu konu ile ilgili küçük bir anekdotu sizlerle paylaşmak istiyorum. Küçük bir çocukken çok yaramazdım. Köydeki herkes ve yakınlarım “delidir, ne yapsa yeridir” misali bana yaklaşırlardı. Çünkü beni Şeyhe götürüp üzerimde okunması istenmiş, Şeyh; “Bu çocuk deli. Kulağına şeytan üflemiş. Yapacak bir şey yok” deyince, delilik benim 2. İsmim olmuştu. Bütün ters durum ve imkansızlıklara rağmen gecikmeli de olsa bir baktım ve ardından uzman olmuşum. Ayrıca yarım üroloğum. Annemin amcasının hanımı kadın hastalıkları ile ilgili bir sorun yaşıyormuş. Yaşıtım olan oğlu durumu bana anlattı. Bende getirin bir bakalım dedim. Çocukları, ona “Bizim rahmetli Hayriye’nin oğlu Genceddin bu işin uzmanıdır, seni ona göstereceğiz” dediklerinde, kadıncağız önce şaşırıp anlamamış, tekrar ederlerken, gözleri faltaşı gibi açılarak; “Ne! o deli çocuk nasıl doktor olmuş? Sakın beni o deliye götürmeyin” diye kızmış.

Dediğim gibi, ancak benim gibi deliler bu tür tehlikeli işlere bulaşabilir. Toplumun büyük çoğunluğu bu yakıcı tabularla yüzleşmekten korkuyor. İnsanlar hem ayıplı ve hem de tehlikeli bu tür olaylar karşısında suskun kalır. Bu konuda “Kol kırılır, yen içinde kalır” anlayışı hakimdir. Oysa bu tabuların kurbanı olmuş on binlerce insanın hayatı her saat her dakika cehennem azabına dönerek, kahrolup yok oluyorlar. Birçokları, kurtuluşu intiharda görüyor. Ben, toplumun dikkatini bu trajik olaylara çekmeye çalıştım. Bu trajik yaşanmışlıkları roman konusu yaptım. Romanın can alıcı noktaların bir tanesi de özellikle kırsal alanda anadili Kürtçe olan çocukların okula başladıklarında yaşadıkları şoke edici hayal kırıklıkları, umutsuzlukları, kendine güvenin dibe vurması gibi sorunlarla hayatlarının nasıl karartıldığını okuyucuların önüne sermeye çalıştım. Bu hikâye, bir bakıma benim de hayat hikâyemi yansıtıyor. Yoksulluk ve geçim sıkıntısı nedeniyle yaşamış olduğumuz o küçücük dünyadan koparak Diyarbakır'ın Silvan ilçesine göç etmek zorunda kalmış bir fakir bir ailenin çocuğuydum. Köyde büyük hayaller ve umutlarla başladığım okulda, başladığım günün ertesinde umutla dolu güzel hayallerimin nasıl yerle bir olduğunun canlı şahidiyim. Hayata gözlerimizi açtığımızda annemizin bize, onun da kendi annesinden öğrendiği, sevinç ve kızgınlıkları özlem ve nefreti Kürtçe ile öğretmişlerdi. Okula başladığımızda, öğretmenin bize hitap ettiği dilden, yani Türkçeden hiçbir şey anlamıyorduk. Günlerce hayalini kurduğum, bir an evvel açılsın da zevkle gitmek istediğim okul, bir anda benim kâbusum olmuştu. Öğretmen, asker ve idareciler ile yüzleşmelerimizde önümüze hep alnımıza kazınmış bu kimlik ve dil sorunu çıkıyordu. Bu durum haliyle benim için ilk ve ciddi kırılma noktası olmuştu.

Babam, ilkokuldan sonra okutmadı”

Okula başlar başlamaz, öğretmenin bizlere anlatmaya çalıştığı derslerin dilini bilmediğimiz için, hakaret ve dayaklara maruz kalıyorduk. Öğretmenlerin nazarında hepimiz geri zekâlıydık. Dersleri bilmeme ve diyalogsuzluğun bir dil sorunundan kaynaklı olduğunu ya bu öğretmenler anlayamamış ya da anlamak istememişlerdi. Birkaçımıza, “Bunu babanıza verin” diyerek elimize birer kâğıt tutuşturulmuştu. Akşam eve vardığımda babama bu kâğıdı verdim. Babam okula çağrılıyordu. Ertesi gün okuldan eve döndüğünde, suratı bir karıştı. Ben ona ‘ne oldu?’ diye sordum. Yüzüme sevecen olmayan bir bakış attı; “Ne olacak? Öğretmen, senin geri zekâlı olduğunu söylüyor. ‘Bu iş zorla olmaz. Çocuğunuzu okula göndermekten vazgeçin. Bir işte çırak olarak çalışıp zanaat öğrensin’ dedi.” Babam bunun üzerine; ‘seni okuldan alacağım’ dediğinde hüngür hüngür ağlamaya başlamıştım.

