Bu yazı dizimizin geçen 6. bölümünde özet olarak şöyle demiştik:
"1800’lerin ilk yarısından (Kürt Mirliklerinin ortadan kaldırılmasından) itibaren, yani Mevlana Şeyh Halid-i Şehrezorî – Bağdadî den 1990 yılına kadar, genel olarak Kürdistan bölgesinin hakimi, dini tarikatlardı. Meleler onların danışmanlığını, Aşiretler de onların kolluk kuvveti görevini görüyorlardı. Yani dini yönetime ek olarak yanında idari yönetim de bunların eline geçti.
Bölgenin istisnasız tüm sorunları onların hükmüyle çözülürdü. Buna ek olarak;
Kürt Milli davalarının öncülüğünü de, (Şeyh Ahmedê Xanî–Hani, Şey Abdusselam Barzani, Seyyid Taha – Abdulkadir-i Nehriler, Şeyh Mahmud Berzenci, Şeyh Said-i Piran, Seyit Rıza, Kadi Muhammed ve Mele Mustafa Barzani gibiler başta olmak üzere % 90’ı) Kürdistan’daki tasavvuf önderleri yapmışlardır. Yine istisnasız Kürtlerin yaşadığı her dört ülkede, son iki yüzyılın tüm Kürt milli hak arayışlarında (PKK hariç) öncülüğü hep tasavvuf önderleri yapmışlardır."
"Kemalistlerin bilerek oluşturmuş oldukları “Kürt Meselesi” yüzünden çaresizlik içerisinde bırakılmış (Kürdü ile Türkü ile) tüm Anadolu halkına neden tekrardan bu zatların yolu çare ve derman olmasın?" diye sormuştuk.
Kürtler de çok önemli bir atasözü vardır: "Giyayê hewşê tehle." Yani avlunun otu acıdır.
Bazı şahsiyetler doğuştan liderlik ruhu taşımaktadır. Bunlar ne yapıp edip bir millete veya bir topluma lider olmak için uğraşıp dururlar.
Bu doğuştan lider ve dahilik genine sahip bazı Kürt şahsiyet var ki bilimsel ve düşüncesel bazda bırakın Türkiye ve Kürdistan’ı dünya ve İslam alemini etkileyen insanlar olmasına rağmen çoğu Kürtler bunların varlığının bile farkında değildirler. Örneğin dünyada ilk mekanik robot yapan ve bunun uzantı olacak bilgisayarın temelini atan Cizreli Ebul İz El Cezeri olduğu gibi bunlardan biriside Güney Kürdistan'dan Süleymanye'li bir Kürt olan "Mevlana Şeyh Halid-i Şehrezorî – Bağdadî" dir. Mevlana Halit, Nakşibendi tarikatının ikinci (modern) merhalesinin yani Tarikatı ilimle bütünleştirerek sosyalleşmesinin korucusudur.
Bilen bilir, bütün tasavvufta Allah'a severek bağlanmak var. Korkulan Allah değil sevilen Allah. Hatta daha da ileri boyutları var, aşk. Şimdi böyle baktığınız zaman tabii şunu diyebilirsiniz. İnsanlığı, hatta evreni birleştiren şey, sevgidir, aşktır. İşte Mevlana Halit, Kürdistan ve Anadolu başta olmak üzere Güneydoğu Asya'nın ta Endonezya ve Filipinler'e kadar bu yöntemle İslam’ın hoş görü yönünü yaymış. Ve böylece o bölgelerde İslamiyet’in kalıcılığını sağlamıştır. Hatta şöyle bir anekdot anlatılır: "
Mevlana Halid’in son halifesi Şeyh Halid’i Ciziri Şam’da iken Mevlana Halid’den hem ilmi hem de manevi dersler alır. Mevlana Halid kendisine halifelik verdikten sonra onu tekrar Cizre’ye gönderir ve Cizre halkını irşat ile görevlendirir. Kendisini Cizre’ye gönderirken de; “Cizre halkı tamamıyla irşad olmadan senin Cizre’den ayrılmana izin yoktur.” diye talimatta bulunur. Cizre’de insanları hakka davet eden bu ilmiyle amil âlimin çalışmaları sonucu, kısa sürede gözle görülür İslami bir gelişme olur.
