Cenevre’de ki Birleşmiş Milletler merkezine zaman, zaman gittiğim için doğal olarak kulislerden çok şey öğreniyorum. Bir projeden söz etmek istiyorum. Bu proje şimdiye dek kısmen gizli, kısmen şifrelerle üstü kapalı dillendirildi; fakat çok açık biçimde katliamlarla Batı ve Kürd düşmanlığı üzerinden yürütüldü. Arap dünyasının “Akil” adamlarının yıllar önce geliştirdiği bir projeydi. Bu proje, özce şöyle bir muhteva içermekte “İslam Dünyasını ABD, Çin ve Rusya kadar bir güç olmasını sağlamak”. Bu proje, tarihsel çelişkilerden ötürü İran’sız olmalıydı fakat Türkiye’siz de olamazdı. Avrupa Birliği’ni örnek-referans alıyordu fakat Avrupa Birliği üreten ve dünya pazarında söz sahibi ve demokratik, çoğulcu hukuk devletlerine dayandığı için çağına göre oldukça ilerici bir birlik. Ayrıca demokratik devrimler ve daha öncesi Rönesans’a dayanan ciddi bir serüvene sahip. Bunu referans alarak gizli yürütülen “İslam Birliği” projesi ise, Arap ırkçılığına ve bin dört yüzyıl önceki zihniyete dayanıyordu. Ayrıca hem modern teknolojik üretimden, hukuksal demokratik değerler ve bilimden yoksun olması bu projenin sakat doğması anlamına geliyordu.
AKP’nin iktidar olmasıyla Arap dünyasında ümmetçilik fikriyatı etrafında bunun gizli sözcülüğü Recep Tayip Erdoğan’a verildi. Erdoğan bu projenin tutmayacağını biliyordu fakat denemekte fayda vardı. Türkiye üretimden yoksun, ordusu ve ekonomisiyle dışa bağımlı, fakat bu projeden ötürü yoğun sıcak para kaynağı işte buraya dayanıyordu. Ak Saray bu projenin bir ürünüydü. Güya, Katar, Kuveyt, Suudi ve Sudan’dan Mısır’a kadar İslamcılığın Birliğini savunan bu güçlerin Ak Saray’da birer temsilciliği oluşacaktı. Bu günkü muhtarlar toplantısı gibi toplantılar gerçekleşecek ve İslamcı Güçler’in başını Türkiye çekecek Erdoğan ise bu projenin halifesi olarak Batı ile daha güçlü pazarlıklar yapabilecek, Kürdleri istediği gibi kıyımdan geçirebilecekti. Türkiye’ye bu proje için paralar akmaya devam etti. Fakat çağdaşlığa dayanan temellerden yoksun bu proje alenen savunulamadı ve savunulamazdı. Vurucu güç olarak El-kaide doğumlu İŞİD, El-Nusra ve benzeri terör örgütleri Ortadoğu’da hem etnik hem de dinsel bir temizlik yapacaklardı. Ki, dikkat edilirse önemli ölçüde yaptılar da. Kürdler bu projenin önünde ciddi bir engel olarak görüldüğünden ötürü İŞİD ve El-Nusra Kürdlere yöneltildi. Bu durumu anlayan İsrail ve ABD Kürdlere destek sunma gereğini duydu. Mısır’da, Müslüman Kardeşler’in darbe yemesini AKP’nin kendisine karşı bir darbeymiş gibi algılaması da bunun nedenlerindendir. Ve Türkiye’nin bu İslamcı Vahabist terör örgütlerini Arap dünyasından aldığı milyarlık yardımlarla besliyordu. Ayrıca İŞİD’in nefes alması için Suriye ve Musul petrolleri Türkiye’den dünya piyasasında İŞİD’e paraya dönüştürülüyordu. Bunu bilen ABD ve Rusya Türkiye ile İŞİD’i karşı karşı’ya getirmek için Rojava’ya soktu ve kısmen karşı karşıya getirmeyi başarıp başarmadığı henüz tam netlik kazanmadı. Dikkat edilirse Türk iktidarı İŞİD’e karşı açıklamalarında oldukça dikkatli ve temkinlidir ve onu henüz düşman olarak lanse etmiyor. Bu çağdışı sakat proje, her kese çok pahalıya mal oldu ve coğrafyamızdaki demokratik çağdaş gelişmeleri onlarca yıl geriye vurmayı başardı.
