Selâhaddin Demirtaş, son elli yılda gelmiş-geçmiş en popüler, dinamik ve aynı zamanda pratik zekâ sahibi genç bir Kürt siyasetçisi idi. Şahsına özel olarak hazırlanmış siyasi bir komplonun kurbanı edildi. Bu, bariz bir hukuksuzluğun ve çifte standarttın hukuka yamanmış bir karar ve keyfilikti. Hazır cevap, espritüel ve pratik zekâ sahibi olan bu genç Kürt siyasetçi, Ortadoğu'nun en vahşi ve sert coğrafyasında düşüncelerini dile getirirken, alışkanlık haline gelmiş siyasetçilerin ve avenelerinin yaptıkları gibi yumruklarını ve dişlerini sıkmadan gülümseyerek ve esprili bir dille muhataplarına siyasi karşılık vermesi, bu toprakların insanlarının hiç de alışkın olmadıkları bir davranıştı. Ortadoğu’nun bu kaygan zeminli, iki yüzlü ve siyasi fırsatçı coğrafyasında siyasete atılmış olması da ayrı bir talihsizlikti. Çok kötü bir tezahür sonucu, Kürtlerin kaderi üzerine oturmuş, çağın gerisinde kalmış totaliter zihniyetli ideolojik örgütün gölgesinde oynanan bu siyasi oyunda, ona emanetçi ve figüran gözüyle bakılmıştı. Kısaca davulun ipi onun boynunda, fakat cemaati halaya çekip oynatan tokmak başkalarının elindeydi. Bu sadece Selahaddin Demirtaş'ın kaderi değildi. Epeyce insan bu yolda öyle harcanmıştır.
Selahaddin, bilerek veya bilmeyerek böylesine kirli ve karanlık siyasi bir oyunda politika yapmayı kabul etmişti. “Kurtlar sofrası” olarak bilinen bu kirli ve günahkâr yapılarda, kendi vicdani kanaatkarlığı ile inisiyatif alıp hareket edenleri; “Ulvi amaçtan saparak yoldan çıktığı” gerekçesiyle siyasi hatta fiziki hayatlarını bir çırpıda sonlandırılan epeyce insan olmuştu. Eş başkanı olduğu partisinin (vesayet derneği demek daha doğru bir ifade olur) yegâne vesayet sahipleri, daha önce herkesten talep ettikleri “Önderlik benim irademdir” taahhüdünden en ufak bir sapma o kişinin sosyal ve siyasi hayatının bitmesini de beraberinde getiriyor. Selahaddin'in Politika arenasında yükselerek birinci sıraya oturması, toplumun siyasi, kültürel, inanç ve etnik kesimlerine çok rahat bir şekilde ulaşabilmesi, totaliter zihniyetli örgütü ve müttefikleri Kemalist düsturlu Türk solu ile tekçi ve inkârcı devleti de epeyce endişelendirmişti. Toplumun onun şahsına verdiği bu teveccüh, haliyle “Önderliği" harekete geçirerek, onun siyasi hayatının sonlandırılması için düğmeye basılmıştı.
Selahaddin'in “yol arkadaşlarım” dediği legal parti içindeki etkili ve yetkili kesimlerin de bizzat içinde yer aldıkları kirli bir siyasal komplonun ve ihanetin kurbanı edildi. Bu çok karmaşık ve son derece karanlık olan komplo, görünürde ise birbirleriyle alakasız gibi görünen, hatta düşman cephelerde yer alanların bir araya geldiği çok istisnai bir durumdur. Dolayısıyla bu komplonun içinde İmralı’da hükümlü olarak yatan totaliter örgütün lideri, Kandil’in karar verici yaşlı dinozor yöneticileri ve HDP'de kontenjan usulü köşe başlarını tutmuş ve siyasi gıdasını Kemalizm'den alan Kürt ve Türk solu ile CHP, MHP, Ergenekon ve AKP'nin kurmay ekibinin içinde yer aldığı çok geniş bir mutabakat içinde dokunulmazlığı kaldırılıp hapse atıldı. Selahaddin Demirtaş’ın başına gelen -daha doğrusu getirilen- bu siyasal darbe oyunları, çok derin ve planlıydı. Tutuklanarak cezaevine konulması da hukuki değil siyasidir. Ona isnat edilen suçlamaların hiçbiri, evrensel hukuk ile örtüşen bir suçlama değildi. Hakkında hazırlanan fezleke ve iddianame de tamamen düzmeceydi.
