İnsanoğlu, kainatın sonsuzluğu içinde "dünya" adını verdikleri minik bir gezegen üzerinde bir kaç milyon yıllık bir yaşam serüvenine sahip ölümcül bir varlık. Bunca deneyim ve tecrübeye rağmen, kendi türüne karşı göstermesi gereken hoşgörü ve erdemli duruşu maalesef hala yakalayamadı. Milyon senelik bu yaşam tecrübesinde genlerinin derinliklerinde mevcut vahşilik ve barbarlık egosu onu bu ikilem içindeki kısır döngü de dolaştırıp durdu. Sadece dönemin ruhuna uygun kullanılan argüman, enstrüman ve silah çeşitleri değişti. İnsanoğlunun fıtratındaki bu yağma, vahşilik ve sahiplenme dürtüsü, bu doyumsuzluğuna meşruiyet kazandırmak için de her dönem buna uygun bir kılıf uydurmuştur. Bu kılıfın etkili ve inandırıcı olabilmesi için de, toplumun büyük çoğunluğunun kayıtsız-şartsız inandığı kutsal değerlerin arkasına sığınmıştır. Bu savunma kılıfı her zaman din, mezhep veya ideoloji olmuştur.
İnsanoğlunun doğaya hakim bir canlı türü olarak ortaya çıkması, özellikle Ortaçağ miskin dinsel hurafelerini yıkan Rönesans (aydınlanma) dönemi olmuştur. Bilim ve teknoloji alanında gelişen baş döndürücü icatlar Kral, Şah, Çar ve Sultanların "Allah'ın yeryüzündeki temsilcileri" şeklindeki algısını yerle bir etmiş, dinsel hurafelerin sorgulanmasını toplumun algısına yerleştirmişti. Böylece sarsılmaz diye bahsedilen eski taşların yerinden oynatılmasına neden olmuştu. Modernite çağı adı verilen ve insan zihninde çığır açan bu zaman diliminde yaşananlar, insanların zihnine adalet, hakkaniyet, eşitlik ve hoşgörü fikrini aşılamış olsa da bunun pratik yansıması arzulandığı gibi gerçekleşmedi. Rönesans fikrinin en şoke edici pratik hayattaki karşılığı şüphesiz ki Fransız devrimiydi. Bu devrim, Kralların, Allah adına kullandığı egemenliğine son vermiş, egemenliğin kullanmasını topluma vermiş olmasıydı.
Bu durum, insanlığın toplumsal yaşam döngüsüne yön veren demokrasi ve özgürlük kavramları, o zamanki toplumun çocukluk dönemine tekabül ettiği için, istenilen ve arzulanan amaca ulaşamadı. Fransız devrimi, bilim, siyaset, felsefe, sosyoloji alanında da büyük ilerlemelere imza attı. Bazı kavramları hayatın olmazsa olmaz temel prensipleri haline getirerek o kavramları toplumsal özgür yaşamın vazgeçilmezleri yaptı. "Ulus", "Cumhuriyet" "eşitlik" "kardeşlik" "adalet" gibi yeni kavramları toplum hayatına monte etti. Rönesans fikrini Fransa'da hayata geçiren radikal devrimciler, iktidara gelir gelmez, pratik hayata yerleştirmek istedikleri bu kavramlar, toplumun mevcut sosyolojisinin fersah fersah ilerisindeydi. Dolayısıyla bu teorik kavramları pratikte yerli yerine oturtmanın somut güçlükleri yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Ayrıca, devrim liderlerinin kendi aralarında çıkan fikir ayrılıkları, tasarlanan cumhuriyet erdemliliği topluma benimseterek kurumsallaştırmanın öyle kolay bir şey olmadığı görüldü. Bunu barışçıl bir şekilde gerçekleştirmenin zor hatta imkansız olduğu düşüncesine kapılarak, bu geçişi radikal devrimci şiddete oturtmaya çalıştılar. Bu da terör demekti. Sonuç devrime liderlik etmiş olanların tamamı süreç içinde bu terörden nasiplerini alarak giyotin altında son nefeslerini verdiler. Erdemlilik için ilk başta büyük umutlar vadeden Fransız devrimi, jakobenlerin iktidarında toplumda büyük hayal kırıklığına yol açtı. Jakobenlerin tek adam diktatörü Maximilien Robespierre çok katı ve sert bir liderdi. Avukat olan Robespierre aynı zamanda çok iyi bir hatipti. O da dahil, Marat, Danton ve Saint- just gibi devrimin en parlak çocuklarıydılar. Sonuçta devrimin kurbanları oldular.