Çünkü bütün bunlara rağmen okumayı çok seviyordum. Her ne kadar dil zorluğu çeksem de okulda arkadaşlarım vardı. Ertesi gün merdiven başında sessizce ağlarken, komşular gelip neden ağladığımı sorduklarında, durumu onlara da izah etmiştim. Komşularımız babama sitem edip eleştirdiler. ‘Bırak çocuk okusun, diplomasını alsın’ diye sıkıştırdılar. Ben de bu şekilde okula devam ettim ve ilkokul diplomasını aldım. Diplomayı aldıktan sonra babam beni okutmadı. Tam 10 sene ilkokul mezunu olarak kaldım. On sene sonra ortaokulu dışarıdan, liseyi de okuyarak bitirdim. 1982 yılında üniversite sınavlarına girdim. Çok iyi bir puan almıştım. Sanırım sıralamaya girmiştim. Ben sosyoloji ve felsefeyi çok sevdiğim için, bu bölümlerden birinde okumak istiyordum. Arkadaşlarım, dostlarım bana’ Hangi bölümde okumak istiyorsun?’ dediklerinde ben; ‘sosyoloji ya da felsefe’ dediğimde, herkes benimle alay ederek; ‘Deli misin sen? Doktor olacaksın.’ Demişlerdi.

Baktım herkes aynı şeyleri söylüyor. Doktor olmam gerekiyormuş diyerek bende; Diyarbakır Tıp Fakültesini yazdım. Doktor olmak önceleri hiç aklımda yoktu. Böyle bir mesleği hayal de etmiyordum. Ben daha çok felsefe ya da sosyoloji üzerine düşünüyordum. Tıp okumaya devam ederken doktor olmanın önem ve anlamını daha iyi kavradım. Doktor olmayı sevmiştim. Ama felsefe ve sosyoloji içimde bir ukde olarak kalmıştı. Şimdi hekimlik hayatımın 25. yılındayım. 7 sene kadar pratisyen kaldıktan sonra hanımın baskısıyla herkes uzmanı oluyor sen niye olmuyorsun diyordu. Ben de uzmanlık sınavına girdim ve sınavı uzman oldum. Daha sonra da üroloji uzmanı oldum. Böylece iki uzmanlığım oldu. 25 yıl geriye dönüp baktığımda içimde bir eksikliği hep hissediyordum. Yazmayı ve hayallerimi bir yazıya dökerek, bu duyguları insanlarla paylaşmak, içimde bir uhde olarak kalmıştı. İlk deneme romanımın adını Kimlik trajedileri ve derin tabularkoymuştum.

TİGRİS HABER: Kitaplarınızı okumamış olanları merak içinde bırakacak bazı detaylar hakkında özet bilgiler verir misiniz?

G. ÖNER: Veremem. Şaka şaka. Birbirinin devamı olan iki roman yazdım. Bu romanın 1. cildi yaklaşık 630 sayfa, 2. Cilt de hemen hemen aynı kapsamda. Epeyce kapsamlı ve birbirinin devamı romanın başkahramanı da bir doktor. Adı Hikmet Dara. Dr. Hikmet, Nöro-psikiyatrist. Romanın ana teması ve hikayesi ise, Kürtlerin yaşadıkları coğrafyada geçiyor. Birbirinin uzantısı ve devamı olması nedeniyle, bir bölümü Türkiye’nin batısına da zorun olarak taşınıyor. Köyde doğup büyümüş Kürt çocukları, o zamanlar hiç Türkçe bilmiyorlardı. Türkçe ile resmi işlerde ve askerlikte zorunlu olarak yüzleşiyorlardı. Türkçe konuşmayı bilmedikleri için okul çağında yaşadıkları bu zorlukların bir cezası vardı. Dayak, aşağılanma ve hakaret. Devletin, Türk olmayan Müslüman halk ve halk ve toplulukları Türklüğe asimile etmenin bir yoluydu okullar.

1950’lerden günümüze dek uzanan siyasi ve toplumsal olaylara, zaman zaman bir projeksiyon tutarak bunları okuyucunun önüne sermeye çalışan bir kitap. 1. ciltte Kürdistan’ın kırsalında doğup hayata gözlerini açmış Kürd çocuklarının okul çağı yaşına geldiklerinde daha öncesinde hiç görmedikleri, duymadıkları bir dille (Türkçe) karşılaşmaları, öğretmen-okul-aile üçgeni içinde ortaya çıkan bir yönü trajik diğer yönü komik durumları okuyacaksınız. Bil yarasından mustarip bu çocukların yaşadıkları hayal kırıklıkları, umutsuzluk ve kendine güvensizliğe de ayna tutuyor. Anlayacağınız, herkesin vebadan korkar gibi kaçtığı, duymazdan, bilmezden ve görmezden geldiği bu dramlarla yüklü tabulaştırılmış, üstü örtülmüş sorunların örtüsünü az bir şey aralamaya çalıştım.

