21. yy’in ilk çeyreğini de devirdiğimiz bu zaman diliminde, insanoğlu kendi içindeki arayışta barışı, mutluluğu ve erdemli bir toplumsal yapıya ulaşmak için arayışlarını sürdürmeye devam edecektir. Bilimsel verilere göre, canlılar içinde Homo Sapiens türü (insan) yakın ataları olan diğer canlılardan farklılaşması yaklaşık olarak 5,5-7 milyon yıl öncesine dayandığı varsayılmaktadır. İnsanoğlu beceri, toplumsal hayata adaptasyon ve zihinsel evrim sürecinden geçerek gezegenimizde diğer canlılar içinde doğa üzerindeki mutlak hakimiyetini tartışmasız bir şekilde ortaya koyarak kanıtlamıştır. İnsanda var olan bu zekâ üstünlüğü, beraberinde ekonomik olarak güçlü, dönemin modern silahlarıyla donatılmış ordular kurarak üstün ve muktedir olma egosunu da beraberinde getirmiştir. Devletleşerek, güçlü ordular vasıtasıyla zayıf olanlar üzerinde vahşete ve barbarlığa varan zorbalıkları ve yağmayı da beraberinde getirmiştir. Kendi türü içinde deri rengi ayırımcılığı ve ırkçılığı yaparak siyahiler köleleştirilmiş, organize olmuş güçlü ve zengin beyazlar zayıf ve güçsüz diğer beyazlar üzerine de ekonomik, sosyal ve etnik hegemonyalar kurmuştur.
Güçlü olanın haklı görüldüğü barbarlık dönemi ve günümüze kadar, toplumun düşünür ve filozofları, insanlığın barış içinde, toplumsal yaşamı kolaylaştıracak, anlamlı hale getirecek yeni fikirler üreterek topluma ve yöneticilere bu önerilerini dile getirmişlerdir. Orta çağ sonuna doğru, İnsanlara dinsel öğreti üzerinden "günah" ve cezalar üzerinden toplumlara yön vermeye çalışılmış, bu da toplumdaki haksızlık, eşitsizlik ve zulümleri ortadan kaldırmaya yetmemişti. Modernite ve ulus devletler çağında ise, toplumların hayatını esir alan ideolojileri görüyoruz. Orta çağ ve öncesinde dinlerin yönlendirici etkisiyle hayatı algılayan, dinsel motif ve buyruklara göre hayatı yorumlayan toplumun tamama yakını, böyle bir inanç içindeydiler. Modernite çağında ise, dinsel hurafeler yerini dogmatik ideolojilere bıraktı. İnsanlar ve toplumları ideolojik kamplara böldüler. Bu ideolojilerin en kötü ve iflah olmaz yanı, takip ettikleri ideolojik yolun "mutlak doğru" olduğuna kendilerini inandırmış olmalarıydı. Oysa mutlak doğru diye bir şey yoktur. Ulus devletlerin en belirgin özelliği milliyetçi ve otoriter diktatörlüklere dönüşmüş olmasıydı. Güçlü bir ekonomi ve modern silah sanayisine kavuşan büyük imparator devletlerin bazıları totaliter diktatörlüğe evrilerek, insanlık için geliyorum diyen felaketlerin fitilini ateşlemişti. Reel Ortodoks komünizm ve faşizmin dünya hâkimi olmak için birbiriyle girdikleri rekabet çok kötü biten facialar silsilesini harekete geçirmişti. 1. ve 2. dünya savaşını bu nedenle başlatarak yüz milyona yakın insanın hayatını kaybetmesine, binlerce şehir ve kasabaların harabeye dönmesine sebep olmuştu. Buna rağmen devletler ve insanlık barışçı, adil ve erdemli bir toplumsal yapıya bir türlü ulaşamadı.
