Halk arasında bir deyiş vardır: “Bir sıçrarsın çekirge, iki sıçrarsın çekirge, üçüncüde ele geçersin çekirge.”
Eksiği ile beraber, kırıntıda olsa Osmanlı da bir ümmet düşünce uygulama geleneği vardı. İkinci Mahmut’tan itibaren, İttihat–Terakki uygulamaları ile filizlenen ve Atatürk şahsında ilkeleşip kök salmış, Kemalizm ile Faşistleşen Kemalist Türk devleti, ayırım yapmaksızın Anadolu’daki dindar halka, özellikle Kürt halkına çok çektirdi. Bu zihniyet, Türklere devlet kurdukları için, Türkler (adeta) Allah ile savaşmak olan bu uygulamaları iyi–kötü içlerine sindirdiler. Fakat Kürtler hiçbir zaman bu zulmü kabullenmediler. Hep bir kurtarıcı bekledi.
Nitekim PKK ile Kürtlerin ilişkilerine de bu gözle bakabiliriz.
Bursa da yayınlanan Olay Gazetesinin 23 Şubat 1998 tarihli nüshasında, Bursa eski barolar başkanı ve Bursa da yayınlanan Olay gazetesi köşe yazarı Av. Sn. Ekrem Demiröz beyin benimle yaptığı röportajda konu şöyle dile getirmişim:
“(Tüm Kürtlerle beraber) Ben küçüklüğümden beri, bir polisin ya da askerin düğmesini koparmanın suçu idamdır korkutmalarıyla büyüdüm. PKK ise değil düğme koparmak, askerleri ve polisleri öldürdü. Bu bizlerin (Kürtlerin) korku dolu bilinçlerini alt üst etti. Çok açık söylüyorum, ben PKK’lı değilim ve bu öldürmeleri de hiçbir zaman onaylamadım. Ama olup bitenler karşısında, demek ki polis de asker de öldürülebilirmiş diye düşündüm. İçinde biriken öfkeyi bilince dönüştüremeyen kimi Kürtler PKK’yi intikamlarını alan bir güç olarak gördüler. PKK’nin can kırımlarından ötürü belki birilerinin yüreği soğuyor ama - bana göre – PKK’nin yaptıkları Kürt halkına yarar sağlamıyor. Örgüt sadece bana zarar verene zarar veriyor çünkü. Benim kaybettiklerimi bana geri vermiyor ki.
Belki PKK, devlet korkusunu ortadan kaldırdı ama onun yerine kendi korkusunu koydu. Oysa Kürtlerin en fazla korkusuzca yaşamaya ve özgürce karar vermeye ihtiyaçları vardır.”
Kürt cenahında faşist Kemalist Türk devletine bakışı bu iken, millet–(ırk) ayırımı yapılmaksızın, “Muhafazakar” dindar Anadolu halkına inanç ve bu inanca göre yaşamayı isteyen halka yapılan vahşice uygulamalar, halkın belleklerine kalın harflerle yazıldı ve onlarda hep bir kurtarıcı bekleyip durdular. Ta ki (yetmez ama evet diyeceğimiz) Demokrat Parti, 14 Mayıs 1950 seçimlerinde halkın önemli bir kısmının oylarını alarak tek başına iktidar oluncaya kadar. Türkiye de Kemalist faşist siyaset bir daha tek başına iktidar olmadı.
Demokrat Parti ve onun devamı olan siyasi partilerin (yetmez ama evet diye bileceğimiz, biraz liberalizm, biraz faşizm, birazda Kemaliz ile sulandırılmış) siyasetleri de genel olarak Anadolu halkını tatmin etmiyordu. Aslına bakarsak, açıktan sloganlaştırmasalar da halk, hem dini yaşamını hem de insan haklarına saygılı ve özgürlüklerini sonuna kadar kullanabilecek, özgür bir yaşamayı yaşamak için “Muhafazakar–Demokrat” bir yönetim peşinde idiler. Yani her yönüyle Kemalizm den kurtulmak istiyorlardı.
Recep Tayyip Erdoğan ve arkadaşları, bu siyaseti ve bu siyasetin ilkelerine bağlılıklarını halkı inandırarak hayata geçireceği vaadi ile ve halkıda; “bunu başaracağına” inandırarak ortaya çıkınca Kürdü ile Türkü ile (adeta) onları kucağında oturdu. Halk; “artık Kemalizm”in mezaliminden kurtuluyoruz umuduna kapıldılar. Halk tam 22 yıldır bu umutla Erdoğan’ı iktidar da tutuyor.
Fakat artık “Muhafazakar–Demokrat” ilkelerinden ayrılıp, iktidar gücün şehvetine kapılıp ilkesizleşen, Kemalistlerin dümen suyuna kapılan bir Erdoğan var kaşımızda.
Burada Erdoğan’ın önünde iki yol var:
Ya samimiyetle ve Allah’tan affını dileyerek “Muhafazakâr–Demokrat” ilkelerine geri dönüp tekrardan halkının kalplarına girecek;
Ya da kendisinden öncekiler gibi tarihin çöp kutusuna girmeye razı olacak.