Bu hal böyle devam eder. Bir gün Cizre’de şöyle bir olay olur. Cizre'den geçen Dicle nehrinin her iki yakası arasında insan, hayvan ve yük taşımacılığı yapan (halka arasında) gemi–büyük kayık denen araçta geçen yolculardan biri Gemide-kayıkta heybesini unutur. Heybede bulunan eşyaların arasında bir kese altında vardır. Günlerce o heybe orada kalır. Kimse el sürmez. On gün geçtikten sonra, Gemivan denilen kayık sahibi heybeyi olduğu gibi alıp Şeyh Halit'i Ciziri'ye götürür durumu anlatıp teslim eder. Şeyh Halidi Ciziri de bu durum karşısında Cizre halkının bu hassasiyetini görür ve artık bölge insanının Mevlana Halidi Bağdadi’nin işaret ettiği noktaya geldiklerini anlar ve Cizre’den ayrılıp, başka bir yerde İslami tebliğ ve irşad vazifesinin zamanının geldiğini söyler ve Botan bölgesinin bir nevi merkezi sayılan Gabar dağında bulunan Basret Köyüne yerleşir. Şeyh artık bu köyde kalıcı olarak oturur. Aynı zamanda Basret Köyü Nakşibendîliğin o bölgedeki başkenti olur. Çünkü birçok yerden Şeyh’in sohbetine katılmak ve ondan ilmi/manevi dersler almak için halk, alim ve fakihler akın etmeye başlar.
Bu uzun soluklu çalışmalar neticesinde Kürdistan'da hemen hemen Tarikatla ilişkisi olmayan insan kalmaz. Yani herkesin bir aşireti olduğu gibi herkesin bir Tarikatı da olduğu bir vakıa olarak kayıt edilir.
“Yavuz Sultan selim ve İdrisi Bitlisi anlaşmaları ile oluşan ve o zamandan beri devam eden yarı-bağımsız Kürt emirliklerinin II. Mahmut zamanında yıkılışlarında, başta İngiliz ve Almanlar olmak üzere Avrupa emperyalizmi bu Kürt Mirliklerin yıkışlarında önemli rol aldılar ve bu politik değişime yol açan başlıca faktörlerden biri oldular.
Osmanlı ordularının bu işi tamamlamalarında yardımcı olan aslen Alman subaylardır.( Moltke (1841) Von Moltke Osmanlı ordusunda danışman olarak görev yapmış Alman subaylardan biridir. Kürt Mirlerden Said Bey’in kalesinin kuşatılmasına ve Kuzey Kürdistan’ın pasifize edilmesine katılmıştır.) Kürdistan Osmanlı İmparatorluğuna dahil olduğundan beri dolaylı olarak Kürt hanedanları tarafından yönetilmekteydi ve büyük ölçüde özerkti.