Türk ulus devlet inşasının fikirsel altyapısını Fransız devrim ekolünden kopya edildi. Türk ulusçuluğunu ete kemiğe büründüren kişi olan Mustafa Kemal, tipik bir Jakobendi. Ayrıca, Maximilien Robespierre İn de önde gelen hayranlarından biriydi. 20. yy ın ilk çeyreğinde, Mustafa Kemal kurulacak yeni devlette bu siyasi dalgayı tek tek not etmişti. O da, siyasal rakiplerini bu ekol ile tasfiye etti. 20. yy da bu tasfiyeyi elbette giyotinle yapamazdı. İttihatçıların kullanmış oldukları yolu izledi. İttihatçıların kurmuş oldukları gizli tetikçi örgüt olan Teşkilat-ı Mahsusa elemanlarını kullanarak adı geçen rakiplerini bu şekilde bertaraf etti. Mustafa Kemal, bu topraklarda Osmanlı bakiyesi çok kültürlü, çok dilli ve çok inançlı bir yapıya sahip toplumu Türklük ve Sünni İslam potasında süngü gücüyle eritmeye çalıştı. Böylece, Hibrit (Melez) bir alaşım ulus yaratmaya çalıştı. Bunu kabul etmeyen Kürtler ile yüz yıllık süren bir çatışma ve savaşı Türk ve Kürtlerin önüne koydu. Yaşatılan onlarca trajik katliamları tarihe miras olarak bırakıp gitti. Devamında anlatacağımız gibi İnsanlığın büyük umut beslediği modernite çağının pratiğe yansıma biçimi, beraberinde insanlık için yeni sorunları, yeni adaletsizlikleri ve çok ağır toplu katliamları beraberinde getirerek büyük bir hayal kırıklığını beraberinde getirdi. Bilim ve teknoloji alanındaki baş döndürücü gelişmeler, sermaye birikimine, bu sermaye birikimi de sanayileşmeyi ve zenginliği kamçıladı. Yeni ve modern silahların üretimi yanında güçlü orduların ortaya çıkmasına da neden oldu. Bu güçlü ulus devletlerin hammadde zengini yoksul ülkeleri sömürerek ve onları sömürgeleştirerek yeraltı kaynaklarını kendi ülkelerine taşıyarak, zenginliğin uç noktasına ulaştılar.
Fransız devriminin fikirsel öncülüğünü yapan filozofların başında J.J. Rousseau, Voltaire, İmmanuel Kant, Montesquieu ve Descartes gelir. Bu filozof aydınlar, insanların toplumsal bir sistem de nasıl mutlu ve müreffeh yaşayabileceklerinin fikirsel altyapısının çerçevesini çizdiler. Cumhuriyet fikrinin 1789 yılında Fransa'da ete-kemiğe bürünmesi, topluma vadettiği "eşitlik, kardeşlik ve özgürlük" şiarının pratik uygulama da ortaya çıkan kaos, korku ve terör gerçeği, insanları hazır olmadıkları bir sisteme zorla adapte etmenin sıkıntılarıyla karşılaştı. Rönesans ve modernite, insanları seküler ve vicdanlarıyla karar verme yönünde harekete geçirirken, kişileri de dinsel müritliğin itaat ve biat tan kurtardıysa da cumhuriyetin tek adam diktatörlüğüne dönüşmesinde, bu kez seküler kişilik putlaştırılan diktatör liderin müritliğine geçişini engelleyememişti. Modernite çağı, ilerlemeci olumlu yönüne rağmen, bu kez toplumları palazlanmasına kendisinin neden olduğu "dörtlü kötülük sistemi" nin kucağına atmıştı (Kapitalizm, Komünizm, Faşizm ve Fundamentalist dinci terörizm) Vahşi kapitalizm, sömürgelerden elde ettikleri hammadde kaynakları ile palazlanarak zenginleşmiş, 21. yy da diyalektik sürece uyum sağlayarak demokratik liberalizme evrilmişti. Komünizm, Faşizm ve Fundamentalist dinci terörizm ise hoşgörü, demokrasi ve özgürlüklerin yeminli düşmanı olmaya devam ediyor.
