2005 yılında, Erbil Hewreman otelinin restoranında Osman Öcalan'la karşılaştım. Yanında beş altı kişi daha vardı. Samimi bir ortamda sohbet etme imkânı buldum.
Samimiyet oluşunca kendisine şu soruyu sordum:
"Bu samimi ortam içinde bana PKK'nin gerçek mahiyetini anlatabilir misiniz?" Olur dedi ve özetle şunu söyledi:
"Biz PKK'yi kurarken Kürt davası için değil de, Türkiye de sol sosyalist devrim yapmak için kurduk. PKK’nın İlk ismi de sanıldığı gibi “Partîya Karkerê Kurdistanê” değil de, “Partiya Komunîsta Kurdistanê” dir. Amblemimiz de çekiç orak idi. Baktık ki bu isimle Kürt halkına gidersek kimse bize yüz vermez. Bunun için niyet, amaç, amblem ve hatta kısaltılmış isim bile değiştirilmeden bu kısaltılmış isme uyum içerisinde kalarak yine “PKK” olarak “Partîya Karkerê Kurdistanê” olarak değiştirdik.
Yine Kürtlüğü amaçlamadan fakat çalışmalarımıza “katık” olsun diye Kürtlüğü kullandık. Fakat Kürt milleti o kadar Kürtlüğe susamış olacak ki biz “leb” dedik, onlar hemen “leblebi” olarak algıladı ve bizi tüm gücü ile Kürtlük sahasına çekti. Etrafımızı kuşattı. Fakat PKK'yi yöneten kadrolar (ki büyük çoğunluğu Alevi ve komünistler) Kürt halkının bunca fedakârlığa rağmen ilk kuruluş amaç ve ideolojileri olan Komünistliğinden vazgeçmedi. Kürtlüğü de ve Kürleri de bu amaçları için kullanmalarına devam ettiler ve ediyorlar.
2004 yılında yapılan PKK'nin 8. kongresinde 400'e yakın delegeyle hem bu konuyu hem de devam etmekte olan ateşkesi, devam ettirip ettirmemeyi detaylı bir şekilde tartıştık. Kürt milli şuuruna sahip bir ekiple, "Artık Kürtleri aldatmaktan vazgeçip Kürtlük milli davasına dönüş yapıp bunun için mücadele etmemiz gerektiğini, ( O zamanın şartlarına göre ki öyle idi de) Kemalist olmayan ve yeni iktidara gelmiş Ak Parti hükümetine bir şans tanımak için Ateşkesin devam etmesi gerektiğini, bunun da Kürt milli davamıza hizmet edeceğini.Yoksa bunca fedakârlığa rağmen Kürt milletine ve milli davasına ihanet etmiş olacağımızı” deklere ettiğimizde, kongreye katılan delegelerin ezici bir çoğunluğu bu önerimizi kabul edip karara bağladılar.
Kongre bu atmosferde bitecekti ki aniden bir gelişme oldu. Sn. Öcalan'ı temsilen kongreye katılan Sn. Öcalan'ın avukatı Mahmut Şakar, (ki basından öğrendiğimizde Ergenekon davasında tutuklandığında MİT’in müracaatı üzerine MİT’in adamı olduğu tespit edilince serbest bırakıldı- YM) ayağa kalktı ve aynen şunu söyledi: "Lütfen bütün ses kayıt cihazlarıyla beraber kameraları da kapatın. Beni buraya gönderen irade ateşkesin bozulmasını ve PKK'nın mevcut ideolojisi üzerinde davam etmesini istiyor. Konu kapanmıştır" Bunun üzerine, delegelerin ezici çoğunluğu tarafından alınan karar iptal edildi. Sürmekte olan ateşkesin bozulmasına ve PKK'nın mevcut sol ideoloji üzerinde (daha doğrusu Alevi ve komünistlerin hâkimiyeti çerçevesinde) siyasetinin devamına karar verdirildi. Tabii ki Şakar'ın bu çıkışıyla toplantı buz kesildi. Toplantı dağıldıktan sonraki süreç içerisinde, PKK de kopuşlar başladı. Başta ben ve PKK'nın üst kadroda olanları da dâhil olmak üzere Kürtlük milli şuuruna sahip üç binin üzerinde gerilla ve sivil siyasetin içerisinde olanlar PKK den ayrıldılar."