Türkiye’de Siyasal İslam
Siyasal İslam’ın, yani feodal çağa ait dinsel eğitimin, algı ve yönetimin son yıllarda yükselişi ciddi bir projenin ürünüdür. Türkiye’de son seçimlerle birlikte bu düşüncenin temsilcisi AKP'nin iktidar olmasıyla hız kazandı ve Siyasal İslam trajedisini çok daha geliştirip ortaya çıkarttı. Türkiye'de bazı siyasi partiler de çoğu zaman siyasi İslamcı bir ideolojiye bürünerek, bu konuyu bir oy toplama aracı olarak görmüşlerdir. Bunun başlıca nedeni Cumhuriyet ile birlikte insanların yasalar karşısında eşit olduğu, laik demokratik, çoğulcu, sosyal ve hukuk devletinin oluşmamasına bağlayabiliriz. Elbette laik ve demokratik bir sistem yaratabilmek, laik ve demokrat bir kitle ile mümkündür. İşte bu kitle yaratılamadı, çünkü Türk eğitim sistemi dar ve kısırdır, toplumsal aydınlanmaya yeterli değildir; tarih, sosyoloji, antropoloji tamamen ırkçı temellere dayandırılarak sakat işlenmektedir. Buna benzer ırkçı, dayatmacı yöntemler isteseler de demokratik gelişime açık sistemler yaratamazlar.
Son yıllarda, AKP Kürd halkının varoluş ve kimlik mücadelesi karşısında ümmetçiliğin bir çözüm olabileceği düşüncesini hızla geliştirmek istedi. Bunun gücünü birazda “İslam Birliği” projesinden aldı. Oysa kimlik ve ulusal varoluş, dinsel olguların çok daha önünde ve üstünde olduğu gibi aynı zamanda özgürlükçü sosyal bir mücadele alanıdır da. Bu anlamda İslamcılık bir ulusun kimlik ve özgürlük talebine bir alternatif olamazdı. Siyasal İslam, dili, kültürü ve hatta varlığı yasak bir halkın hiçbir sorununa çözüm olamaz. Dünya’da var olan modern hiçbir devlet dinsel temellere dayalı olarak kurulmadı. Türk sistemi başından beri dinci ve Pan-Türkisttir. Bu sistem demokrasiden korktuğu için özelde Kürd düşmanlığına dayalı bu durum beraberinde Hiristiyan ve Alevi düşmanlığını yeniden horlattı.
IŞİD'in ortaya çıkışı şüphesiz çok ciddi sosyolojik, ekonomik neden ve sonuç ilişkilerine dayanmakta. Ortadoğu'da demokratik değerlerin ortaya çıkma ihtimaline karşı bir tepki, bir kudurganlık olarak ta değerlendirebiliriz. Bu durum Batı'da Rönesans öncesi gelişen bilimsel düşün ve ve sanata karşı kilisenin insan yakan durumuna benziyor. Bilindiği gibi bu süreçler çok kanlı geçti ve sonuçta çoğulculuğa dayalı, ulusal, demokratik, hukuk devletlerinin ortaya çıkmasına yol açtı. Ortadoğu’da dinci hareketlerin yeniden hortlaması siyasal İslam’ın hem kendi içinde ki bunalımı hem de gelişen demokrasiye ve dijital teknolojiye karşı bir buhrandır. Buna "Medeniyetler çatışması" da diyebiliriz; yenilikten, eşitlikten, bilimden ve demokrasiden korkmak adeta bir sendroma dönüşmüş durumda. Dinsel bağnazlık, hükmünü kaybetme korkusuyla tüm vahşiliğini gösterirken buna karşı Kürd halkı muazzam bir direniş gösterdi ve göstermekte. Bu anlamda IŞİD'in yenilgi sürecini Kürdler başlatmıştır ve tarih Kürdleri böyle yazacaktır. Bu süreç ile Güney’de ve Rojava’da Kürdler ata topraklarının önemli bir kısmı geri alınmış durumda. Bu savaş koşullarında bile Kürdler, farklı halk ve azınlıkların haklarını itina ile korumaları Ortadoğu’da bir ilktir. Kürdler bu askeri zaferlerini aralarında kuracakları bir siyasal birliğe dönüştürürlerse uluslararası güçler nezdinde ciddiye alınır statüleri kabul görür. Tersi durumda ise sorumlusu bugünkü savaşan Kürd güçleri olacaktır.