21. yy ın ilk çeyreğini devirdiğimiz bu Post modern çağda, hala gücü yetenin zayıf gördüğü gurup ve topluluklara saldırarak, vahşiliği de aşan eylemleriyle erkeklerin kafalarını kesip, kadınlarını da cariye(seks kölesi) olarak kullanmaya devam ederek değerli eşya ve mallarını da "ganimet" diye paylaşmışlardı. Bu insanlık dışı vahşet ve barbarlığı da "Allah'ın arzusu ve rızası" adına yaptıklarını beyan edeceklerdi. Eğer ki inanıldığı gibi kainatı yoktan var eden ilahi bir kudret varsa, kendisinin yaratmış olduğu kullarını, yine kendisinin yarattığı diğer kullarına vahşice katlettirilmesini arzuladığını ve bu duruma rıza gösterdiğini savunmak doğru olabilir mi? Bu yakıştırma, milyarlarca insanın varlığına İnandığı o ilahi Kudret'e (Allah'a) yapılmış bir iftira ve bühtan olmaz mı? Bu sorular ve sorgulamaların sayısı daha da çoğaltılabilir. Onun için saltanat ve zenginliklerinin kaynağı insanları kandırmakta bulan din tacirleri, düşünen ve sorgulayan insanları sevmez, onlardan kaçarlar.
İbrahimi dinlerin sonuncusu olan İslam ve kutsal kitabı Kuran da "Enfal" diye bir sure var. Bu sure, yaklaşık 75 ayetten oluşuyor. Orada anlatılanlar bütünlüklü bir şekilde ne demek istediği öğrenildiğinde insanın kanını donduruyor. Arapça da enfal, "ganimet" demektir. Yani "Allah'ın tarafında olanlar"ın, "kafir" olarak niteledikleri kesimleri kılıçtan geçirmeleri, mallarına el koyarak kendi aralarında pay etmeleri (payın en büyüğü Peygambere ve komutanlara) kadınlarını da cariye(seks kölesi) olarak almalar, istediklerinde onları başkalarına hediye etmek, ya da pazarlarda mal gibi satışa çıkarmak vicdan sahibi insanların havsalasının kabul edebileceği bir durum değildir. Oysa savaşların da bir hukuku, bir ahlakı ve vicdanı vardır. Bu durumu "Ne yapalım Allah kutsal kitapta böyle buyuruyor" diye bağlamak, var olduğuna inanılan Allah'a yakıştırılmış bir iftiradan başka bir şey değildir. Gücü ve kudreti sonsuz diye addedilen Allah, Xûda, veya Tanrı isterse "yoldan çıkmış" kullarını bir çırpıda helak edemez mi? Bu görevi neden başka kullarına devretsin ki? Bu durum, insanlar arasında bitmez-tükenmez bir düşmanlığı baki kılacağını bilmez mi?
İşte İŞİD ve benzeri vahşi örgütlenmeler, onun için hiç çekinmeden kafa kesiyorlar. Bu durumu, Kurandaki enfal suresinin bu ayetlerine dayandırıyorlar. Bir örnek: Enfal suresi 12. ayet; "Hani Rabbin meleklere, 'Ben sizinle beraberim. İman edenlere sebat verin. Ben kâfirlerin kalplerine korku salacağım. Şimdi vurun boyunlarının üstüne. Vurun, onların bütün parmaklarına' diye vahyediyordu." Oysa her şeye kadir, gören, duyan ve bilen bir ilahi güç, kin ve nefret saçan söylem ve emirleri yağdıra bilir mi? Bu ilahi bir gücün söylemi olamaz. Bu söylem, nefret ve kinle dolmuş bir insanın duygularının dışa vurumudur. Çünkü Allah'ın insanlar gibi duyguları yoktur. Irak'ın soykırımcı vahşi diktatörü Saddam Hüseyin, haklarını gasp ettiği 180 bin Kürdü ve bir o kadar da Şii Arabı katlettiği soykırımın adını "Enfal" koymuştu. Fırsat bu fırsat diyerek bu ganimetlerden yararlanmak için Irak ordusunun ön saflarında "Mazlum" diye nitelendirilen Filistinli militanlar, Kürt ve Şii avına çıkmış, topladıkları Kürt kadınlarına tecavüz ettikten sonra onların kanlarıyla duvarlara; "Yaşasın Özgür Filistin" diye yazılar yazıyorlardı. Katliam ve soykırım sonrası, bu vahşi diktatörü ilk kutlayanların başında da Filistin Devlet başkanı Yaser Arafat ve Küba'nın totaliter komünist diktatörü Fidel Castro olmuştu.