Kendi içinde kapalı toplumlarda, dudak uçuklatıcı durumlar ve buna bağlı tabulaştırılmış konular çok fazla. Bu tabular, dinin ve geleneklerin sıkı koruması altındadır. Ben saf bir deli olarak “kral çıplak” dedim. Başka delilerin de çıkmasını bekliyorum. “Kral çıplak” diyenler artıkça toplum bu gerçeklerle daha kolay yüzleşir. Tabii, bu sanıldığı kadar kolay bir şey değildir. Sosyoloji ve felsefeye ilginiz varsa, düşünüp sorguluyorsanız, gördüklerinizi ve yaşadıklarınızı toplumla paylaşmak vicdani ve ahlaki bir zorunluluk haline gelir. Dolayısıyla ciddi bir muhasebe ile karşı karşıya kalıyorsunuz. “Bunları kendime mi saklayayım? Yoksa toplum da bu gerçekleri bilsin” ikilemi içinde bir karar vermeye zorlanırsınız. Çok büyük travmalar yaşamış ensest mağdurları, bu hayati sorunlarını kolayca kimselere açmazlar. Süreç içinde güvenlerini ciddi bir şekilde kazanmış kişilere önce dolaylı ve parça parça anlatırlar.

“Ensest tecavüzler, toplumların çok derin ve dramatik bir kamburudur”

Bildiğiniz gibi benim doktor olarak uzmanlık alanım kadın hastalıkları ve doğumdur. Bu alanla ilgili, kişilerin üstesinden gelemedikleri ve içinden çıkamadıkları en sakınan mahrem konuların çözümünü doğal olarak doktorlarıyla paylaşırlar. Şeffaflığın, demokrasi ve özgürlüklerin gelişmediği kapalı toplumlarda tabulaştırılmış çok konu var. Bunlardan bir tanesi ve en yaygın olanı da şüphesiz ki ensest tecavüzlerdir. Ensest tecavüzlerin toplumla paylaşılması, açığa çıkması sadece buz dağının görünen kısmı gibidir. Bu tecavüzlere maruz kalan mağdurların yaşadıkları korkunç bir kabustur. Böylesi derin trajedilere maruz kalmış mağdurlar, ilk başta bunu saklama ve yadsımaya(inkâr) meyillidirler. Böylesi durumlarda toplumun hemen tamama yakını adeta üç maymunu oynarlar (Görmedim, duymadım, bilmiyorum) Toplum ve bireyler, başkalarının hayatını zindana çeviren bu türden tabulara dokunmaktan korkuyorlar. Birilerinin “kral çıplak” diyerek bu tabulara dokunması, bu duruma bir ayna tutan delilere ihtiyaç var. İşte o delilerden biri de benim.

TİGRİS HABER: Tabu-2 kitabınız ne tür konuları işliyor?

G. ÖNER: Tabu-2 kitabını okuduğunuzda toplumsal hayatın üç temel konusuyla yüzleşirsiniz.

1) Eşkıyalık konusu. 12 Eylül öncesi ve sonrasında Kürdlerin yoğun olarak yaşadıkları coğrafyada sürdürülen zulüm ve hukuksuzluğun beraberinde getirdiği adaletsizlikler, işkenceler ve katliamlara karşı canına tak eden bu onursuzluğu kabul etmeyip, dağları kendilerine mesken edinenler ile adli nedenli adam yaralamış veya öldürmüş kişilerin hayat hikayelerinden oluşmuş bir durum. Devletin tabiriyle “Eşkıya” “sergerde” diye tanımladığı kişilerin hayat hikayeleri üzerinden yürüyen bir konudur eşkıyalık konusu. Bu duruma düşmüş insanların, duyguları, özlem ve beklentileri ile toplum hayatına vurdukları damgalarla anılanlar konu ediliyor.

2) 12 Eylül askeri darbe sonrası, Türkiye’nin batısında üniversite gençliği içinde yeşerip boy veren radikal devrimci sol örgütler ile, yine Kürdistan bölgesinde Kürt devrimcilerinin bu süreci nasıl karşıladıkları, umut ve umutsuzlukları, özlem ve hüzünleri duygusal aşkları, hayal kırıklıkları ile darbenin beraberinde getirdiği ideolojik ve politik savrulmalarını konu ediniyor.