Selahaddin Demirtaş, yüzyıllardan beri bu topraklarda süregelen zulümlerin, katliam ve sürgünlerin, uydurulan yalan ve riyakarların gerçek yüzünü deşifre etmek için hem düşündürüp hem de güldüren güçlü mizah yeteneğini ve pratik zekasını kullanarak, yıllarca uyutulmuş toplumu uyandırmaya çalışmıştı. Bu durum başta tekçi ve inkârcı devleti ve Kürt mahallesinde Kürtlerin kaderi üzerine oturmuş soğuk savaş döneminden kalma, totaliter ideolojik örgüt liderlerini de çok ciddi bir şekilde kızdırmaya başlamıştı. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, devletin inkâr ve imha temelinde Kürt ulusal hakları ve diğer mağdurların toplumsal ve emek sorunlarına yaklaşması, yüz yıllık süreçte çok ağır bedelleri ve mağduriyetleri de beraberinde getirmişti.
Bir ulus veya milletin haklarını ve hukukunu meşru zeminde ve demokratik siyasi kanallar yoluyla elde etmeye çalışan bu Kürt politikacısının çabaları, siyasal şart ve konjonktürün buna müsaade etmemesi nedeniyle sekteye uğramıştır. Bir taraftan ceberut devleti ve onu yöneten hükümetin şiddetli tepkisini çekerken, diğer taraftan "yol arkadaşlarım" dediği kendi siyasi mahallesindeki vesayetçi totaliter örgüt yöneticilerinin dayanılmaz baskısı, İsa’ya, Musa'ya ve de Muhammed’e yaranamamış, arafta kalmıştı. Kandilin dinozor yöneticilerinden Duran Kalkan onun bu başarılarını gölgeleyip hiçleştirmek için; "Elde edilen bu başarıyı kişilere bağlamak, yıllarca sürdürdüğümüz devrimci mücadeleye gölge düşürmek demektir. Kaldı ki ortada siyaseten abartılan bir başarı falan da yoktur" diyerek onun bu başarısını övenlere isim vermeden çok sert suçlamalarda bulunmuştu.
21. yy’ın ilk çeyreğini devirmeye ramak kala, ulusal varlığı, dili ve kültürü inkâr edilerek yok sayılan on milyonlarca Kürdün dünya uluslar camiasında onurlu yerini alması, büyük bir sorun olarak varlığını korumaya devam ediyor. Sömürgeci baskı altında kalan mazlum milletlerin kendi geleceklerini kendilerinin belirleme hakkı, siyasi, ideolojik ve psikolojik şartların çok müsait olduğu 1. ve 2. Dünya savaşı ve sonrasında, talihsiz bir durumla Kürtlerin ulusal bilinç ve birlik sorunlarını çözemedikleri için de bu hakkı ıskalamalarına neden olmuştu (Bağımsızlık, Federasyon ya da Özerklik) oysa bu çok şaşırtıcı bir durumdu. Nüfusları on milyonlarla ifade edilen Kürtlerin, günümüz şartlarında, böylesine haklı ve meşru taleplerinin 21. yy'a sarkıtılması da bir talihsizlikti. Günümüz koşullarında hak arama enstrümanları arasına silahı, şiddeti ve terörü koymanın meşru zemini yoktur. Kürtler, ulus devlet talebini 1. dünya savaşında, ya da 2. dünya savaşının sonunda müzakere, ya da diğer ulusların haklarına kavuştukları gibi silahın gücüyle elde etmeleri gerekirdi, ama olmadı. Şartların kendi lehlerinde olduğu o süreçte, Kürtlerin çoğunluğu ulus bilincinden hayli uzak, tebaa ve ümmetçi bir anlayışa sahip idiler. Dolayısıyla bu fırsatı ıskaladılar. Sanırım günümüz dünyasında Kürtlerin dışında ulusal varlıkları gasp ve tehdit altında olan başka milletler kalmadı. Ama hala geç değil. Kürtlerin bu ulusal hak talepleri vazgeçilmez, devredilmez ve son derece meşru bir haktır. Şiddeti, silahı ve masumlara yönelik terör eylemlerini reddederek haklarına kavuşmaları mümkündür.
