Türk devletinin Efrîn’e yönelik işgal saldırısının 52'nci gününde Hollanda’da Efrin için ulusal birlik konferansına katıldım. 53 parti ve kurumdan yaklaşık 400 temsilci ve aydın katılmıştı. Zübeyir Aydar’ın açılış konuşmasıyla başlayan konferansta tüm konuşmacılar Efrin için ulusal bir tutumda hemfikirdi ve buna uygun bir deklarasyon yayınladı. Başarılı gördüğüm konferansa KDP dâhil tüm parçalardan partiler katılmıştı. Yayınlanan deklarasyona uygun çalışmanın aksatılmamasını diliyoruz. Erken başlayıp akşama kadar süren konferansın kulis sohbetlerinde her kes Efrin için doğal olarak çok tedirgindi. Dili dahi yasak halkımızın yıllardır sürdürdüğü barış çabalarına, kıyım ve katliamlarla karşılık verilmesi yetmiyormuş gibi sınır ötesi bir kasabaya karşı Türk devletinin tüm kurumları soytarısına kadar birleşmişti. Bu sefer dört sömürgeci devlet Rusya hamileriyle Kerkük konseptini uyguluyordu. Ahmet Kahraman, Serhat Bucak, Kadir Amaç, Hikmet Sebilind, Cahit Mervan ve sohbet ettiğim tüm yazarlar aşağı yukarı ‘Efrin Kürdistan’dır, parça, parti gözetmeden ulusal bir birlik içinde Efrin savunulmalı’ düşüncesindeydiler.
Ertesi gün bir çok kez geldiğim Hollanda’nın Başkenti Amsterdam’ı gezmeliydim. Tarihi mekânlarını, bulvarlarını, köprülerini, müzelerini programlı geziyorum. Kenti dalgalar biçiminde çevreleyen onlarca kanal ve bu kanalların üstünden geçen yüzlerce köprü kente muhteşem bir estetik katmış. Uzayıp giden kanalların kıyılarında evlerin çiçeklerle süslenmiş balkonları, kentin tarihi mimarisi, temizliği, ışıklı görüntüsü ile düşsel bir mekân izlenimine kapılıyorum. Ekolojik bir bilinç ile sokaklarında yoğun bisikletlerle dolaşan dünyada oldukça özgün yönleriyle gelişkin, modern, sakin, huzurlu bir kent. Toplam Haran ovası kadar olan bu ülke dünyada hatırı sayılır bir devlet iken bunun on katı olan topraklarıyla Kürdlerin devlet olamamasından utanç duydum.
Uçurumları, dağları, sarp kayalıkları, derin vadileri, dereleri, şelaleleri olmayan bir ülkeden söz ediyorum. Aşkı uğruna kulağını kesen ve sonra bir hastane odasında intihar eden Vangog’un o büyüleyici tabloları Hollanda’yı belki de kısmen yansıtabilir. Yolları, kanalları, bağları, bahçeleriyle göz alabildiğine düz. Yeşilin her tonuyla bir halı serilmiş izlenimini verir insana. Fakat nehirleri ve köprüleri bol bir ülkenin kısmen yapay olduğunu söylesem abartmış olmayacağım. Zaten üçte birini tarıma elverişli hale getirmek için taşıma toprak ile doldurulmuş. Birçok yerde rakımın sıfırın altında olması ve ülke topraklarının yüzde 40’ının deniz seviyesinden bile engin olması çok şaşırtıcı. Fakat drenaj sistemini çok iyi kullanarak toprağı verimli hale getirmişler. Yaşanır bir ülke yaratmak ve yurdunu sevmek işte budur. Yurtsuz halkların bırakalım huzurlu olması varlık sürdürmeleri bile mucizedir. Modern tarımı ve hayvancılığıyla da ünlü olan Hollanda’nın iki denize kıyısı var. Bol adaları, turizmi ve markalaşmış ürünleriyle de bilinir. İnekleri, atları, iki yüzü aşkın peynir çeşitleri, çiçekçiliği, sebze ve meyveciliğiyle kendisinden kat be kat büyük olan ülkeler ile boy ölçüşebiliyor. Konya kadar yüz ölçümü olan bu ülke Türkiye’den daha fazla ihracat yapmakta. Aklıma Güney Kürdistan geldi. Yılda üç mevsim tarım yapılabilecek verimli topraklara sahipken domatesi bile Türkiye’den alması bir felakettir. Felemenkçe, Hint-Avrupa dil ailesinin Cermen dilleri grubundan. Hollandaca ve Flamanca gibi lehçeleri vardır, bunlar özellikle yazılı dilde birbirine oldukça yakındır. Amsterdam’da İsviçre’den tanıdığım dostum gazeteci Jean ve sevgilisi ile bir kafeteryada buluştuk. Efrin savaşı, Türkiye’nin ne yapmaya çalıştığı, Batılı ülkelerin duyarsızlığı, siyaset ve sanattan konuşuyoruz. Efrin için üzgünler. Batılıların bir şey yapmadığını düşünelim, fakat Kürd halkı birlik içinde hareket eder ve Türkiye zararının karından fazla olduğunu görürse kuşkusuz savaşı tercih etmez” görüşüme katılıyorlar.
“Hollandacanın Almanca ve İngilizce karışımı bir dildir.” diyorum. Jean itiraz ediyor ve anlaşılan “Karışım” demen hoşuna gitmiyor “Evet ama bu sonuçta yerine oturmuş bir dil. Dillerde birçok organizma gibidir. Gelişir, güzelleşir ya da sahip çıkılmasa ölür.” diyor haklı olarak.