3) Ayrıca donanımlı eğitim almış, zengin ve entelektüel bazı kişilerin cinsellik ile ilgili yaşadıkları fantezilerinin anlatıldığı aşk oyunlarına da ayna tutuyor

TİGRİS HABER: Kitabınızın hem birinci cildinde hem de ikinci cildinde Eşkıyalık konusuna epeyce yer vermişsiniz. Bu konuya çok önem verdiğiniz anlaşılıyor. Bu toplumsal olgu, size ne anlam ifade ediyor?

G. ÖNER: Eşkıyalık konusu, bu topraklarda uzun bir tarihsel geçmişi olan, bu coğrafyanın en kadim milletlerinden biri olan Kürd toplumun karakteriyle özdeşleşmiş bir realitedir. Eşkıyalık, klasik Kürd edebiyatında da çok önemli bir yer tutar. Dengbejlerin okudukları stranlarda, hikâyelerde ve ağıtlarda eşkıyalığın bu yönlerinin çokça işlendiğine şahit oluyoruz. Eşkıyalık kavramı, akıllara yansıdığı genel kötü bir algısı var. Bu algı, Kürt eşkıyalığını gerçek anlamda tanımlamıyor. Çünkü iki tür eşkıya vardır. Bizim üzerinde durduğumuz ve anlamaya çalıştığımız bu insanların nasıl ve neden dağları mesken seçtikleri, onları duygularını, özlemlerini, nefretlerini, neyin uğrunda dağlarda hayatlarını tükettikleri konusundaki biyografilerini analiz etmek. Onun için, “eşkıya eşkıyadır” genellemesi yanlıştır. Bu genelleme o insanları tam olarak tanımlamaz. Birincisi, hayatın doğal akışı içinde ortaya çıkan olayların sonucu kriminal duruma düşmüş, adam öldürmüş, kadın kaçırdığı için adli ceza bedelini ödemek adına dağlara çıkıp, kendi kişisel çıkarları için yol kesen haraç toplayan insanlar. Diğer tarafta ise, siyasal ve sosyal talepler nedeniyle devletin bu kesimlere uyguladığı baskı ve zulmünden dolayı, dağa çıkmış olan kesimlerdir. Eşkıyalığın devlet nezdindeki imajı ile, eşkıyalığı seçmek zorunda kalmış olanların sosyolojik ve psikolojik gerçeklikleri çok faklıdır. Eşkıyalık, çok eski dönemlerde genelde bireysel bir tepki olarak müesses nizama karşı bir karşıtlık, bir başkaldırıydı. Kitapta, bu eşkıyaların sosyolojik, psikolojik, siyasi ve insani yaklaşımlarına da ayna tutuyor. Eşkıyaların tümü, pusu kurup insanları silah zoruyla soyan kişiler değillerdi. Diğer yandan, kaderin kötü bir cilvesi olarak belanın gelip bu kişilerin kucağına düşmesiyle zorunlu olarak elleri kana bulaşmış iyi karakter sahibi, insancıl ve vicdanlı eşkıyalar da vardı.

Bu kitapta eşkıyalığın her iki boyutuna da ayna tutulmuş. Eşkıyalık olayları, çok geniş bir perspektif içinde anlatımı var. Dışarıya duygularını çok yansıtmayan kişilerin içinde gizli tuttukları sırları ve bu sırların tabularla karıştığı durumlara da şahit oluyorsunuz. Ayrıca sosyoloji ve felsefe ile de ilgileniyorsanız, bu sizin olaylara bakış perspektifinizi daha da genişletir. Olaylara ve olgulara diğer insanlardan farklı bir gözle bakmanız size kaynak zenginliğini sağlar. Herkesin göremediğini, sorunların derinlerde yatan arka planını böylece siz görebiliyorsunuz. Doğal olarak, bu meziyetleriniz size bir avantaj sağlıyor.

TİGRİS HABER: 12 Eylül askeri darbe sonrası Kürt devrimcilerinin içine düştükleri ideolojik, psikolojik savrulma ve kırılmalardan bahsetmiştiniz. Bunu biraz daha açar mısınız?

G. ÖNER:12 Eylül askeri darbesi bir kâbus gibi toplumun üzerine çökünce, genelde Türkiye’deki devrimci sol, özel olarak da bölgedeki Kürd devrimci solu üzerinde devletin konsept şeklinde karar verdiği, yoğun psikolojik ve fiziksel işkencelere maruz kaldılar. Bu süreçte yargısız infazlara kadar varan devlet terörüyle yüzleştiler. Toplumun üzerine bir karabasan gibi çökmüş bu devlet terörü, haliyle dünyanın ilgisini Diyarbakır cezaevinde yaşatılan bu vahşetlerin üzerine çekti. Konuyla ilgil nice romanlar, filmler, şiirler yazıldı çizildi. Yazılmaya ve çizilmeye de devam edilecek.