Yapmaları gereken, bir an evvel çağdışı totaliter örgüt vesayetinden kendilerini kurtarmalıdırlar. Kürtlerin geriden gelen genç ve dinamik nüfusu, bu anlamsız ve kirli savaşta canlarını vermeye son vermeli, kendi ulusal gelecekleri için kötü amaçla sürdürülmeye çalışılan bu kirli savaşı reddetmelidirler. Ulusal haklarını, dilini ve kültürünü sonuna kadar savunmalı, fakat araya silah ve şiddeti koymamalıdır. Türklerle eşit ve ortak siyasal egemenliği savunarak bu ortaklığın hayattaki karşılığı için bunu anayasal güvenceye kavuşturulması için ekonomik, kültürel, siyasal ve diplomatik güçlerini seferber etmelidirler. Bu türden meşru ve doğal demokratik hak mücadelesi önünde hiçbir güç duramaz. Bu kararlı dayatmaların sonuç vermesi için de Kürtlerin evrensel demokrasi ve özgürlüklere samimiyetle sarılmalı, şiddetten uzak, gerçek anlamda bir Kürt partisi etrafında birleşmelidirler. Soğuk savaş eseri, demokrasi ve özgürlüklerden zerre kadar nasiplenmemiş totaliter zihniyetli örgütsel yapıların arkasına takılmak Kürtlere büyük zararlar verdiği gibi on binlerce genç canları da boş yere harcadı. İçinde silah ve ölümün olduğu, her gün tabutlar içinde cenazelerin geldiği, tarihin Kürtleri komşuluğuna mahkûm olduğu Türklerin düşmanlık ve nefretinin de kronikleşmesine yol açıyor.
HDP'nin eş başkanlığına atanan Selahaddin Demirtaş'ın yönetimindeki bu partinin hangi şartlarda ortaya çıktığı ve kuruluş amacı konusunda dillendirilen çokça iddialar var. En çok dillendirilen iddialardan biri de Kürtlerin gittikçe devletten soğuduğu ve kopmaya doğru yol aldığını, dolayısıyla devletin derinlerinde bu konuların çokça konuşulduğu, bunun için de ciddi tedbirlerin alınması gerektiği hep konuşuluyor. Revaçta olan bu iddialara göre Öcalan, Kandil, MİT ve marjinal bir kısım Türk solunun çok gizli görüşmeler sonucunda konunun Erdoğan'a götürüldüğü, Erdoğan'ın bu projeyi onaylandığını, kurulacak bu yeni partinin Kürtleri "Türkiyelileşme" politikasıyla tekrar sistemin içine çekerek entegre etmek için kurulduğu yönündedir. HDP, resmiyette bir parti gibi görünse de hiçbir zaman gerçek anlamda bir parti gibi davranma iradesini ortaya koyamadı. Olaylar ve olgular konusunda, mağduriyet yaşayan kesimlerin partisi olmak yerine, nasıl bir tavır alması gerektiği konusunu vesayet yetkisini elinde bulunduran totaliter örgütün açıklamalarına kulak kabartarak kitlenin eylem ve protestolarını, örgütün ideolojik ihtiyaçlarına göre yönlendirmeyi ve kanalize etmeyi seçmiştir. HDP, mazlum ve mağdur kesimlerin siyasal temsilinden ziyade, daha çok bir dernek gibi faaliyet ve siyasi davranışlar sergiliyor. Çünkü vesayetçiler bu partiye bu görevi biçmişlerdi. Yöneticileri ve Eş başkanları da atamayla gelen memur yetkisinde kişiler. Demirtaş'ın eş başkanlığında bu vesayet zinciri gevşetilip kırılmak istendi. Demirtaş, kendi inandığı doğruları HDP’nin yol haritası arasına sıkıştırmaya çalıştı. Bu durum, HDP'nin perde arkası sahiplerini çok kızdırdı. Sonuç malum.