17. Ve 18. yüzyıllarda merkezi denetim iyice zayıflamıştı, ancak Sultan II. Mahmut (1808-1839) Osmanlı yönetiminin dağılmasını hızlandırmak amacıyla olsa gerek, Avrupalıların baskısıyla merkeziyetçiliği güçlendirici ve doğrudan yönetimi sağlamayı amaçlayan bir dizi askeri ve idari reform yapmak zorunda kaldı veya bırakıldı. Kürt Mirler konumlarını kaybederek yerlerine merkezden gönderilen valiler atandı. Bunun neticesinde huzursuzluk ve çelişkiler giderek arttı; emirlikler dağılınca durumdan yararlanarak gücünü arttırma peşindeki reislerin elinde kalan aşiretler birbirleriyle çatışmaya başladılar. Mirler bu gibi rekabetler neticesinde ortaya çıkan çatışmaları kontrol altına alabiliyorlardı; yönetimleri katıydı, ama etkin ve güvenilirdi. O döneme ait birçok rapor asayişin berkemal olduğundan ve can ve mal güvenliğinin sağlandığından bahseder. Mirler idareyi ele aldıktan sonra denetimindeki bölgelerde başta soygun olmak üzere pek çok suçun işlenmesini önlemiştir. 1834’te bu bölgede bulunan İngiliz gezgin Frazer şöyle yazar: “Soyguncuların tüm gücü ve çevreleri yok edilmişti: şöyle ki kim başka birisinin malıyla yakalanırsa hemen mahallinde yargılanıyor ya da acımasızca oracıkta öldürülüyordu…” Ve tekrar belirtir “Mirlerin yönetimindeki her yerde yolda bir kese altın bile gören olsa dokunmayarak en yakın köyün muhtarını haberdar ederdi. O da bunu gerçek sahibi ortaya çıkıncaya kadar saklardı.” (Fraser 1840)
Mirlerin yerine atanan valiler yerel olaylara ilişkin ne onlar kadar bilgi sahibiydiler ne de halkın nezdinde meşru yöneticiydiler. Bu nedenlerden dolayı da aşiretler arası çelişkilere ve kan davalarına çözüm getirmeye muktedir değillerdi. Bazı valiler kasten bu çatışmaları körükleyerek, böl ve yönet taktiğini de güdüyorlardı. Bunun bir neticesi olarak da eski emirliklerde kanunsuzluk ve güvensizlik hüküm sürmekteydi.
İşte bu koşullar nedeniyle halk kendi bölgelerde bulunan Şeyhlere baş vurdular, bu asayişsizlik, can ve mal güvensizliğin önün geçilmesi için kendilerine yardımcı olmalarını istediler. Bu nedenle Şeyhler hızla politik önderlik rolünü üstlenebildiler. Devlet memurlarının aşiretler arasındaki çatışmalara çözüm getirebilecek görüşmeleri sürdürecek ne yeterince otoriteleri ne de meşruiyetleri mevcut olduğu halde şeyhler, özellikle de kan davası güden tarafları barıştırma gücüne sahiptiler. Böylece aşiretler arası çatışmalara çözüm getirmek suretiyle fiilen politik bir üstünlük de kazanmış oluyorlardı (bugün bile aşiretler arası çatışmalara çözüm getirecek konumda olmaya politik iktidara giden en emin yol gözüyle şeyhlere bakılmaktadır). Aşiretler arası çatışmalar beklenmedik boyutlara ulaşarak tehlikeli bir hal alınca aşiret üyelerinin şeyhleri (bunların müritlerinin sayıları Mevlana Halid’in gayretleriyle epey artmıştı) sorunlara çözüm bulacak kişiler olarak görmeleri ve bunun neticesinde şeyhlerin otoritelerinin aşiret sınırlarını aşarak politik önderler haline gelmelerine yol açacak bir biçimde artması doğaldır”
“Bu ortamda şeyhler güçlenmeye başladılar ve bu dönemden itibaren Kürdistan’da neredeyse önemli politik önderlerin çoğu ya şeyhlerdir ya da en azından şeyh ailelerinin üyeleridir.
Şeyhlerin en sadık müritlerini en çok sömürülen, toplumun en alt tabakasından yani aşiretsiz köylüler arasından bulduklarına dair yapılmış gözlemlerle çelişiyor gibi gözüküyor. Fakat bu bir gerçektir. Örneğin, Barzan şeyhleri Zibari ağalarına (ve diğer ağalara) karşı sömürülen, aşiretsiz köylülerin savunucusu oldular. Pratiğe baktığımızda genel olarak bu işe adanmış köylülerin genelde yoksul köylüler, ya lumpen proleterler, ya da küçük zanaatkarlar arasından çıktığıdır.
Bu konu şöyle özetlenebilir; 19. yüzyılın ilk otuz yılında Mevlana Halid ve onun ardında halifeleri tarikatı yaymak amacıyla giriştiği eylemler neticesinde Kürdistan’da şeyhlerin sayısında artış oldu. Kürt emirliklerinin yıkılmasıyla ortaya çıkan genel kargaşanın hüküm sürdüğü ortam günlük yaşamlarında herhangi bir korunmadan yoksun birçok kişinin bir güvence arayışı içinde dine (yani şeyhlere) dönmelerine neden oldu. Böylece şeyhlerin nüfuzu arttı. Önceleri mirler tarafından sağlanan otoritenin yokluğu aşiretler arasındaki çatışmaların sayısında ve ciddiyetinde önemli bir artışa ve küçük aşiret reisleri arasında iktidar kavgasına yol açtı.”