İdeolojik duruşunu Marksizm’den alan devrimci solun bir ütopyası vardı. Bu ütopyanın temelinde bütün kötülüklerin anası olarak kapitalizm itham ediliyordu. Bu ideolojik anlayışa göre Kapitalizmi ortadan kaldırılıp kolektivizme, yani sosyalizme geçildiğinde, sömürü de ortadan kalkacak, insanlar eşit, mutlu, barış içinde ve müreffeh yaşayacaklarına inanılırdı. Bu inanca yürekten bağlanmış insanların hayallerinde yaşattıkları bu ütopyaları gerçekleşmedi. Sanırım hiçbir zaman da gerçekleşmeyecek. On binlerce gencin bu ütopyaları, 12 Eylül askeri darbesinin tank paletleri asker postalları altında ezildi. Bu umut ve hayalleri de tuzla buz oldu. Bir kısım ülkesini terk etti. Bir kısmı bunalıma girerek hayatına son verdi. Geri kalanı da cezaevlerinde ağır işkencelere tabi tutularak ruhsal olarak çökertilmeye terk edildiler. İşte romanın bu kısmında umutları kırılmış hayalleri tuzla buz olmuş bu insanların duygularını, yeniden umutlarını, hayal kırıklıklarını ve aşklarına ayna tutan bir kitaptır Tabu-2

TİGRİS HABER: Biliyorsunuz, bu devrimci Marksist talepler ilk defa batılı toplumlarda ortaya çıkararak dünyaya yayılmıştı. Batıda ortaya çıkan bu türden radikal gençlik hareketleri nasıl bir seyir izlemişti?

G. ÖNER: Batılı toplumlarda, orta çağı yırtan aydınlanma, yani rönesans imdatlarına yetişmişti. Büyük kısmı Müslüman olan (Çin, Japonya ve Hindistan hariç) Doğu toplumlarında MS binli yıllara kadar pozitif bilimlere büyük ilgi ve atılımlar yapılmıştı. Avrupa’da Rönesansın estirdiği ideolojik ve felsefi rüzgâr, Fransa’da ete ve kemiğe bürünmüş, insanlığın yaşam felsefesini temelde değiştirmişti. 1789 Fransız devriminin etkisiyle batı toplumunun alt ve orta sınıflarından gelen değişim arzu ve talepleri Dünyanın dengesini alt-üst etmişti. Dünyanın en ücra toplumları, bu radikal gelişmeleri şaşkınlıkla izlemişti. İlahi emirlerle yönetildiklerine inandırılan yığınlar, kral ve sultanları; “tanrının yeryüzündeki temsilcileri” olarak görüyorlardı. Fransız devrimi, bu anlayış ve inancı temelde sarsarak onu yıktı. “Eşitlik, adalet, özgürlük ve kardeşlik” şiarıyla Fransa’da başlayan radikal ve yer yer terörle devam eden dönüşüm isyanı, zaman içinde bütün Avrupa’yı etkiledi. Avrupa halkları, özlemini çektikleri özgürlük ve demokrasiye kavuşmak için çok ağır ve büyük bedeller ödediler. Yani batı toplumlarının içinde bulunduğu şu anki refah ve özgürlük anlayışına sahip olması öyle kolay olmamıştır.

Rönesans(aydınlanma) dinin toplumsal hayat üzerindeki mutlak müdahaleci hakimiyetini ve hurafelere dayalı manipülasyonlarına son verdi. Süreç içinde insanlar sekülerleşerek, toplumda gerçek anlamda laik bir anlayış gelişti. Gelişmiş Avrupa ülkelerinde şu an yaşanan laiklik ile, devletin otoriter zoruyla tebaa bir gelenekten gelen Anadolu toplumuna zorla dayatılan şekilci jakoben laikçilik arasında çok büyük farklar var. Rönesansın fikirsel alt yapısını hazırlayarak bu fikirlerin toplum tarafından özümsenerek hazmedilmesiyle doğal iç dinamiklerin harekete geçirilmesi sonucu radikal devrimleri tetikledi. Bu süreçler, bireyin kendi özgür iradesi ve vicdan çerçevesinde olaylara bakmasını getirdi. Hurafelerle çok ciddi mücadele edildi. “Eşit ve özgür vatandaş olma” kuralı, toplumsal alanın her tarafına yayılarak kök saldı. Bilim ve teknolojide baş döndürücü gelişmeler yaşandı. Bazı tabular masaya yatırılarak, hurafelere değil, bilim ve akıl ile yaklaşma anlayışını getirdi. Rönesansın topluma sunduğu akıl ve bilgi, bunun pratik bir yansıması olan Fransız devrimi, toplum, bireyler ve devlet arasında “toplumsal sözleşme” olarak bilinen anayasayı keşfetmiş toplum karşısında devlete ciddi sorumluluklar ve yükümlülükleri getirmiştir.