Peki, PKK, Kürdün fıtratına, dinine, gelenek ve göreneklerine, hatta toplumsal ve sosyal yapısına, 180 derece zıt olmasına, bunca yıkım ve kayıplara ve üstelik buna mukabil Kürt halkının hayatını kolaylaştıracak zerre kadar kazanım da elde etmemelerine rağmen, bu kadar halk arasında neden taban buluyor ve halk neden onu sahipleniyor?
23 Şubat 1998 tarihinde Toplum sorunları araştırma vakfı - TOSAV toplantısı için gittiğimiz Bursa da Olay gazetesine verdiğim mülakatta buna benzer soruya verdiğim cevap kanımca bu soruya cevap olacaktır.
Bence mesele şu: "
“Ben (bunu tüm Kürtlere de teşmil edebilirsiniz) küçüklüğümden beri, bir polisin ya da askerin düğmesini koparmanın suçu idamdır korkutmalarıyla büyüdüm. PKK ise değil düğme koparmak, askerleri ve polisleri öldürdü. Bu bizlerin (dolayısıyla tüm Kürlerin) korku dolu bilinçlerini alt üst etti. Çok açık söylüyorum, ben PKK’lı değilim ve bu öldürmeleri de hiçbir zaman onaylamadım. Ama olup bitenler karşısında, demek ki polis de asker de öldürülebilirmiş diye düşündüm. İçinde biriken öfkeyi bilince dönüştüremeyen kimi Kürtler PKK’yı intikamlarını alan bir güç olarak gördüler. PKK’nın can kırımlarından ötürü belki birilerinin yüreği soğuyor (dolayısıyla kazanç peşine düşmeyi önemsemiyor) ama - bana göre – PKK’nın yaptıkları Kürt halkına yarar sağlamıyor. Örgüt sadece bana zarar verene zarar veriyor çünkü. Benim kaybettiklerimi bana geri vermiyor ki.
Belki PKK, devlet korkusunu ortadan kaldırdı ama onun yerine kendi korkusunu (misliyle) koydu. Oysa Kürtlerin en fazla korkusuzca yaşamaya ve özgürce karar vermeye ihtiyaçları vardır."
İşin püf notasının da bu olduğu kanaatindeyim.
Yani Kemalist zalim düzen Kürtlere o kadar çektirdi ki, Kürtler (adeta kendinden geçercesine) içinde birikmiş kinin intikamını alacak bir ortamın beklentisi ve arayışı içerisine girdi. PKK Kürtlerin bu beklenti ve arayışın farkına vardı ve gerçekten iyi de kullandı. Tabii ki Kemalist düzeni devam ettiren derin devlet, toplumsal barışı sağlamak için bu kinin ateşini soğutacağına, (adeta PKK'yi desteklercesine) bu kini körüklemek için bol bol malzeme üretip Kürt halkına düşünme fırsatı bile vermeden fevç fevç PKK safına aktarım yapmasına adeta yardımcı oldu.
1990’ların ortasında TBMM tarafından kurulmuş olan göç komisyonunun verilerine göre, PKK’nın ortaya çıkışından bu güne kadar çatışma nedeniyle bölgede, 4200 köy ve mezra boşaltılmış. Bu köy boşaltmalar neticesinde (ve şehirler de son dönemde meydana gelen olaylar nedeniyle) 4 ile 5 milyon insan yerinden edilmiştir.