Değerli okurlar ve dostlar; yukarıda anlattıklarıma ve Erdoğan’a da bağlantılı olduğu için, bizzat yaşadığım bir olayı metafiziğe, yani İlahi maneviyata inanmayanın ve hatta olayı bizzat yaşamış şahsım da dahil olmak üzere, metafiziğe-İlahi maneviyata inananların çoğunun da inanmasında güçlük çekeceğinde emin olduğum, fakat 25 Şubat 2022 tarihinde geçirdiğim son derce ağır beyin kanaması hastalık esnasında bizzat yaşadığım ve de ciddi dersler alınması gerektiğine inandığım bir olayı aşağıda size anlatmak istiyorum.
https://www.nerinaazad2.com/tr/news/life/health/gecmis-olsun-
Olay şu: Cizreliyim fakat Ankara da yaşıyorum. 25 Şubat 2022 Cuma günü, Cuma namazı için camiye gidip Cuma namazımı kıldım. Oradan, yakındaki semt pazarına uğradım. Eve lazım olacak bazı şeyler alıp eve bıraktım. Başka bir iş için şehir merkezine gitmek gerekiyordu, toplu taşıma otobüsüne bindim, vücudumda anormal bir rahatsızlık görülmezken birkaç durak gittik, otobüs durduğu duraktan müşterilerini alıp hareket etti, saniyeler içerisinde birden müthiş bir baş ağrısına yakalandım, aracın bir-iki dakika zarfında uğrayacağı ilk durakta indim, oradan kestirme yolla kendimi eve atmaya çalıştım. Fakat yolda iki defa içimdekini boşaltım. 25 yıldır tansiyon hastası ve 40 yılı aşkındır ara sıra baş dönmesi ve mide bunaltısına duçar olduğum için bu olayı da ara sıra yaşadığım hastalıktan sayarak, önemsemeyerek, elimdeki ilaçlarla geçiştirmeye çalıştım. Ertesi gün çocuklar beni kahvaltıya çağırıp içinde bulunduğum kata yanıma geldiklerinde durumumu iyi görmemiş olacaklardı ki hemen ambulans çağırmaları ile Ankara Dışkapı Yıldırım Beyazıt Eğitim ve araştırma hastanesinin acil servisine gittik. Orada beyin kanaması geçirdiğimi teşhisini koydular. Hemen yatış servisinin yoğun ünitesine yatırdılar. Fakat şu ana kadar hem konuşma olsun hem de lazım olan hareketlerde hiçbir sıkıntı çekmiyordum. Baş ağrısı da kesilmiş, normal tedaviye devam etmekte iken, tedavinin tahminime göre ya üçüncü veya dördüncü günü olacak ki, şuurum yerinde olmakla beraber, birden konuşmam ve hareketlerime hakimiyetim kesildi. Tam manasıyla şuur yerinde olmakla beraber, artık meramımı ifade edecek ne bir konuşmaya nede bir musluğu kapatacak derecede bir bilince ve bir iradeye sahibim.
Durumum bu iken, gündüzün aile fertlerim etrafımda, bende kesinlikle uyanık, hiçbir şeye yaslanmada bir şekilde yatağımda oturur bir vaziyette iken ve hep beraber sohbet ederken, daha doğrusu daha fazla onları dinlerken ve onların gözlerin önünde ve onların fark etmediği bir ortamda, (birden bire yatağın üstündeki Yahya ile diğer aleme gitmiş Yahya Munis olmak üzere iki kişilik bir varlık olarak) kendimi bilmediğim bir binanın bodrum katındaki bir soruşturma odasında, konuşma ve hareketlerini kontrol etme kabiliyetini yitirmiş, başı eğik ve diz üstünde oturmuş, soruşturmaya hazır bir vaziyette kendimi buldum.
Bu durumda beklerken, birisinin içeri girdiğini fark ettim. İçeri giren şahsın sesinden anladığım kadarıyla tam karşımın sağında oturdu. Bakacak durumda olmamakla beraber kendisi konuşurken (o ortamın kalp gözüyle gördüklerim) zihnimde bir sima oluşuyordu. Boyu postu yerinde ve yüksek boylu. Yarı beyaz–kırmızımsı saçlı, sakalsız fakat bıyıklı 40-50 yaş arası, genç görümlü bir şahısla karşı karşıyaydım. Egemen konumda, alaylı, fakat tebessümlü bir güler yüzüyle ile bana hitaben; “Haydi başlayalım…!” dedi.
“Hani kendini çok güçlü görüyordun-zan ediyordun. Kolay kolay sana güç geçirenin olmayacağını, çok güçlü dostlarının ve taraftarlarının var olduğu kanaatindeydin. Şimdi ise artık hareketlerini kontrol etme ve konuşma kabiliyetini tamamıyla yitirmiş, her yönüyle yardıma muhtaç zavallı bir konumdasın. Bu durumdan, Allah’tan başka seni kurtaracak veya yardım edecek kimse var mı?”