“Birey olunmadan, sorgulama olmaz”

Az gelişmiş veya gelişmemiş toplumlarda ise, hak, hukuk, adalet ve özgürlükler yerine, kökü eskilere dayalı toplumsal gelenek ve örflere göre toplumu yönetme ve ona yön verme yöntemlerine devam edildi. Mutlak monarşi, feodal veya modern tek adam diktatörlüklerle yönetilen ülkelerde topluma; “mutlak doğru” diye ısrar edilen davranışlar çerçevesinde hareket edilme dayatıldı. Böylesi yönetim altında yaşayan insanlar, ayakta kalmak, kendileri ve ailelerinin geleceğini garanti altına almak için dinsel veya ideolojik örgütsel yapılara dahil olma ihtiyacı duyarlar. Buna “Cemaat psikolojisi” veya “Cemaat kültürü” de diyebiliriz. Cemaatçilik, görüldüğü gibi sadece dinsel ve mezhepsel bir yapı değildir. Son derece modern, eğitimli ve üst meslek gurubuna mensup kişilerin ideolojik veya tarikatlara meyil göstererek dar, cemaatçi yapılarda pekâlâ yer alabiliyorlar. Dolayısıyla, cemaatçiliğin dincisi-dinsizi, sağcısı-solcusu yoktur.

Düşünme ve sorgulama yetisi ile kültürel birikimi zayıf o0lan veya hiç olmayan toplumlar, itaat ve tebaa toplumlarıdır. Bu toplumlarda insanların tutum ve davranışlarını belirleyen kriterler, vicdan ve akıl değil, verilen buyruk ve emirlere kesin itaattir. Böyle toplumlarda istenen emir ve uygulamaların sorgulanması ve eleştirilmesine müsaade edilmez. Demokrasiyi ve özgürlükleri içine sindirmiş erdemli toplumlarda, olaylara ve olgulara inanç ve ideolojik saiklerle değil, vicdanlarıyla karar verirler. Yanlışa karşı korkmadan çekinmeden “yanlış” derler. Oysa cemaatçi ve ideolojik temelli toplumsal birlikteliklerde bu tür sorgulamalar yapılamaz, yaptırılamaz. Kendilerine “doğru” diye öğretilenlere mutlak itaat etmeleri beklenir. Erdemli birey olamamış geri toplumlarda cemaatlerin ve ideolojik gurupların güç toplaması, hatta iktidar alternatifi durumuna gelmeleri böylesi katı müritlik anlayışıdır. Hal böyle olunca, toplum doğal olarak daha da içe kapanıyor. Bazı çıkar gurupları bu durumu lehlerine çevirmekten hiç zorlanmazlar. Bu kısır döngü, sürüp gider.

TİGRİS HABER: Tekrar romana dönersek, romanın can alıcı konularından biri de erotizm ve cinselliktir. Bu konuda bir şeyler söylemek ister misiniz?

G. ÖNER: Evet, erotizm ve cinsellik, gelişmekte olan ülkelerde özellikle Müslüman toplumlarda tabu olarak görüldüğü için, seks ve erotizmi insanlar sadece kendi aralarında konuşurlar. Bu konuların yazıya dökülmesi, toplum kesimlerine ulaştırılması başta devletin ve toplumsal kurumların engeli ve sansürüyle karşılaşmıştır. Hayatın bir parçası ve vazgeçilmezi olan cinselliğin okullarda ve toplu yerlerde konuşulması, toplumsal tabular arasında ön sıralarda yer alır. Batı toplumları, büyük bedeller ödeyerek rönesans devrimleri yaşamıştır. Doğulu toplumlarda bu kavramlar hala çok ciddi tabu olmaya devam ediyor. “Tabu-1” Kitabı piyasaya çıktığında bu konu ile ilgili bazı eleştirilerle karşılaştım "insanlar arasında yaşanan cinsellik durumları anlatırken, çok detaylara girilmiş, bu da kitabı epeyce müstehcen yapmış" diye.

TİGRİS HABER: Sizce bu eleştiriler haklı ve doğru eleştiriler miydi?

