Bu hafta sonu İtalya’nın sır dolu bir kentine gidiyorum, yoldayım, garip düşünceler girdabındayım; düş ile gerçeklik arasında gelgitler içindeyim. Gelecek geçmişte saklı diyor tarihte derin izler bırakan erdemli sesler. Tarihin lanetli yüzünden iblisler, tarihin aydınlık yüzünden kendileri için hiçbir şey istemeden halkı için şahadete ulaşanlar sorumludur.
İlk insanlığın, dinlerin ve dillerin yeşerdiği topraklar kanla sulanıyor şimdi… Sur içi, Ey Sur içi yüreğimin içi, halkım direniyor, sömürgecilik sökülüp atılması gereken bir ölümcül illet. Her şeye rağmen umutluyum, aydınlık günler sandığımızdan da yakın. Hep kin, nefret ve ölüm mü düşecek payımıza? Bu kez tarihin akışı bizden yana. Dünyayı güzelleştirmek, iyinin ve daha iyinin peşinden koşmak değil miydi?
Önümüzdeki yıl Güney Kürdistan’ın devlet ilanı, bir süre sonra ardından üç Kürdistan ortaya çıkacak ve ardından üçü birleşecek; merak etmeyim bu tarihin kesin bir hükmüdür ve hem de Ortadoğu’nun en aydınlık ülkesi olacak. Ama her eskide bir yeni, her yenide bir gelecek saklı, Yas tutan tarih, yeni destanlar ve söylenceler yaratıyor. Heredot, Ksenefon, Zerdüşt, kil tabletlerden ve yazıtlar tapınağında kendimizi arıyoruz. İskitler, Moğollar, Haçlılar ve Tiranların Tiranı geçiyor uykularımızdan. Düşlerimiz parselleniyor, dillerimiz ve kimliklerimiz mühürleniyor. Ve bize miras kalan yürekle görmenin acısını çekiyoruz. Eskide mi aramalı yeninin şifrelerini? Ve bir sır gibi gülümsüyor ve fısıldıyor bizlere tarih.
Heyecanla yola çıktım. Farklı simaların, dillerin ve dinlerin olduğu giz dolu mekâna doğru… Bir ses gibi kayıp giden uzamdayım. Göğe ağan kayalıkların, karlı dağların eteklerinden, direksiz bir göğün altında göz alıcı bir peyzajın içinden geçiyorum. Kendi içimizdeki ölümsüzlüğe ermek için denizin ortasında yükselen heybetli bir kayalığın tepesinde Zeus’un kurduğu kente çıkıyoruz. Göz alabildiğine her şey sonsuzluğa uzanıyor. Yakamozlu deniz, gülen bir yüz. Duru mavi gök. Ve usta bir ressamın fırçasından fırlayan balıkçı tekneleri. Kentin eskil tınısı tarihin derinliklerine götürüyor. Tanrıça ile sırlarını bugünlere taşıyan, Babil, Asur, Med ve Armen destanlarını konuşuyoruz.
Görkemli heykeller, kubbeler, tapınaklar ve mozaikler ile bezeli bu kentten gitmek istemiyor insan… Görünen ve dokunulan her şey; yollar, çeşmeler, uzayan merdivenler ve binalar baştan başa ince işlenmiş nakışlı bir hayat… Her taş insana bir öykü fısıldıyor. Sokak müzisyenlerinin akordeonundan Pan’ın coşkusu yayılıyor, kitara ve lir çalıyor başı sarmaşıklı ve saçları yerlere kadar uzanan kadınlar... Kayalara çarpıp geri dönen dalgalar, okyanusun ufkuna dönüyor. Her şey havaya ve suya karışıyor ve herkesin gözlerinde deniz kımıldıyor. Yorgun bir nehir gibi akan kalabalığa dalıyorum; herkes biraz İnka, Maya, Viking, Grek, İtalyan, İspanyol ve Mezopotamyalı. Kentin topografyasını gösteren hayaletler kulesine çıkıp meyan kökü şerbeti istiyorum.
Antik yüzlü tanrıçayı beklerken, nefeslerini nehirlere, günahlarını ateşlere atanları ve toplu mezarlarda yatanları düşünüyorum.
Özgürleşmeye, mutluluğa ve bilgiyle nasıl ulaşılacağını bilemedik. Oysa yüzyıllardır kin ekenlerin, kemikleri toprakta birer paslı kılıçken, sevgi ekenler binlerce yaban gülü olup her yıl yeniden yeşerirler.
Gerçeklikle, düşsellik girdabında çocukluğuma uzanırken zaman kavramını yitiriyorum. Nehirler çılgınlaşıp şafaklar tutuşuyor, sesler ve ruhlar karışıp akıyor bir çağlayan gibi. Binlerce yıl öncesine benzeyen bir hayatın giz perdesi aralanıyor. Anfal! Çöllerde yüzbinlerce toplu mezarlarımız, baskınlar, direnişler ve çarpı işaretli adresler…
Her kesin sesinde kimlik yarası, gözlerinde bin keder…
Tanrıça’nın ruhuna benzettiğim deryalar ve yanardöner nehirler bilirim.
Bizleri sarıp sarmalayan ve kendine katan aziz sular bilirim.
Simdi ruhumuzda özgürlük ateşi ve yürürüz, mevsimler kış olsa da ufkumuzda hep bahar.
Ararat’ ta hafif bir yel eser, sodalı denizimiz zümrüt yeşil.
Okurum yüzünde ki destanı, anlarım dilinde ki stranı, köylerimiz tar û mar. Bin yıllık yalnızlık ve acılar silinmeli gözlerinden ve biz tarihimizi yazmalıyız yeniden.
Ansızın büyük bir gürültü ile irkildim. Kent alev alevdi…
Antik yüzlü Tanrıça ağlıyordu. Anladım ki insanın olduğu her mekânda ölüm ve yaşam, aşk ve nefret, acı ve mutluluk, güzellik ve çirkinlik, erdem ve lanet her biri diğerini açığa çıkarmak içindi. Doğanın etkinliği kimilerini lanetli kılarken, kimilerini erdemli kılması kaçınılmazdı. Bu kentin efendisi gökyüzünün, şimşek ve gök gürültülerinin tanrısı bir mağarada büyüdüğünde doğan bütün çocukları yutan Kronus’u yenerek kardeşleri Poseideon ile Hades’i ve diğer çocukları kurtarır, sonra Olimpos dağında tahtını kurar. İstediği her şeyin şekline girebilen Zeus aslında vurgun yemiş bir sevdalıdır. Leda için bir kuğu, Europa için boğa oluşu ve sonra Ganimes adlı bir kaz çobanına aşık olurken, tanrısallığın aslında ezmek, horlamak değil kurtarmak, yaşatmak ve sevmek olduğunu anlatmak istiyordu. Çünkü nefretin, kendisini ve çevresini kirletip tükettiğini, sevginin ise kendini hep yenileyen sonsuz bir enerji olduğunu biliyordu.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.