Bütün dinler ve ideolojiler şüphesiz ki birer dogmatik dayatmalardır. Dinler, topluma ilahi Kudret adına (Tanrı, Allah) tebliğleri emreder. Dinlerin, "Tanrının tebliği" dedikleri hiçbir şeyi sorgulayamaz, eleştiremezsiniz. İnanırsınız ya da inanmazsınız. Her din kendi içtihatlarını şüphesiz ki "Tek ve mutlak doğru" kabul eder. İdeolojilerde öyle. Bu iki sistemin topluma dayattıkları mutlak itaata uymayı gerektirir. Örneğin. 1400 yıllık bir geçmişi olan Müslümanlık, etkilediği ve yayıldığı toplumlarda, iki farklı şeriatı uygular. Şia ve Sünni İslam şeriatı. Her iki şeriat uygulamasında da hak, hukuk, adalet, emek, cinsiyetler arası eşitlik olmadığı gibi diz boyu yoksulluğun sürüp gittiğini görürsünüz. Bu şeriat uygulamalarının toplumu sefalete sürüklenmesinin nedenini sorduğunuzda, hemen size; "O ülkelerin hiçbirinde gerçek şeriat yoktur" derler. Modern çağın en etkili ideolojilerden olan Komünizmin 20. yy ın ilk ve son çeyreğinde reel olarak kurulduğu ülkelerde, insan hak ve hukukunun kırıntılarının dahi olmadığı, emeğinin karşılığının alınmadığı, demokrasi ve özgürlüklerin esamesinin okunmadığı sistemi rejimleri eleştirdiğinizde de müritlik derecesinde bu ideolojinin esiri olmuş kişiler; "O ülkeler, gerçek sosyalist ve komünist ülkeler değiller." kendilerinin düşündükleri İslam şeriatı ve komünizm anlayışında, toplumun yarısına yakının ortadan kaldırılmasıyla sonuçlanması muhtemeldir. Bu kez de başkaları çıkıp bu uygulamaların, gerçek İslam ve Komünizm olmadığını dillendirirler.
Bir anekdot daha. Müslüman ülkelerde muktedir klikler arasında baş gösteren iktidar ve rant savaşları kargaşasında, yoksul halkın kendi ailelerinin hayatlarını kurtarmak için neden komşu Müslüman ülkelere değil de hayatlarını tehlikeye atıp binlerce km yi denizler üzerinde kat ederek dincilerin "gavur" dedikleri, ama mevcut ülkeler içinde insan haklarına saygılı demokratik kriterlere uyan batılı ülkelere sığınıyorlar? Bu sorunun cevabını, ahlaklı ve vicdanlı bir Müslüman verebilir mi? Bu kez sol, sosyalizm ve komünizmi savunan, laf lafı açtığında mangalda kül bırakmayanların kendi ülkelerindeki anti-demokratik faşist rejimlerin zulmünden kaçarken neden devletlerinin resmi adları "Demokratik" ve "Halk cumhuriyeti" olan Kuzey Kore, Çin ve Küba'ya gibi ülkelere değil de "Emperyalist" "Kapitalist" dedikleri ülkelere sığınıyorlar? Hani yoldaşlık hukuku vardı? Orada duygusal olarak kendilerini daha rahat hissetmezler miydi?
Sonuç olarak, hak, hukuk, adalet, emek, etnik aidiyet ve inanç baskısı ve zulümleri sürdüğü müddetçe, insanlar bu mücadeleyi sürdürecek. Şeriatı getirmekle, komünist İdeolojik dayatma ve toplumsal mühendislik projeleriyle toplumlar dizayn edilemezler. Bu durum miadına daha ulaşmamış bir prematüre bebeğin zorlamayla doğurtulması demektir. Devrimlerin toplumlara huzur ve mutluluk getirdiği hiçbir yerde görülmemiştir. Çünkü kanla iktidara gelenler, çoğunlukla kanla giderler. Devrimler, rövanşist ve intikam duygularıyla hareket edildiği için başka mağduriyetlere yol açıyor. Toplumun hazır olmadığı, kendisine tamamen yabancı olan yaşam tarzına zorladığınız zaman, eninde sonunda bu durum patlak verir. Toplum bıraktığı yerden devam eder. Buna en güzel örnek Türkiye'deki Kemalist cumhuriyetin tekçi ve inkârcı ceberut dayatmasıdır. Yüzlerce yıl İslami bir imparatorluktan gelen vatandaşlarının ezici çoğunluğu tebaa olan bir toplumu devletin mahkemesi, okulu ve süngüsüyle, giyim-kuşam ve yaşam tarzının değiştirilmesini zorbalıkla dayatmanın hazin sonunu yaşıyoruz. Türk toplumunun çoğunluğu, Osmanlı şeriatına dönmekte fazlaca bir zorluk çekmediği anlaşılıyor. 21 yıllık şeriatı savunan parti ve liderini hep iktidar yapıyor. Reel Ortodoks Komünist uygulamalar da ancak 70 yıl dayanabildi. Sonunda yıkılarak Putin şahsında modern Çarlık rejimine geri döndü. İnsanlık eninde sonunda erdemli bir yapıyı yakalayacaktır. Bu zorlama ve devrimlerle değil, evrimle su yolunu bulacaktır. Aslolan herkes için amasız fakatsız gerçek demokrasidir. Anlaşılan süresi belli olmayan bir zaman ihtiyaç var.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.