G. ÖNER: Bence değildi. Cinsellik insanlarda hem üreme hem de haz ve zevk alma eylemidir. Ruhsal ve organik bir rahatsızlığı olmayan her insan için cinsellik temel bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyacın öncelik diğer temel ihtiyaçlardan sonra gelebilir. Yani acil ihtiyaç sırası değişkendir. Hepimiz bu doğal arzu ve isteklerin ürünü değil miyiz? Bir an şöyle düşünelim; Bir roman yazıyorsunuz. Bilindiği gibi romanlar insanların duygularını, özlemlerini, endişe ve korkularını, aşklarını, kızgınlık ve sevinçlerini okuyucuyla paylaşan bazen bu duyguları onlara yaşatan edebi metinlerdir. Bazı okuyucular, romanın baş kahramanından fazlasıyla etkilenerek ona adeta ilahi bir kutsiyet atfederler. Onlara göre roman kahramanı hiç hata yapmaz, ayrıca ayıptır sevişmez. Yani roman kahramanı onlara göre dört dörtlüktür. Ne kadar komik değil mi? Oysa roman kahramanları da nihayetinden bizler gibi birer insan. Hatalarıyla, erdemlikleriyle, zaaflarıyla mertlikleriyle bizim gibi insanlar. Romanlarda anlatılan kahramanlar, yazar tarafından kendince onlara bazı üstün meziyetleri atfederler. Bu da gayet normal bir şeydir. Yazar, ayrıca bu meziyetlere biraz da kendi hayal gücünü ve edebi yönünü katar. Yazarın roman kahramanlarına ek meziyetler katması, kahramanın diyalog ve davranışlarını süsleyerek okuyuculara aktarması da normal bir durumdur.

Benim romanlarımda, adı geçen kahramanların hayat hikâyeleri yaşanmış gerçekliklerden alıntılanmıştır. Adı geçen bu kahramanların duyguları, hayata bakışları, sevinçleri özlem ve endişeleri ile cinsel arzu ve istekleri de şüphesiz edebi olarak az bir şey süslenmiştir. İnsanların erotik durumlarını yazıya dökerken, âşık oldukları veya cinsel ilgi duydukları kişilerle yaşadıkları fantastik-erotik durumlarını yatak odasındaki dört duvar arasına hapsetmek, bu yaşanmışlıklara bir sis perdesi çekmek, sizce doğru mudur? Bence doğru değildir. Böylesi bir duruma sansür denir. Sansür; bir gerçeği, yaşanan bir olguyu sanki hiç yaşanmamış gibi o hayat akışı içinden cımbızlayarak çekip almaktır. Bunu yaptığınız taktirde, o romanın ruhunu da sakatlamış olursunuz. Doğal olarak insanların olmazsa olamazlarından olan cinselliğe ait fantezilerini anlatmak, yatak odalarında yaşadıkları şehvet dolu sevişmeleri okuyucularla paylaşmanın etik dışı ve ahlaki olmadığı düşüncesinde değilim.

Bence yanlış ve sakat olan, yaşanmış bir gerçeği yok saymak, o yaşanmışlığı yaşanmamış gibi göstermektir. Bana sorarsanız bu ikiyüzlü bir davranıştır. Oysa insanların –kadını veya erkeği- kendi aralarındaki özel toplantılarda çok daha müstehcen olan cinsellikle ilgili konuları abartılı bir şekilde birbirlerine zaten anlatıyorlar. Ama söz bu doğal ilişki biçimlerini yazılı olarak toplumun önüne serilmesi konusu gündeme gelince, fena halde tepki gösteriyorlar. Tekrar söylüyorum; bu tepkiler samimiyetten uzak iki yüzlü tepkilerdir. Kadın ve erkek arsında doğal olarak gelişen erotik arzu, özlem ve duyguların yaşanmışlıklarını, heyecanını, yaşamış oldukları fantastik hayaller dünyasındaki duygularını yazmak, neden kötü olsun ki? Bu konu tabu kaldıkça, toplumun sağlıklı ve mutlu bir cinsel birlikteliğin anlaşılmasını da olumsuz yönde etkiler. Bir şey daha, bazıları belki çok kızacak ama ben yine de ifade edeyim. Toplumun geneli, fanteziler eşliğinde süslenmiş cinselliği ve sevişmeyi bilmiyor. Bu anlattıklarıma, kendilerini dünyanın merkezinde gören üniversite eğitimi görmüş, kalifiye meslek sahibi olan insanlar da dâhildir. Ben erotizmin entelektüel edebiyatını yazmaya çalıştım. Başarılı oldum mu? Onun kararını da okuyucu verecek.

Mümin Ağcakaya/ Tigris Gazetesi

27.09.2019

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.

