\"Muhalefet\" cumhurbaşkanlığı seçiminin 2. turunu, seçmenler nezdinde bunu bir referanduma dönüştürme çabalarına rağmen, bu çabalar KIlıçdaroğlu\'nun seçimi kazanmasına yetmedi. Cumhurbaşkanlığı seçiminin 2. turunun nasıl sonuçlanacağı üç aşağı, beş yukarı hemen hemen belliydi. 21 yıllık AKP ve lideri Erdoğan iktidarının son 8-9 yılı, bu cumhuriyetin kuruluşundan günümüze dek tekçi, inkârcı ve ceberut otoriterliğini fersah fersah aşan otokrat bir rejime evirilmesinin ip uçlarını zaten veriyordu. Yüz yıllık bu zorba devletin, Türk olmayan farklı kimlikli kesimler üzerinde uyguladığı zulümlerin, baskı ve katliamların üstü örtülen trajik süreçlerden geçerek bu günlere gelmişti. AKP ve lideri Erdoğan, devletin kuruluş felsefesinde ifadesini bulan şoven Türk milliyetçiliği esaslı laik ve modern paradigmanın yönünü, Sünni-İslamcı ve Türkçü esası üzerine yeniden yapılandırmış, siyasi, kültürel, ekonomik ve sosyal ayrışmaları da beraberinde getirmişti. Adına \"Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi\" dedikleri ve pratikteki karşılığı otokratik ve totaliter bir rejime doğru hızlı adımlarla ilerlemeye devam ediyor.
Yürütme, yasama ve yargı gibi üçlü kuvvetler ayrılığını tek adamın iki dudakları arasında çıkan sözlerle yönetilmeye çalışıldı. Cumhuriyetin kuruluş yıllarındaki tek parti, tek adam diktatörlük rejimini bile fersah fersah aşan, 2. dünya savaşından sonra Nazizm ve Faşizmin insanlığa ve doğaya verdiği tahribatı yaşaması, batının uygar devletlerinin zorlamasıyla içinde Türkiye’nin de bulunduğu ülkeleri çok partili sisteme geçmeye zorlamış, göstermelik ve kağıt üzerinde de olsa var olan demokrasi ve özgürlük kırıntılarını da geri alarak, hukuk dışı karar ve uygulamaları hayata geçirmiş, mevcut darbe anayasasını bile \"lüks ve gereksiz\" gören hukuk tanımaz bir keyfilikle ülke kaynaklarını yakın akraba ve yandaşlara peşkeş çekmiş, tarikat ve bağnaz şeriatçı oluşumlara yeni genç müritler yetiştirmek için imkanları kıt ailelerin çocuklarını bunların yurt ve okullarına yönlendirilmek suretiyle geleceğin mutlak itaatkar askerlerinin devşirilmesi için devlet imkanlarıyla teşvik edilmiştir. Kamu parası ve mallarının \"vakıf yardımı\" adı altında bunlara peşkeş çekildiği, devlete alınan elemanların liyakat, bilgi ve sınav kazanma hakkıyla değil, uyduruk mülakatlarla kendi yandaşlarının doldurulduğu, ihale yolsuzluğunun ayyuka çıktığı bir ortamda bunun müsebbibi parti ve liderinin hala seçim üzerine seçim kazanmış olması düşündürücü değil mi? Muhalefetin büyük çoğunluğunun düşman başına söylem ve politikaları, ceberut devleti kutsayan, demokrasi, özgürlük kavramlarını lafta savunuyor görünen söylem ve davranışları herkesin malumu. Demokrasi ve özgürlükler konusunda samimi olmayan, çifte standartlı davranış sergileyen bir anlayış topluma güven verebilir mi? Bu alandaki beceriksizliklerini örtmek için \"Seçimde hile yaptılar, oylarımızı çaldılar\" hikayelerine sarılmaları, Kürtçe de böylesi davranışlara karşı kullanılan çok güzel bir söz var; \"Borîna tıreka, are cehîne\" (Kürtçe bilmeyenler bilenlere sorsun) Yer darlığı nedeniyle buraya sığdıramadığımız otokrat rejimin dudak uçuklatan icraatlarına rağmen, bu kötülüklerin merkezinde yer alan parti ve liderinin hala seçim kazanıyor olması dünyanın hiç bir ülkesinde görülen bir şey değildir. Bu, Türkiye ye özgü bir durum olsa gerek. Peki neden böyle?