İnsanlık, 2023 tarihi itibari ile keskin bir yol ayrımına girmiş bulunuyor. Her yönüyle adaletsiz, vicdansız ve ahlaksız olan bu düzen artık böyle devam edemez, etmemelidir. Bundan böyle artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak. İnsanlar artık uyanmakta, yalanlarla bezenmiş sözlere eskisi gibi itibar edilmiyor. İnsanca ve onurluca yaşamanın istisnasız herkesin hakkı olduğu konusu, yaygara koparan demagoji ve yalanları boşa çıkarmaya başlamıştır. Büyük çoğunluk; "Nasıl bir dünya ve nasıl bir gelecek?" sorusunun muhasebesini ciddi bir şekilde sorgulanmaya başlandı. Her tarafa çekilebilen, her yöne eğilip bükülebilen dinsel ve ideolojik dogmalarla, eski tas eski hamam anlayışın sonuna gelindi. Günümüzde insanlığın temel sorunu ve baş çelişkisi, ne bir emek-sermaye çelişkisi dir, ne de sömürge halklar ve Emperyalizm çelişkisi. Bu çelişkiler birkaç istisna dışında çözülmüş durumda. Bu söylemler eskidi ve artık bir karşılığı yok. 2023 itibari ile bu çelişki, devletin organize gücünü eline geçirmiş, gücü yetene saldıran, gücü yetmeyene eğilip boyun böken, hak, hukuk, adalet, özgürlük ve demokrasi düşmanı totaliter laik diktatörlükler (Ortodoks Komünizm ve faşizm) ile fundamentalist şeriatçı barbarlığın ittifakı ile evrensel demokrasiyi içselleştirmiş vicdan ve erdemlilik taraftarı güçler arasındaki mücadele olacaktır.
Son İsrail-Filistin sorununda, hayata bakış alanında saflar çok daha net belirginleşti. İnsanlığın geleceği için kim ne istiyor? 9 milyar insanın geleceği, bu soruya verecekleri cevapta yatıyor. Totaliter-Otoriter kölelik ve fundamentalist dinci barbarlık mı? Yoksa şeffaflık, demokrasi, özgürlük ve ayrıcalıksız hukuk ve adalet mi? İnsanca ve erdemli yaşamanın yolu, şu an ABD, Canada, Batı Avrupa ülkelerinin tamamı, güneyde İtalya ve İspanya, Balkanlarda Yunanistan, Ortadoğu da İsrail ve Federal Kürdistan İle ulusal statüleri için mücadele veren Ortadoğu'nun diğer Kürt ulusu, Asya da Japonya ve kısmen Hindistan bloku karanlığı, kapalılığı, otoriterlik ve köleliği arzulayan güçler: Rusya, Çin, İran, Kuzey Kore, Afganistan,Türkiye, Küba, Venezuella ve Azerbaycan bloku. Bu bloklar arasında kültürel ve medeniyet savaşının başlaması kaçınılmaz gibi görünüyor. Bir bakıma Samuel Huntington'un kehaneti veya öngörüsü gerçekleşecek gibi görünüyor. Tek bir farkla; bu mücadele ve savaş, batı medeniyeti ile doğu medeniyeti arasında değil, demokrasi ve özgürlükler ile karanlık otoriter ve dinsel fundamentalizm arasında olacak. Ortadoğu daki ilkel monarşi krallıklar, Güney Amerika ülkeleri ve eski totaliter Ortodoks komünist Doğu Avrupa ülkelerinin tavrı ise, bu blokların gücü ve başarısına göre saflarını belirleyecek gibi görünüyor. Yalan ve demogojiler son bulacak, Herkes gerçekten nasıl yaşamak istediğini net belirleyecektir. 27.11.2023
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.