“Evvelden bire bir halkla temas kurarak onları dini ve ahlaki eğitimden geçirerek, dini pozisyonlarını ve Kürdistan'ın tek eğitim kurumları olarak kurdukları Medreselerini de kullanarak/devreye sokarak halka yönel yaptıkları eğitim ve sosyal faaliyetlerle bu nedenlerle Pozisyonları itibariyle zaten aşiretsel örgütlenmenin dışında yer alan şeyhler, bu çatışmalara son verebilecek tek otorite haline geldiler. Mevcut huzursuzluklarda ara-buluculuk işlevlerini yerine getirirken kendi güçlerini arttıra bildiler. Böylece şeyhler idari ve sosyal bazda güler yüzlü Kürdistan’ın en güçlü yerli kişileri oldular ve olmakla beraber açıkça (Kürdistan'ın tek eğitim merkezleri olan) Medreselerinde verdikleri Kürtçe eğitimle ilim, kültür, sosyal ve toplumsal bazda Kürt milli duyguların odağı haline de geldiler.” (Martin van Bruinessen Ağa, Şeyh, Devlet. Sayfa: 65-166-340 -341-342 -346-347-348)
Şeyhler bu otorite sağlama çalışmalarında hiç bir zaman kaba kuvvet ve şiddet kullanmadılar. Peki o zaman bunu nasıl sağladılar? Bunu tasavvufi eğitim ve terbiyesiyle sağladılar. Bilinmesi gerekir ki, İslam’ı yaymak ve insanları Allah'a bağlamak iki yolla yapılır: Birincisi, insanları Allah'la korkutmak. İkincisi de İnsanlara Allah'ı sevdirmektir.
Burada mesele şu; Bütün tasavvufta Allah'a severek bağlanmak var. Korkulan Allah değil sevilen Allah. Hatta daha da ileri boyutları var da, aşk. Şimdi böyle baktığınız zaman tabii şunu diyebilirsiniz. İnsanları ve İnsanlığı, hatta evreni birleştiren şey, sevgidir, aşktır.
İslam tarihine baktığımız zaman silahla İslam’a bağlanan yerlerde eğer fetihten sonra geniş kapsamlı tasavvufi eğitim ve çalışma yapılmamışsa, otoritenin kırılması ile genellikle eski dinlerine dönüş olmuştur. Örneğin Emevilerin güney Avrupa'da ki girişimleri ile Osmanlıların yüz yıllarca egemenlik sağladıkları Doğu Avrupa da sağladığı iktidarı gibi.
Fakat tasavvufi çalışmaların işlendiği Orta Asya ile Güney ve Güneydoğu Asya (ki burada Mevlana Halid'in halifelerin çok çabaların ve çalışmaların olduğu yerler hasebiyle) ülkelerindeki İslamiyet’in bariz başarısı görülmektedir. Hiç şüphe duyulmasın bu etkinliğin yumuşak gücü Güney Kürdistan’da daim var oldu ve şu anda da iktidardadır. Yukarıda bahis ettiğimiz (Şeyhlerin tasavvufi eğitimiyle) Kürt Mirlikerin otoritesiyle yönetilen huzur içerisinde güvenlikli Kürdistan’ın mayası, şu anda Kuzey Kürdistan’da fiili olarak iktidarda olmasa da, şu anda ezici bir şekilde sessiz güç olarak Kürdistanlıların kalplerinde iktidardadır. Akıllı ve bilinçli bir çalışmayla kalplardaki bu rızaya dayalı bu sevgi rahatlıkla fiili iktidara çevrilebilir.
İnşallah devam edeceğiz...
Yorum ve irtibat için [email protected]
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.