Bu durumun elbette objektif ve somut nedenleri vardır. Bu nedenleri tarihi ve sosyolojik bir perspektifle yazmaya kalksak, sayfalar dolusu bir yazı ortaya çıkar. Bu da siz okuyucuları sıkar. Mümkün olduğunca konuları somuta indirgeyerek özetlemeye çalışacağız. İmparatorluk dağıldıktan sonra, Anadolu\'ya hapsolmuş Osmanlı Türk bakiyesi nüfus ile, Kafkas ve Balkanlardan göç ve mübadele ile gelen Türk olmayan Müslüman halklar, bu toprakları kendilerine vatan bellediler. 1. dünya savaşının hemen başlangıcında Osmanlı askeri ve sivil bürokrasinin Avrupa\'da eğitim görmüş aşırı Türk milliyetçi, Turan hayali sarhoşluğu yaşayan İttihatçıların bir saray darbesiyle II. Abdülhamid\'i devirmeleriyle iktidarı ele geçirmişlerdi. İttihatçıların fikir yoldaşı olan Mustafa Kemal\'in liderliğinde 1923 yılında adına \"Türkiye Cumhuriyeti\" denilen Türklük temelinde bir devlet kuruldu. İlginçtir ki o dönemde bu topraklarda yaşayan Türk nüfusun oranı, tüm nüfus içinde yüzde 35 i geçmediğinin de altını çizelim. Böylece tekçi, inkârcı ve ceberut devletin yüz yıllık zulüm, kan ve gözyaşı ile sürdürülen serüveni de başlamış oldu. İmparatorluktan gelmiş tebaa bir topluma, yasalarla çerçevesi çizilmiş, devletin kolluk kuvvetlerinin baskısıyla zorla dayatılan kılık kıyafet ve zoraki laik yaşam tarzı, kurulan devletin adını taşıyan Türk ifadesi, öz be öz Türk olan toplumun büyük çoğunluğu tarafından benimsenmedi. Bu durumu doğal olarak kendilerine zorla dayatılmış bir zulüm olarak gören muhafazakâr ve dindar Türklerin torunları, “Helalleşme” isteyen CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun bu çıkışına güvenemediler. Çünkü dedelerinin yaşadığı baskı ve korkuları kendi hafızalarında tazeliğini koruyor. Çarpıtılan bu gerçekler bilinmeden, Orta Anadolu\'nun muhafazakâr insanların duygu ve davranışlarını anlamak mümkün olmaz. Yüz yılın birikimiyle ortaya çıkan ayrışma, önyargılar, nefret ve güvensizliğin objektif pratik sonuçlarıdır bunlar. CHP’nin içinde peygamber bile çıksa bu haliyle olumlu bir sonuç elde edilemez. Muhafazakâr ve dindar Türklerin bu kendi devletlerinin bu ceberut ideolojik dayatmalardan çektiklerinin onlarca katını Kürtler, Aleviler ve Türkiye’nin diğer mağdurları çekmiş. Bütün bunlara rağmen bu mağdurlar, CHP genel başkanı Kılıçdaroğlu\'na ezici çoğunlukla oy verdiler. Bu çelişkilerin analizini de başka bir yazıya bırakalım. Bilindiği gibi Türklerin, bu topraklara gelip yerleşmeleri, fetih ve işgallerle olmuştu (1071) Oysa bu toraklarda binlerce yıldan beri, imparatorluklar kurmuş (Ermeniler) belli tarihsel dönemlerde dönemin devlet dengi olarak kabul edilen beylikler kurmuş Kürtler, Lazlar, Süryaniler ve Doğu Roma İmparatorluk halkı olan Rumlar yaşıyordu. Türk etnik devleti, gayri Müslimleri bu topraklardan sürmüş, Müslüman halkları da Türklük potasında devlet zoruyla eritmenin yollarını denemişti.