O Türkiye’yi ve Kürd sorunu ile ilgili sorular soruyor ben Hollanda‘ya dair sorular soruyorum.
Jean “Hollandalılar dillerine sahip çıkıyor” diyor. Maalesef biz henüz o bilinçte değiliz, oysa bir ulusu ulus yapan dilidir” diyorum.
“Ressamlarınızın bolluğu Almanca ile İngilizce arasında sıkışıp kendinizi resim yoluyla ifade etmenizden mi kaynaklanıyor” diye espri yapıyorum. O bana “Demek siz Kürdler de dilinizi geliştiremediğiniz için silah yoluyla kendinizi ifade ediyorsunuz” biçiminde cevaplayınca gülüyoruz.
Dış cephelerin kırmızı tuğlalarla örüldüğü evleri maketlere benziyor, düzenli mahalleler, sokaklar pırıl, pırıl. Akşamları o maket gibi evlerin camlarından loş ışıklar saçıyor. Gece Amsterdam’ı dolaşıyorum. Gece kulüpleri, kafeler, barlar ve coffe-shop’larıyla Avrupa’nın eğlence ve özgürlük başkenti adeta.
Kentin ortasındaki meydanda heybetli bir fizof heykeli. 16.asırda yaşayan Amsterdamlı Spinoza kendi döneminin felsefesinin en önde gelen rasyonellerinden biridir. Düşünceleriyle Bruno’ya benziyor. Spinoza’da yanlış anlaşılmanın kurbanı ve doğru anlaşılmamanın hedefi olmuş. Kilisenin linçine maruz kalmış ve büyük din düşmanlarından biri olarak hedef gösterilmiş. Oysa eserlerinin temel kaynağı sevgi, bilim ve erdem, fakat kilisenin otoritesine karşı geldiği için saldırı, teşhir ve tecritten kurtulamamış. Ama olsun, bugün o filozof anılıyor fakat kilise değil.
Çoğu ressamın kaderinde, öldükten sonra üne kavuşmak var. Van Gogh'ta bu ressamların belki de başında gelir. Çok eser vermiş, kendisine özgü bir tarz yaratmış. Kulağını kesen ve bir hastane odasında intihar eden bu ressamın yaşamına büyük merak salmıştım aynı zamanda bir ressam olarak. Şimdi onun ülkesinde onun müzesindeyim. Fırça darbeleri, renk kullanımı kendine has ve etkileyici tarzı insanı büyülüyor. Amsterdam'da kanallar, bisikletler, düzenli bahçeler insanı içine çekiyor. Dolaşmaktan yoruldum ve otelime döndüm Van Gogh’un Yıldızlı geceler tablosunda uyumak istiyorum…
Hollanda’da bilinçli bir yurtseverlik vardır. Bağnaz değiller. Dillerini, kültürlerini korumak, geliştirmek ve ulusal değerlerine verdikleri önemi çok rahat hissedersiniz. Refah düzeyi yüksek Amsterdam’ı gezerken yoksulluk içindeki Kürdleri düşünüyorum. Muş ovası Hollandalıların olsa bir milyon insan refah içinde yaşardı. Üstüne üstlük lale Muş kökenlidir, oradan İstanbul’a İstanbul’dan Hollanda’ya getirilmiş fakat dünyaca ünlü bir markaya ve sektöre kavuşturulmuş. Muşlular uyumasın, toprak, su ve güneş var fakat o bilinç yok. Ve devletsizlik...
Gelişmiş uygarlık modern tarım ve üretimdir. 1.yy’da yaşamış olan Romalı filozof S. Maior Kuzey Denizi boyunca ve denizden daha alçak bir rakıma sahip topraklarda yaşayanların “suya karşı” yürüttükleri zorlu mücadeleyi şöyle anlatır. “Deniz günde iki kez uçsuz bucaksız bir ülkenin üzerine büyük bir hızla dökülür, öyle ki yerin karaya mı yoksa denize mi ait olduğundan şüphe edilir. Hiçbir dağı olmayan bu ülkede, kendi kurdukları yüksek tepelerde acınacak durumda olan bir halk yaşar. Halk bu tepeleri, bildikleri en yüksek su seviyesinin üstündeki bir yükseklikte kurmuştur.”
Hollanda halkı, deniz ve toprak ile aşinadır. Düşmanlık boyutunda tehlike yaratan suyu uysal ve verimli hale getiren muhteşem bir çalışkanlık, yurtseverlik ve yetenekten söz ediyorum. Toprak, bilimsel bir tarımla işlenmesi hayatın ve zenginliğin temel kaynağı olmuş. Burada deniz her şeye hüküm eder. Deniz suları ovalara dökülmesin diye yurt ve özgür yaşam tutkusuyla dev setler örmüşler. Herkesin denizler ile boğuşmasının bir anısı bir tecrübesi var. Su ile haşır neşirler. Su her şeye ve herkese hırsını, hırçınlığını, yumuşaklığını ve hayatın önemli bir elementi olduğunu kabullendirmiştir. Suya karşı gelmek yerine suyla barışık yaşamanın yöntemlerini bulmuşlar. Toprak, su, hava, bitkiler, hayvanlar ve güneş arasındaki uyuşumu ve dengeyi sağlayarak su ile barışık yaşayan bir ülke. Düşünüyorum Hollanda halkı devlet olmasaydı var mıydı şimdi yeryüzünde? [email protected]
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.