Siyasal İslam'ın yükselişi son yıllarda Türk siyasal yaşamının gündemini en çok meşgul eden konulardan ve korkulardan biridir. Hatta sistem değişikliğinden söz edebiliriz. "İslamcı-Laik" ikilemi çerçevesinde süren bu durum şimdilik sahte politik İslamcılığın egemen olmasıyla sonuçlanmış durumda. Laikliği temel almak isteyen fakat oldukça başarısız olan Cumhuriyetin çağdaşlaşma projesi tamamen sekteye uğramıştır. Bunun temel nedenlerinden biri, Kürdlerin özgürleşme mücadelesine karşı Türk sisteminin kendisini demokratikleştirme yerine siyasal İslamcılığa ve ırkçılığa sarılmasındandır. Cumhuriyetle birlikte İslamiyet kişisel inanç ve ibadet düzeyinde algılamak istenirken, AKP ile birlikte siyasal İslamcılık adeta sistemleştirildi. Bu amaç, sık sık ifade edildiği gibi, "yüzde 99'u Müslüman olan bir halkın” ya da “Dinar nesil yetiştireceğiz” ifadeleri ve yoğun çabaları Türkiye’de geliştirilmeye muhtaç demokratik, hukuk devletinin gelişmesinin önünü tıkamıştır. Diğer yandan laikliği benimsemiş kesimin şeriat devleti korkularını AKP, “Devlet elden gidiyordu, bunun için ikinci bir Kurtuluş Savaşı’ndayız” kandırmacasıyla teselli etmektedir.
Siyasal İslam’ın Türkiye’de ki gücünü daha iyi anlayabilmek için tarikatların devlet tarafından nasıl geliştirildiğini ve palazlandırıldığını iyi görmek gerek. Diğer yandan Kürdlerin özgürlük taleplerine karşı Hizbullah gibi oluşumlar devlet tarafından alenen desteklenip güçlendirilmiştir. Ve tarikatların çoğu terör örgütleri gibi çalıştıkları halde devlet bunları kurumlara yerleştirmiştir.
Türkiye’de Siyasal İslamcılık elbette yüz yıllara dayanmakta. Kurtuluş savaşı sırasında bile İslamcılık kurtuluş mücadelesinin miheng taşıydı. Anadolu’nun paylaşılma planlarına ve azınlıkların çalışmalarına bir tepki olarak doğan Müdafa-i Hukuk örgütlerinin temelinde, yurtseverlik duygusu ve milliyetçilikten çok daha fazla dinsel faktörler önde tutuldu. Laikliğin öncüsü olarak bilinen Mustafa Kemal bile mücadelenin başlangıcında, halkın dinsel duygularına seslenmiştir. Erzurum ve Sivas Kongrelerinde şeyh ve dini liderden yararlanmıştır. Zaman, zaman çelişki ce çatışmalar yaşansa da İslamcılarla yapılan ittifak, Kurtuluş Savaşının bitimine kadar devam etmiştir. Bu durum, bilimselliğin gelişmediği coğrafyanın politik rengini belirlemiştir. Türkiye'de temelleri çok güçlü atılan İmam Hatipler gericiliğin birer üretim merkezi haline gelmiştir. AKP ile birlikte devletin tüm kurumları ezici ağırlıkta tarikatların denetimine ve yönetimine bırakılmıştır. Türkiye tüm bu uğursuzluklardan kurtulup modern, hukuk devletlerine entegre olabilir mi? Olabilir elbette. Fakat bu ancak AKP’nin yenilgisi ile başlayacak bir süreçle mümkün. Kürdlerin özgürlüğü ise, kim ne yaparsa yapsın Kürd partilerin stratejik ve taktik hatalarına rağmen önünde durulamayacak bir seldir.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.