Bu makale toplam: 3128 kişi tarafından görüldü.
Son Güncellenme:07:38:47

Son Makaleler

İnsanlık Değerlerinin Yerle Bir Edildiği, İnsanlık Erdeminin Çöktüğü Nokta; Soykırımlar2024 Seçiminin Patolojik Siyasal Anatomisi Üzerine Bir Kaç Söz?Kürt Siyasetçilerin Aymazlıklarına Kim Dur Diyecek?Mertliğin, Onurun ve Yiğitliğin Timsali; Yılmaz GüneyToplumlara 'Hakikat' Diye Dayatılan Sosyal Psikoz ve Sosyal Halüsinasyon Handikaplarından Kurtulmaları Mümkün Olabilir mi?Sekülerlik, Laiklik, Komünizm ve Sosyal Darwinizm Üzerine Felsefi Bir Analiz; Kürtler Bu Kavramları Nasıl Algılıyor? (2)3 Olgu, 3 Sonuç ve Toplumun Çok Hazin AymazlığıSekülerlik, Laiklik, Komünizm Üzerine Felsefi Bir Analiz; Kürtler Bu Süreçte Ne Yapmalı (1)Tarihten Hiç Ders ÇıkaramamaSelahattin Demirtaş ve Seher’in DramıSarı Hoca(İsmail Beşikci) Hakkında Birkaç Hayat Anekdotu'Derin Dewlet Nedır Abê?'Aptallığın Resmi Var Mıdır Acaba?Yalanlarla Zihinlere Kazınmış Ezberlerin Bozulması ve Hakikat'Xwedê Mırov Kor Neke, Kor Bikejî Kerr Neke' Sosyal Psikoz ve Hakikat'Cumhuriyet' Nedir? Ne Değildir?'İlericilik', 'Gericilik', 'Faşizm' ve 'Demokrasi' Kavramları Üzerinde Felsefi Bir Beyin FırtınasıSivil Katliamları İdeoloji ve Din Kisvesi Altında Savunan Barbarlık'Göz Bebeği' 'Göz Ağrısı' 'Göz Dikeni'Katliam, yağma, fetih ve işgalleri kutsama, bu kötülüklerin mağdurlarının torunlarının aymazlıkları üzerineBayramlar; Kimilerine Sevinç ve Mutluluk Vesilesi Olurken, Kimilerine Neden Hüzün ve Yok Sayılma Vesilesi Oluyor?Değerli Hukukçu, Hakperest İnsan, Hacı Akyol’un Anısına Saygıyla Toplumsal Hafıza, Mustafa Muğlalı ve 33 Kurşun olayı Sivas Katliamı Üzerine Tekrarlı Bir Hatırlatma Hakikat ve Vicdanla Bağdaşmayan Rutinleşmiş bir İnanç Ezberi; Kurban İnsanlığın Erdemli Olma Yolundaki Uzun Yürüyüşü; Evim mi? Devrim mi? İki Yüzlülük, Riyakarlık ve Yalanlarla Nereye Kadar?2023 Seçim Sonuçları Üzerine Birkaç Söz… Kaybedenler ve Kazananlar; Neden? Nasıl? Niçin?Yüz Yıldır Kürtlere Dayatılan 'Kırk Katır mı? Kırk Satır mı? ' Anlayışına Ne Zaman Dur Denilecek?Faşist Nobranlıkla Nereye Kadar?Bir Seçimin Sosyolojik ve Siyasal Anatomisi 'Denizler'in Yolu' ve Gerçekler Dersim Katliamı Olguları, Kavramları Çarpıtma Ve Türk Toplum Algısında Karşılık Bulmuş Politik-Şoven Psikoz 23 Nisanı Bayram Havasında Kutlayan Türkler, 24 Nisan Trajedisini de Unutmamalılar Toplumu İnanç Ve Bayrak Dayatmasıyla Terbiye Etmeye Çalışılan Oyunlar Ve ErdemlilikTarihte yaşananlardan ders çıkaramama ve son hazin siyasi aymazlık Kılıçdaroğlu'nun 'Halil İbrahim Sofrası' Temennisi ve GerçeklerSpor centilmenliği, seri katilleri kutsama ve faşistleşen toplum Coğrafyamızda meydana gelen deprem felaketi üzerine birkaç söz Riyakarlık, makyaj ve yalanlarla nereye kadar?Etnik nefretin aramızdan aldığı güzel insan; Hrant Dink 'Öteki'ye Olan Düşmanlık ve Nefret, Empati ve Erdemliliğe Dönüşebilir mi?100. Yılına girecek olan otoriter ve tekçi rejimin kalıcı otokrat bir rejime evrilmesine karşı mağdurlar ne yapmalı? 'Kimseye Verilecek Bir Çakıl Taşımız Yoktur' Veya ‘Ya Sev Ya Terket!' Metaforu Üzerine Birkaç Söz Nasıl Bir Anayasa?Sedama bındestîya Kurda azlû bu!Neo-Osmanlıcılık ile Neo-İttihatçılığın 100 yıllık ezeli düşmanlıktan, iktidar ittifakına geçmeleri ve 10 kasım üzerine birkaç söz Cumhuriyet mi, Demokrasi mi?2023 Seçimlerinde 'vatandaş bekası' için kime ve neye göre oy verilmeli?