Bu yüz yıllık süreçte, Kendilerini Türk aidiyeti içinde görenler dahil, devletin zihinlerine şırınga ettiği \"iç ve dış düşman\" fobisi, hayatın her alanında bu korkuları canlı tutmuş; \"Bizleri bölmeye ve parçalamaya çalışıyorlar. Son Türk devletini de yıkarak bizleri buradan sürecekler. Yedi düvel bize düşman. Türk\'ün Türk\'ten başka dostu yoktur\" gibi hezeyan ve korkular, muhafazakâr, laik bütün toplum kesimlerinin bilinçaltına yerleştirdiler. Otokrat rejim, bu durumu bildiği için, kendisine yarayacak şekilde bu korkuları kaşıyıp kanatırcasına kendi siyasi emellerine göre kullandı. İç Anadolu ve Karadeniz\'in içine kapalı, dünya ile bağlarını koparmış, farklılıklardan korkan, yabancılara hep kuşkuyla bakan çoğunluk; \"Eyvah vatan elden gidiyor\" telaşına kapıldılar. İktidar bu korkuyu daha da derinleştirerek 36 yıldan beri sürdürülen kirli ve kuralsız savaşta on binlerce insanın hayatına mal olmuş bir tablo toplumun önünde duruyor. Bu bakış açısı; \"Askerimizi ve polisimizi şehit eden bölücü terörist elebaşları Kılçdaroğlu\'na destek veriyor\" algısının oluşmasıyla, rejimin bu ayırımcı ve talancı duruşuna karşı olan muhafazakâr kesimi tekrar Erdoğan’ın kucağına attılar. Kürtlerin başındaki en büyük talihsizlik, çağdışı kalmış 21. yy. ın hayata bakış kod ve argümanlarını anlamayan, içinde bulunduğumuz çağı doğru okuyamayan 1970’ler de kalmış soğuk savaş eseri totaliter zihniyetli PKK yöneticilerinin; \"Kemal Kılıçdaroğlu\'na oylarınızı verin. AKP-MHP Faşist rejimini yıkacağız\" açıklamalarıyla İç Anadolu, Karadeniz hatta sahil şeridindeki şehirli modern ılımlı milliyetçileri bile tedirgin ederek içlerine sinmese de otokrat rejimine oy verdiler. Dolayısıyla bu açıklamalar otokrat rejime yaradı. Bunun halk arasındaki adı \"Sol gösterip sağ vurmak\" denir. Bu açıklamaları peş peşe yağdıran Kandildeki dinozor yöneticiler, Türk çoğunluğun yönünü otokrat rejimin bunca kötülüklerine rağmen \"Vatan elden gidiyor\" korku ve endişesiyle Erdoğan\'a sarıldılar. Tıpkı Kürtlerin düştükleri duruma düşmüşlerdi. Kürtlerin ulusal özgürlüğü adına yola çıktığını iddia eden PKK, yaptıkları eylemlerin tamama yakını Kürtlerin aleyhinde sonuç vermiş, en meşru, en masum temel hak talepleri, PKK\'nin şiddet sarmalı tarafından zehirlenerek, başka alternatif olmadığı için \"namus belası\" na kerhen onları desteklemeleri gibi bir arafta duruyorlar. HDP\'nin değişmez kayyım eş genel başkanı Pervin Buldan ile milyonlarca kürdün hak ve hukukunu ezberlediği birkaç laubali sözlerle karikatürize etmeye çalışan şaklaban Sırrı Süreyya Önder gibilerin oyuncağı durumuna düşmüş. Sırrı Süreyya Önder, seçim sathının ilk propaganda konuşmasında, dakika bir, gol bir misali; \"Sanırım sayın Öcalan\'da şu an bizi izliyor veya duyuyor. Ona da buradan selam gönderelim\" açıklamaları tam bir provokasyondu.
Kılıçdaroğlu\'nun 2. turda da seçimi kaybetmesinin ikinci önemli nedeni ve kimsenin üzerinde durmadığı çok önemli bazı noktalar var. Genel başkanı olduğu CHP\'nin klasik üstenci, kendi halkını hor gören ideolojik yaklaşımları, yeri ve zamanı geldiğinde bu bakış patlama şeklinde kendini dışa vuruyordu. 1. turun hemen sonrasında, sosyal medyada azımsanmayan sayıda kişilerin özellikle asrın felaketini yaşamış depremzedelere Erdoğan\'a oy verdikleri için ağıza alınamayacak küfür ve hakaretler savuran azılı faşistler, sosyal medyada cirit atmaya başladılar. CHP yöneticileri kendi taraftarı bu faşistlerin hakaretlerinin 2. tur seçimde aleyhlerine dönmemesi ve oluşabilecek olumsuz tepkileri dindirmek için \"Depremzedeler bizim başımızın tacıdır\" dediler. Ama bu açıklamalar depremzedeleri tatmin etmemiş olacak ki oy kullanımlarında bir değişikliğe yol açmadı. Bu türden hakareti yapanlar, depremlerde her şeylerini kaybetmiş, deyim yerindeyse dibe vurmuş bu insanların oylarını neden iktidar partisine verdikleri gerçeğini hala anlamıyorlar. Bu hakaretleri sıralayanlar öyle münferit birkaç kişi değiller, milyonlarcası var. Muhafazakâr ve dindar Türk çoğunluğu, bu kesimin \"Her şeyin iyisini biz biliriz\" üstenci anlayışın aynı tas aynı hamam olduğu inancındaydılar. Haksız da değiller. CHP\'nin milliyetçi, Jakoben laik ve katı pozitivist ideolojik dayatmalarından dedeleri çok çekmişti. Bu kesim Kılıçdaroğlu\'nun samimiyetine inansalar bile, CHP kurmaylarına inanmıyorlar.