Bu tehdit, azarlama ve çıkışlar sürerken benden çıt yok. Zaten istersem de ne bir şey söyleyecek ve ne bir harekette bulunacak durumda değilim. Çünkü şuur dışında her şeyimi yitirmişim .
Ara sıra vücudunun göz ucuyla kendisine bakmaya çalıştığımda, benden biraz uzakta, vücut ve siması görünmeyen, fakat oturur halde bir örtü altında bir varlıktan başka bir şey gömüyordum. Başımı eğip yüzümü dizlerime doğru başımı eğdiğimde hemen önümde tekrar oturur halde olduğunu hissediyordum.
Bu çıkış, azarlamalar ve tehditten sonra, bana şunu söyledi:
“Sen iyileşeceksin, bunda sorun yok. Fakat bir şartla;
İyileştikten sonra iç içe geçmiş İki şer güçle mücadele edeceksiniz. Biri Allah ile savaşmak demek olan Kemalizm ile diğeri onun beslemesi ve geleneksel Kürt toplumsal yapısını, ahlakını ve dinini bozmasını hedefleyen Apoizm– PKK hareketidir.
Kürt halkını da bu mücadele için hazırlayacaksınız, bunun için örgütleyeceksiniz.
Bu mücadele yaparken de korkmayacaksınız. Çünkü bu mücadelede kimsenin gücü onlara yetmez.
Allah’la savaşmak olan Kemalist sistemle yönetilen Türk devletini bu haliyle içselleştirerek ayakta tutan dindar Türklerle siyasi ve ideolojik tüm bağlarınızı keseceksiniz. Bunlarla ümmet bilinciyle İslam birliği olmaz. Allah’la savaşmak olan Kemalist sistemle idare edilen bir devlet ve bunu içselleştirmiş bir milletin öncülüğünde İslam Ümmet birliği olması imkanı olabilir mi?
Onun için hakiki ümmet bilinci üzerine İslam ümmetinin oluşması için, Kürtlerin üncülüğünde ve Kürdistan merkezli bir hareketin başlatılması, bunun için çalışmanız gerekiyor ve bunun için çalışmanızı istiyoruz.
Geçmişte büyükleriniz, atalarınız bu uğurda nice başkaldırılar yaptılar, on binlerce, hatta yüz binlerce şehit verdiler, şimdi hiçbir şey olmamış gibi uğrunda şehit verdikleri davayı ortadan kaldıranlara tabi olmuşsunuz ve üstelik onların varlığını ve kurdukları düzenlerini kabul edip içselleştirmişsiniz. Ve üstelik sizin Kemalist düzene tabi olmanız ve bu düzeni içselleştirmeniz, halkın da bunu kabul etmesine vesile oluyor. Peki, geçmişte bu uğurda verilen mücadele ve bu uğurda verilen kayıplar ne olacak? Üstelik o muhterem zatların artık isimleri bile anılmıyor.
Erdoğan yönetiminden çok umutluyduk, fakat umduğumuz gibi olmadılar. (Burada başta Erdoğan olmak üzere hem Ak Parti yönetimi hem de yönetimdeki isimleri bende saklı üç ismi zikir ederek haklarında çok ağır ifadeler kullandı.)
Bunun için Kürtlerin öncülüğünde merkez Kürdistan olacak şekilde yeni bir Ümmet hareketi başlatılmalı. Eğer iyi niyetli Türkler bu çerçevede ittifak kurmak istiyorlarsa elbette onlarla ittifak kurulur. Fakat merkez Kürdistan olacak ve hareketin öncüleri Kürtler olacak.”
Soruşturma bu çerçevede sürerken o esnada bana hasıl olan kanaat bu şahıs hastalığıma sebep olmuş ve bu mesajları vermek için hastalığı bahane etmişler.
Soruşturmamız bu çerçevede sürüp sonlandı. Tekrardan aniden kendimi ayni pozisyonda ayni sohbet ortamında yatağımın üzerinde buldum.
Bu ara doktorum kızım Jiyan’a durumum hakkında bilgi verirken, “bu beyin kanama izi sürekli kalmakla beraber hastanın normale dönüş için 6 ay ile bir yıl arasında bir zamana ihtiyacı var” demiş.
On gün sonra hastaneden çıktık. Çocuklar doktorun söylediklerini bana söylediklerinde onlara yukarıdaki görülmeyen soruşturma olayını anlattım. 15 gün sonra çekilen TOMOGRAFİ ile kontrole gittiğimizde doktorlar şaşıracak bir şekilde dediler ki:
“Kanama nedeniyle beyin üzerine biriken kanın çekilip kuruduğunu, gün begün konuşmanın da düzelmeye başladığını müşahede ediyoruz”.
Bu hastalık ve hastalık vasıtasıyla bizzat yaşadığım olayın ve aldığım mesajın bana bıraktığı izlenim; “işin aslı, vermek istenen mesajın verilmesi ve mesajın iletilmesidir. Hastalık ile bunun için bahane oluşturuldu.”
Bilmiyorum manevi bilgilere sahip alimler buna ne derler, gerçekten bende merak ediyorum…?
Okuyucuların yorum iletişimi için:
[email protected]
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.