Oysa siyasal partiler, iktidara gelmek ve projelerini hayata geçirmek için kurulur ve siyaset yaparlar. HDP’nin kuruluş misyonu bu saydıklarımızdan epeyce uzak bir yol izledi. Selahaddin Demirtaş'ın üslubu ve karizmatik kişiliği, tarih boyunca çok ağır mağduriyetler yaşayan Kürtler ve Türkiye'nin diğer mağdurlarının umudu olma yolunda heyecanlı bir hareketlilik getirmişti. 2015 seçimlerinde Demirtaş'ın başkanlığındaki HDP, meclise 80 milletvekili gönderdi. Selahaddin Demirtaş, gençliğinin ve tecrübesizliğinin vermiş olduğu zafer sarhoşluğu havasına kapılarak siyasi rakibi olan Erdoğan ile sanki kişisel bir husumeti varmış gibi hareket ederek büyük bir hata yaptı. Oysa Kürtlerin sorunu Erdoğan değil, onun yönetimindeki ceberut inkârcı rejimdi. Bu bağlamda mevcut Türk partilerinin hangisi iktidarda olsa Erdoğan'ın yürütmüş olduğu politikalarından farklı davranmazdı. Demirtaş’ın böylesi bir çıkışı, onun siyasi hayatındaki en büyük yanlışlarından biriydi. Oysa Kürtlerin dilsiz ve kimliksiz bırakılmasının süreci Erdoğan’la başlamadı, onunla da bitmeyecek.
Bu durumun yegâne müsebbibi, şüphesiz ki tekçi ve inkârcı devletin bizzat kendisiydi. Örneğin Kılıçdaroğlu veya başka bir Türk politikacısı iktidara gelseydi Kürd/Kürdistan sorunu Erdoğan yönetiminden çok daha iyi bir yerde olmayacaktı. Belki daha da kötü olacaktı. Selahaddin Demirtaş, böylesi bir siyasi öngörüsüzlük sergileyerek; "Seni başkan yaptırmayacağız" dedikten-ya da dedirtildikten- sonra tarihte ilk kez ülkenin mağdurlarının arkasında durduğu, oy verdiği bir siyasi parti başarı kazanmış, hükümeti kuracak bir koalisyon ortaklığı konumunu yakalamıştı. Hükümet kurma arifesinde kendi partisinin kapılarını kapatarak; "AKP ile kesinlikle koalisyon kurmayacağız" diyerek hata üzerine hataları tekrarladı. AKP ve lideri Erdoğan'ın 13 yıllık iktidarı boyunca Kürt muhafazakarlardan çok ciddi oy almıştı. 2015 seçimlerinde bu destek zayıfladı. Erdoğan ve Partisi ilk kez meclis çoğunluğunu kaybetmişti. 2002 yılından beri resmi olmayan iktidar ortağı Fetullahçı tarikat ile araları bozulup "öküz öldü ortaklık bozuldu" misali etkili ve güçlü Sünni tarikat ile rant ve koltuk mücadelesi başlayınca, devlet kurumlarını adeta işgal eden Fetullahçı kadrolar tarafından koltuğu ciddi bir şekilde sallananınca, daha önce birlikte içeri attıkları Ergenekoncu derin devlet kadrolarının ve MHP’nin kucağına kendini atarak devrilmekten kurtulmuştu.