Kemal Kılıçdaroğlu CHP\'nin bu katı, otoriter ve tek tip ideolojik dayatma siyasetiyle Mahşere kadar seçimle iktidar yüzünü göremeyeceğini anladı. CHP içinde kendisine yakın bulduğu, çağı daha iyi okuyan, Kürtlere ve Türkiye\'nin diğer mağdurlarına yapılmış zulüm ve haksızlıkları kabul eden, helalleşme ve yüzleşmeye yatkın genç kadroyla işe koyulmuş durumda. Bu kesiminde alması gereken epeyce yol olduğu bir gerçekliktir. Kılıçdaroğlu, bu aşamada, CHP\'nin jakoben laikçi ve şovenizme varan milliyetçi ilkelerinin demokratik bir reformunu göze alamadı. Partinin tek adam diktatörlüğü döneminde üzdüğü, küstürdüğü kesimlerle \"helalleşme\" adı altında temasların devamında aradı. Parti yönetiminde ve tabanda hala etkili olan Ulusalcı-İttihatçı kesimleri ürkütüp kaçırtmamak için böyle bir yol seçtiğini tahmin ediyoruz. Ülkenin bu siyasi konjonktöründe işi çok zor. Bu olumsuz şartlara rağmen böylesi bir kampanyayı yürüttü. Epeyce de başarılı oldu. Partinin 1930’lardaki milliyetçi-ırkçı siyasetinin sürdürülmesinin devamından yana Ulusalcı-İttihatçı kesimler içinde toplumda tanınmış birkaç ismi vermekte yarar var. Bunların başında Muharrem İnce geliyor. DSP’lilerin bir kısmı, eski barolar birliği başkanı Metin Feyzioğlu, eski İstanbul baro başkanı Ümit Kocasakal, Hulki Cevizoğlu, Nedim Şener ve daha niceleri Cumhur ittifakı tarafına geçtiler. Bir kısmı da AKP\'den milletvekili seçildi. Bunlar Kılıçdaroğlu\'na açık düşmanlığa varan bir nefretle saldırdılar. Partinin içinde kendilerini gizleyip Kılıçdaroğlu\'nun aleyhinde epey çalışan bir kesim var. Seccade olayı bunun en somut örneğidir. CHP içinde Kılıçdaroğlu\'nu Sünni muhafazakâr kesimin gözünde güvenilmez ve küçük düşürmek için planlanmış bir tezgahtı. En büyük nedenleri de Kılıçdaroğlu\'nun Alevi-Kürt kimliğiydi. Kılıçdaroğlu her ne kadar Kürt olmadığını söylemiş olsa da deklere ettiği Alevi kimliği nedeniyle \"Beyaz Türkler \" tarafından hazzedilen bir durum değildi. Seçim öncesi olası adaylığında Kılıçdaroğlu\'nun bu kimliğinin bu türden sorunlara yol açabileceği uyarısında bulunmuştum. Demokrat, sözlerinin arkasında duran, samimi Sünni Türk\'ün muhalif bir aday üzerinde anlaşılırsa seçimin daha kolay kazanılacağını mevcutlar içinde en uygun adayın Deva Partisi genel başkanı Ali Babacan olduğunu belirtmiştim.
