Bu dünyada yalnız olmadığımızı bir türlü anlamak istemiyoruz. Gözle görünmeyen, elle tutulmayan canlılara “Cin, İfrit” gibi isimler koyup, işlediğimiz tüm suçlara birer günahkâr arıyoruz. Adını “Şeytan” koyup ve boş bir kuyuyu taşlayanlara dönüştük. Salgın ordular kasırgalar gibi eserek geldi; kolera veba, domuz gribi, kuş gribi, Ebola, Corona ve adını daha bilemediğimiz bin bir türlü ordu; uçma ve sıçrama yetenekleriyle, ellerindeki sivri mızrakları ciğerlerimize saplamak üzere üstümüze üstümüze gelirlerken korkak adımlarla arkamıza bakmadan kaçıyoruz. Bu ordular kendilerinden kaçamayan yaşlılarımızı boğarlarken cesetleri üstüne “İyi bir miras bırakmadınız!” diye not bırakıyorlardır herhalde.
Çok güvendiğimiz gözlerimiz bunları görmeye muktedir olmadığı için “havar havar” diyor ve tanrılara sığındık. Çok sonraları bilimin gelişmesiyle gözle görülmeyen bu canlıların fosillerinden aşı üretip vücudumuzun bağışıklık sistemini güçlendirme yoluyla kendimizi güvene almaya çalıştıysak da kolay olmadı bu. Bu ordular yıllar sonra mutasyon değiştirerek tekrar geri geldiler. Tekrar aşı bulana kadar bu mızraklı ordulara karşı bu gidişle çok kayıp vereceğimiz kesin. “Belki de güçsüzlüğümüzü, çaresizliğimizi görüp bizlere acıyıp pozitif mutasyon geçirseler de öyle kurtulsak” diye umut ediyoruz. Anlayacağınız onların merhametine kalmışız şimdilik.
Bir gerçek var ki, Tevrat'a, İncil'e, Kur'an'a Budizm’e ya da herhangi bir dine, kitaba sığınmak bu yaratıkları daha çok çileden çıkarıyor. Biz günahkârları öyle bir terörize ettiler ki el sıkışamaz, yan yana gelemez, göz göze duramaz olduk ve evlerimizde karantinalara kapattık kendimizi. Çok akıllıydık(!)ya, dinimize ve ideolojimize göre birbirimizi aptal aptal suçlayıp duruyoruz. “Kapitalizm” diyor, “Yeni bir dünya düzeni” diyor, yok olmadı “ABD üretti” deyip çaresizliğimizden birçok komplo teorisi geliştiriyoruz. Kapitalizm; Şeytan, Cin, Ammar, Marid, İfrit gibi bir kavramlara dönüşürken, bizler korkudan evlerimize hapsolduk. Dehşet içinde şaşkınlığımız devam ederken, çok sevdiğimiz paranın da bu koşullarda pek değer ifade etmediğini de öğrendik sonunda. Fakat bir gerçek var ki tarihte ilk kez Corona 19 savaşçıları Kabe’yi, Vatikan’ı, camileri, kiliseleri, sinagogları kapattırıp dinlere diz çöktürdüler. Bununla da yetinmeyip spor ve eğlence mekânlarını da kapattılar.
Saldırgan Coronalardan bazılarını esir alıp laboratuvarlarda mikroskop altında bir milyon kez büyütüp yüzleşsek bile, onlar bize diş biliyor, parmak sallayıp tehditler savuruyor hâlâ.
“Sizler var ya sizler, iki ayak üzerinde yürüyüp kendilerini çok akıllı sananlar, sizler çok kudurdunuz, bizden çekeceğiniz var. Çocuklarınızı şimdilik bağışladık fakat sizleri değil!” diyorlar.
Yine de ders almıyor ve utanmıyoruz. Oysa çok çaresiz bir durumdayız ama aklımızda bir kimyasal silah geliştirip hepsini jenositten geçirmek var. Bu yeni nesil düşmanlara karşı etkisizleştirici silahları henüz üretememe beceriksizliğini havaların ısınmasına bağlayıp erteledik umutlarımızı. Esir aldığımız
Corana 19 savaşçılarından bazılarını laboratuvarda ısı işkencesine tabii tuttuk. Isıyı otuz dereceye yükselttiğimizde, Corona 19 savaşçıları “Oley, yaşasın, işte bu ısıyı çok sevdik!” diye sevinç naraları atınca bizim de korkumuz daha da arttı.
İnsanoğlunun bu barbarlığına karşı Corona 19 orduları akıl almaz bir strateji geliştirmiş, hayvanları canlı canlı yiyen, dünya nüfusunun en kalabalık olduğu Çin’den başlatmışlardı savaşı, fakat ABD titriyordu. Oradan Avrupa kıtasının İtalya’sında ikinci bir cephe savaşını, başka bir saldırı taktiğini de İspanya’da uygulamaya başladılar.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.