Oysa Selahaddin Demirtaş'a açılan bu olumlu şartları gerek dayatmalar, gerekse de zaferin verdiği heyecanla bunları mağdur kesimin lehine kullanamadı. Oysa şartlar ve konjonktör kendisi ve partisi lehinde işliyordu. Çıkıp seçmenlerine; "Maalesef tek başımıza iktidar olacak kadar oy alamadık. Ülkenin can alıcı sorunlarının çözümü için demokrasi ve özgürlüklerden yana olduğunu beyan eden bütün partilerle veya kişilerle bunları müzakere etmeye, hazırız " diyemedi yada dedirtemediler. Vesayet altındaki HDP'ye eş başkan olanların hemen tamamı atamayla bu göreve getirilen kişilerdi. Oradaki duruşları, üstten karara bağlanmış politikaların ve eylemlerin yerine getirilmesiyle sınırlıdır. Demirtaş, kendisine biçilen memurluk yetkilerinin dışına çıktığı, "çizmeyi aştığı" için cezalandırıldı. Üstelik, devletin resmi bakışında “Bilinmeyen bir dil” diye anılan Kürtçenin eğitim ve resmi dil olmasını savunmaya başlaması bu soruna benzin dökmüştü. Demirtaş'ın bu duruşu, onu hem devletin hem de kendi mahallesindeki "yol arkadaşlarım" dediği kesimin nezdinde “tehlikeli sularda gezen bir şaşkın” olarak görülmeye başlanmıştı. Selahattin Demirtaş, mahcup ve utangaç bir şekilde totaliter örgütün kendi amaçlarına yönelik ona ve partisine dayatmış olduğu şiddet üslubunun dışına çıkarak, mağduriyet yaşayan toplumsal kesimlerin haklarını demokratik ve siyasal yollardan savunmasını esas alması, uluslararası platformlarda bu haksızlıkları dile getirmesi, diplomatik alanda tanınması, bu kesimlerin gözünde “haddini fazlasıyla aştı” homurdanmalara yol açmıştı. Devletin derinlerinden yükselmeye başlayan homurtular yanında, onu emanetçi olarak kullanan totaliter örgüt yöneticilerini de telaşlandırmıştı. El birliği ile devreye sokulan siyasal bir konsept gereği, susturulmasına ve toplum nezdinde adının zihinlerde silinmesi konusunda fikir birliğine varılmıştı.
Her Kürd bireyi gibi, Selahaddin Demirtaş’ın çocukluğu ve gençliği de yoksulluk, ezilmişlik ve dışlanmışlık içinde geçmişti. Bu topraklarda sayıları milyonlarla ifade edilen bir halkın, hiçbir statüye sahip olmaması, toplumsal kimliğinin inkâr edildiği gerçeği, zaten başlı başına bir trajediydi. Kıt kanat ve yoksulluk içinde okumuş ve avukat olmuştu. Belki diğer soydaşları gibi bilinçaltına gömdüğü incinmiş ve ezilmiş kimlik acısını ruhunun derinliklerine gömmüştü. Hukuk fakültesine başlarken, bilinçaltına gömülü tuttuğu yoksulluğu ve ezik etnik kimliği, okulu bitirip avukatlık cübbesini giydiğinde, kendine olan yüksek özgüveniyle, temel hakları gasp edilmiş kesimlerin haklarını meşru ve demokratik yollardan hukuki mücadele ile bir yere varabildiğine inanmıştı. Büyük bir umut ve heyecanla başladığı hukuk fakültesini bitirdiğinde, bu haksızlık ve hukuksuzlukların neden düzeltilmediğini, iktidarı elinde bulunduran muktedirlerin amaçlarına hizmet etmek için sıraya giren ve isimlerinin önünde bolca akademik unvanlar taşıyan, hukukun vicdanını ve insanlık onurunu hiçe sayarak, darbecilerin onlara hazırlattığı anayasa taslaklarını uluslararası hukuk platformlarında savunan, darbecileri aklamak için türlü hukuk şaklabanlığı yapanların aynı zamanda hukuk fakültelerinde ders veren, adları “büyük hukukçu” “şöhretli akademisyen” lere çıkan hocalar olduğu gerçeğini de hayretler içinde öğrenecekti.
Hukuk fakültelerinin birinci sınıfında okutulan "hukuka giriş" dersinde "Roma hukuku" da okutulur. Bu hukuk karineleri, Roma’nın antik çağına ait hukuki uygulamalar olmasına rağmen, günümüz koşullarında modern hukuka ilham kaynağı olmuş birer hukuk normları olarak yerlerini almıştı. Bu hukuk normlarının günümüz koşullarında bile en azından onlara atıfta bulunulduğu gerçeği muhtemelen onda ikinci bir şaşkınlık yaratmıştı. 21.yy’ın ilk çeyreğini devirmek üzere olduğumuz bu zaman diliminde, yerkürenin çoğunluk nüfusuna sahip ülkelerde, hala otoriter ve ceberut devlet yapılanmalarını hukuksal normlara bağlamanın büyük çelişkiler yumağı olarak varlıklarını koruması çok düşündürücüydü.