PKK- HDP siyasetinin temel ( insan ) kaynağının, köy boşaltmaları nedeniyle oluşan zorunlu göç olduğunu bilmemiz gerekir. Yukarıda belirttiğimiz gibi köy boşaltmaları nedeni ile yerinden edilmiş 4 ile 5 milyon insan sayısının oluşturduğu oy sayısı ile HDP çizgisinin sürekli Kürtlerden aldığı kemikleşmiş ( 2.5 – 3 milyon ) oy sayısının nasıl da denk geldiğini göz ününde bulundurursak gerçek ortaya çıkıyor.
“Kemalist düzenin kurulduğu ilk yıllarından PKK ayaklanmasına kadar Kemalist düzenin Kürtlere yaptığı zulmün, haddi hesabı olmamasına rağmen köy boşaltmalarıyla bu zulüm doruk noktasına ulaştı.
Zorunlu göç sırasında çok ağır olaylar yaşayarak ruhen çok örselenmiş bir kitle oluştu.” Özellikle genç bir kitle. Bu kitle öyle bir kinle büyümüş ki, gözleri hiçbir şey görmez olduğu gibi hayatı kolaylaştıracak bir beklenti içerisinde de olmadılar.Yani tümü ile umudunu yitirmiş, sürekli intikam peşinde kuşan bir kitle oluştu.
Acılarını anlatmalarına rağmen, şöyle olsun veya devlet bizim için bunu yapmalı gibi isteklerini ifade etmiyorlar. Adeta devleti zihinlerinden silmiş ve devletten bir beklentileri de kalmamış. Hayata karşı umutlarını ve her şeylerini kaybetmiş bir konumda oldukları için çok fazla bir beklentileri de kalmamıştır. İşte buna adeta “toplu cinnet geçirme” safhası denilebilir.
PKK, Son 20-30 yıldır köylerin boşaltılması nedeni ile zorunlu göçe maruz kalan bu grubu, yani halk kesiminin mağduriyet ve nefretini kullanarak, halk üzerinde yandaş taban oluşturmaya uğraştı. Bu grup PKK vasıtası ile (kazanım gözetip amaçlamadan) ceberut Kemalist düzene karşı kinlerinin intikamını alma fırsatına kavuştular. Bu vesile ile PKK bu grubun nefretini kullanarak (kazanım da sağlayarak intikam alınabilecek güçlü ve güven verecek bir alternatif milli kimlikli bir kuruluş olmayıncaya kadar ) Kürt halkı arasında aşılması zor bir temsiliyet elde etmiş bulunmaktadır. Bundan dolayıdır ki PKK, kendini zerre kadar sorgulama ve sınırlamaya tabi tutmadan, Kürt halkı arasında istediği gibi at koştura bildiği gibi denetimsiz ve sorgusuz karar alma hakkını da kendinde bulmaktadır.
En son örneği, bu Şubat ayında HDP kongresiyle yaptığı icraatlardır.
Bilindiği gibi
-Demokrasi demek, korkusuz bir ortamda halkın özgür iradesiyle herhangi bir konuda (başkaları tarafında kendisinin önüne konulan projeyi değil de) zihninde oluşmuş iradesini onaylamaktır. Bu kongrede olan, kapalı kapılar ardında karanlık bazı odakların günler, aylar belki de yıllar önce Kürt halkının geleceği üzerinde yapılan senaryonun, onaylamış bir planın mağdur ve mazlum Kürt halkını (üstelik) alternatifsiz bırakmak suretiyle önüne koymuş olduğunu, kendisine düşen sadece bu senaryonun figüranı olarak onaylamak ve hatta kendisini bunun onaylatmak mecburiyetinde bırakmakla demokrasi mi olur, Allah aşkına?
HDP'in kongresinde olan Demokrasi tiyatrosuydu. Günlerce karanlık güçlerce atamasını karara bağlamış, Kürt halkının değerleri olan Sn. Barzani’ye "puşt" diyen Kürtler açısından hiç bir değeri olmayan bir Kemalist'i Kürtlerin başına (belki de Sn. Barzani’ye ettiği küfürden dolayı mükâfat olarak) kayyum olarak atanmasıydı.