Kılıçdaroğlu\'nun hakkını vermek babında, Muharrem İnce\'nin yaptığının tersine, seçimi kaybettikten sonra ortadan kaybolmayarak, resmi olmayan sonuçların ortaya çıkmasıyla kameralar karşısına çıkıp ağırbaşlı ve olgunlukla seçimi kaybettiğini kabul etmesi erdemli bir davranıştı. Aynı şekilde ona oy verenlere teşekkür ederek onları demokrasi mücadelesinde birliğe davet edip \"devam\" kararı da bir o kadar doğru ve önemliydi. Kılıçdaroğlu bu konuda bir ilki başardı. Toplumun nefrete varan siyasi kamplara bölünmesini kısmen de olsa tersine çevirmesi yolundaki çabalarının toplumda karşılık bulması, ilerisi için umut vericidir. Seçim sonrası gelenek haline gelen CHP hizipçiliğinin onu istifaya zorlamasına boyun eğmemesi gerekir. \"Nerde yanlış yaptım\" ya da yaptık diye sorgulayarak bunlardan ders çıkarmalı. Birbirinden farklı düşünen 6 partiyi asgari müştereklerde birleştirmek kolay değildir. Kılıçdaroğlu onu başardı. Otokrat rejimi sallayarak koltuktan indirme eşiğine getirdi. Bir sonraki sallayışta iktidardan indirilebilir. Yanlış yapmazsa. Kılıçdaroğlu\'nun en büyük hatalarından birisi de iç savaş nedeniyle evlerini yurtlarını terk etmiş kendilerinin ve ailelerinin hayatını kurtarmak için bu ülkenin vicdanına sığınmış insanları, apar topar diktatör rejimin ve kafa kesen şeriatçı vahşilerin kucağına atacak anlamlara gelen söz ve üslubuydu. Bu tavır insani ve vicdani değildir. Kılıçdaroğlu, milyonlarca insanın ölüm korkusuyla kendilerini bu ülkenin vidanı ve namusuna teslim etmiş yoksul garibanları göndereceğine, otokrat rejimin desteklediği, koruyup kolladığı adına Suriye milli ordusu denilen çapulcu liderlerini ve kafa kesen El Nusra elebaşlarının boğazdaki yalılarda zevk-u sefa içinde yaşamaları konusunu dile getirip kamuoyunun dikkatini bunların üzerine neden çekemiyor.
Bu seçimde kaybeden kimler oldu? Başta muhalefet partileri, kendi siyasi sorumluluklarını yerine getiremediler. Halkla kaynaşamadılar. İkinci Kaybeden PKK ve HDP oldu. Politik tavır ve söylemleri tam bir faciaydı. Gizli Erdoğan destekçileri durumuna düştüler. Bu kadar emek, haksızlık ve zulümlere rağmen Selahattin Demirtaş\'ın partiyi taşıdığı noktadan yüzde 50 gerilettiler. Muhalif Kürtlerle barışıp ittifak kuracaklarına, aşağılanan, coplanan yoksul Kürt kadınların sırtından vefa nedir bilmez, küstah, yeri geldiğinde yüzlerindeki maskeyi çıkarıp şovenleşen marjinalin marjinali Türk soluna biçilen değer Kürtleri \"yeter artık\" dedirten bir konuma getirdi. Yöneticiler istifa eder mi? Sanmıyorum. Kazanan kimler; Başta Erdoğan, azılı faşist ve ırkçılar, İttihatçı-Ergenekoncular. Muhafazakarların dinci-şeriatçı kesimi.
Dikkatinizi aşağıdaki haritaya çekmek istiyorum. Kırmızı ile boyanmış yerleşim Alanlarının doğu ucunda Kürtlerin ezici çoğunlukla yaşadıkları yerler. Trakya bölgesi hariç tutmak gerek. Orada yaşayanların çoğu yüzü batıya dönük laik ve modern yaşamı benimsemiş göçmenlerin torunlarıdır. İstanbul ve sahillerde Kürtlerin zoraki göçlerle o bölgelere savrulmuş, hayatlarını idame etmek için oralara yerleşmiş Türk-Kürt karışımı nüfusun yaşadığı kentler. İç Anadolu ve Karadeniz\'de yerleşik Kürt nüfus yok denecek kadar azdır ( Konya hariç) bu yerleşim yerleri ise Turuncuyla boyanmış olduğuna dikkat edin. Bu bölgede, yoğunluklu olarak dünyaya kapalı, muhafazakâr- Milliyetçi Türklerin ezici çoğunlukla yaşadıkları yerleşim yerleridir. Kürtler doğal olarak çağdaş bir yaşam, demokrasi ve özgürlükler için gereken çabayı fazlasıyla göstermişlerdir. Demokrasi iddiasında olan samimi muhalefetin turuncu bölgedeki vatandaşların güvenini kazanacak samimiyet ve çabayı göstermeleri elzemdir.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.