1999 yılında PKK örgütünün lideri Abdullah Öcalan, uluslararası büyük güçler tarafından yakalanıp Türk devletine teslim edildiğinde, gözaltında ve mahkemede yaptığı samimi itiraflarında ona ve örgütüne inanmış Kürtleri şoklara varan şaşkınlığa uğratmıştı. Serbest iken, kendi televizyonlarında her iki ellerini arkadan kilitleyip turlarken atıp-tutan bu lider, mahkemede kuzu kesilerek, "Kürtler için hiçbir zaman bağımsız bir devlet istemedim" diyecekti. Bu çok ciddi bir kırılma noktasıydı. O zaman şöyle bir soru sorulabilir: "On binlerce Kürt gencini dağa çıkarıp, hangi amaç ve uğruna bu hayatları feda ettin" Ondan sonraki süreçlerde gerek örgütün lideri ve gerekse Kandildeki savaş baronlarının yazılı ve görsel medyada, ısrarla “Biz Ulus devlet, federasyon veya özerklik istemiyoruz. Demokratik bir Türkiye istiyoruz” argümanları ile Kürt gençlerinin neden hala ellerinde silah organize ve son derece donanımlı bir orduyla çatışmalara sokuluyor? Bu durumun sosyolojik ve felsefi bir mantığı var mıdır? Peki 21. Yy da salt demokrasi için mücadele enstrümanları arasında silaha, şiddete ve teröre yer var mı? Öngörülmeyen böylesi bir durumun ortaya çıkması, alttan alta bu vesayetçi kesimlerin homurdanmalarına ve tepkilerini üst seviyeye yükseltmelerine sebep olmuştu. Böylece Demirtaş'ın siyasi hayatının bitirilmesi, siyaset sahnesinden silinmesi için deyim yerindeyse düğmeye basıldı. Tekçi ve ceberut devlet için ciddi bir beka sorunu olan bu durumu çözme işinin şerefini de CHP’nin Genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na verilmişti. Jet hızıyla Selahattin Demirtaş'ın dokunulmazlığı kaldırılmak suretiyle milletvekilliği düşürülmüş ve meclisten yaka-paça alınarak cezaevine konulmuştu.
Selahaddin Demirtaş bir politikacı ve insan olarak hitabet yeteneği ve kıvrak zekâsıyla, kısa sürede uluslararası alanda da dikkatleri üzerine çeken bir siyasi figür haline gelmişti. Soğuk savaş döneminden kalma, marjinal bile olamayan “sol”, “sosyalist” ve “Komünist” örgütlerin totaliter lider kültüne dayalı bu vesayet zincirini kırmak için çekingen ve korkak adımlarla bir adım ileri, iki adım geri atmak suretiyle HDP’yi gerçek anlamda bir kitle partisine dönüştürecek bir yola bu şekilde gireceğine inanmış olabilir. Bu, bir adım ileri, iki adım geri kararsızlığı, vesayet sahiplerinin harekete geçirmesi için yeterli bir sebeptir. Buna müsaade edilemezdi. Öcalan’ın Türkiye’ye teslimiyle üzerinde varılan mutabakat sonucu -ki ortada dolaşan ciddi iddialardan biri de budur- MİT ve devletin derinine verilen sözler gereği “Kürtleri sistem içinde tutmak, devlet ile olan duygusal kopuşu önlemek, süreç içinde Kürtleri Türkiyelileşme potasında eriterek bu tehdidin bertaraf edilmesi” amaçlayan bir projeydi HDP’nin kuruluş amacı. Bu amaç ve doğrultuda kurulan HDP’nin öngörülmeyen bir şekilde ulusal baskı altında yaşayan Kürtlerin ve Türkiye mağdurlarının emek ve demokrasi talebi, bu yığınları HDP’nin etrafında birleştirmeye yol açmıştı. HDP’nin bu şekilde ilerlemesini, şeffaf, dinamik ve demokratik bir siyasi partiye dönüşmesi kabul edilebilir bir durum değildi. HDP’nin kuruluş amacına uygun hareket etmesi için bu üç ayaklı siyasal vesayetçi güç merkezlerinin denge politikaları korunmalıydı.
Onun için Türk-İslam sentezci otokrat rejim ile eski devletin derini (Ergenekon) kendi aralarındaki gizli anlaşmayla "Çözüm süreci" masasını devirerek herkesin eski konumuna dönmesi için bitiş düdüğünü çaldılar. Bu yeni süreçte fatura Selahaddin Demirtaş'a kesildi. Öcalan, PKK/KCK ve devlet arasında sıkışıp kalan Demirtaş, iki tarafı da memnun edemeyince, görünürde düşman olan bu kesimlerin iş birliği ile içeri alındı ve siyasi hayatı sonlandırılmak istendi. Bu hem devletin hem de Öcalan ve Kandil’in işine geliyordu. İdeolojik ve totaliter zihniyetli örgütlerde, rakip kabul etmeyen, putlaştırılmış totaliter lidere alternatif çıkmasına, tahtının başkaları tarafından sallanma tehlikesine hiçbir zaman müsaade edilemezdi. Yetenekli, başarılı ve ufku geniş, çağı iyi okuyan bu insanların harcanması için, bu yetenekli insanlara bir kulp takıp Ortadoğu’da inandırıcı ve geçerli akçe; “Hain” “Ajan” olmakla itham etmek ve arkasında tasfiye etmektir. Gerek ideolojik ve gerek dinsel İllegal örgütlerin olmazsa olmaz kurallarından biri de bu tür tasfiyelerdir. Bu durum, Rus Bolşeviklerinden devralınan bir komplo geleneğiydi Ortodoks totaliter Rus Diktatörü Stalin (her ne kadar biyolojik aidiyeti Gürcü olsa da) kendisine rakip gördüğü önde gelen Bolşevik liderlerini; “Partiye ve Sovyetlere ihanet içinde olmak” la suçlayarak, Troçki, Buharin, Zinoviev, Kamanev ve daha nicelerini suikast ve idamlarla tasfiye etmişti.
Siyasi oyunlarla, hukuk dışı ve keyfi kararlarla içeri alınan Selahaddin Demirtaş'ın cezaevinde yazmış olduğu “Seher” isimli öykü kitabı vesilesiyle onun edebi yönüyle de tanışmış olduk. Saz çalıp şarkı söyleyen, Türkçe ve Kürtçe stranlar okuyan, karşısındakileri samimi bir şekilde etkileyen, hitabet yeteneği güçlü, ayrıca yerli yerine oturttuğu mizah anlayışına sahip böyle bir politikacının bu topraklarda serbestçe politika yaparak barınması, elini kolunu sallayarak ortalarda dolaşmasına elbette müsaade edilemezdi. Nitekim öyle de oldu. Ortadoğu’nun Müslüman ülkelerinde topluma yön verenler, hep sert mizaçlı, yüzleri gülmeyen, asık suratlı, dediği dedik diktatörleri ve narsist derecede takıntıları olan, liderleri, mazoşist derecede baş tacı yaparlar. Bu genç Kürt politikacının edebi yönünün varsa eksikliklerinin eleştirisini edebiyatçıların değerlendirmelerine bırakıyoruz. Selahaddin Demirtaş'ın Siyasal hayatı ve kişiliği ile, yazmış olduğu öyküdeki Seher'in kaderi arasında da kanımca bir paralellik var. Öyküdeki Seher, töre kurbanı bir genç kız. Selahaddin Demirtaş ise, siyasal arenanın ayak oyunlarıyla içinde epeyce bildik ve tanıdık simaların yer aldığı “dava arkadaşlarım” dedikleri kişilerinde perde arkası içinde yer aldıkları bir komplonun siyasal bir suikastın kurbanı olmuştu.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.