Her şey ayan beyan ortadadır.
Sezai Temelli'nin (bizim bilmediğimiz,) değil günlerce, aylarca, belki yıllarca önce atanması karara bağlandı mı, yapılmadı mı? Buna itiraz edenlerle beraber
kongreye katılan Kürt halkından hiç bir insanın bu Kemalist’in kimler tarafından ne amaçla kayyum olarak zavallılaştırılmış ve aldatılmış Kürt halkın başına atandığını bilen var mı?
Kongreye katılan on binlerce Kürdün bunu kabul etmeme ve bu Kemalist’i seçtirmeme şansı ve de haddi var mıydı?
İşte kırk yıl sonra Apocuların Kürt milletine dayattığı ve reva gördüğü "demokrasi"nin kalitesi bu kadar.
Her at süvarisine göre kişner diyorlar ya!
Hepsi bu kadar!
Fakat demek ki Kürtlerin bunu görmesi ve anlaması için 40 yıl geçmesi gerekiyormuş.
Şimdi çıkacaklar, ağızlarına sakız yapıp hep altını boş bıraktıkları; “Ulusal kongre, Kürtler arasında birlik gibi boş lafları tekrarlayıp duracaklar!
Bu tiplere hep beraber söylenecek sözlerimiz şu olmalıdır:
“Geçti Kürdün pazarı sür eşeğini, Kemalistlerin limanına.”
Bana soruyorlar; “İyi de Yahya bey 40 yıldır sen neredeydin diye kimse sana sormuyor mu?”
Bunu diyenlere iki cevabım olacak.
Birincisi şudur:
Değil kırk yıl, (yani Kürdistan mirliğin ortadan kaldırılmasıyla) ailece iki yüz yıla yakındır (özellikle Botan, ki Van'ın Bahçe Saray dan başlayıp batı Kürdistan'ın El Cezire bölgesini de içine alarak Şengal'e kadar uzanır) Kürdistan sahasında Kürt halkıyla bire bir beraberiz...
Bu süre zarfında kesintisiz ve minnetsiz Kürt halkına hizmet ediyor ve özgürlüğü için mücadele veriyoruz. İstisnasız tarih buyunca bu hizmete muhatap olanlarla beraber buna şahitlik edenlerin bu aileye karşı gösterdiği saygı ve muhabbet bunun kanıtı olarak kabul edilmeli. Bu sadece Kuzey Kürdistan'la'da sınırlı da değil. Güney ve batı Kürdistan da buna dâhildir. Sadece benim şahsımı ilgilendiren kısmının özetinin özetini görmek isteniyorsa buyurun Facebook sayfamın fotoğraf kısmına bakabilirsiniz. Eğer buna da ikna olmayanlar olursa Facebook - Messenger sayfam üzerinde mesaj olarak e-mailini bana gönderirseler onlara daha fazla bilgi gönderebilirim.
İkincisi: HDP kongresinden günlerce önce, HDP’de bulunan belli başlı Kürt milletvekillerine gönderdiğim mesajla, “Kemalistlerle işbirliğinden vazgeçin, Sn. Osman Baydemir gibi birini genel başkan seçtiğiniz takdirde başta dindar Kürtler olmak üzere tüm Kürtler arasında ciddi bir ittifak ve işbirliğinin olacağını, bunu sağlamak içinde benimde bu konuda ciddi ve tatmin edici katkılarım olacağını” söyledik. Maalesef dinleyebilecek irade bulamadık.
Fakat HDP içerisinde bu anlatımlarımıza itiraz ve eleştirenler oldu.
Şöyle ki:
"Kürtler ile birlikte mücadele edip bedel ödeyenler ise sizin açınızdan hep Kemalist’tiler...
Bu düşünce ile aslında Kürt ve Türk halklarının ortak düşmanlığını körüklemek ve halkları birbirlerine boğazlatmak değilmidir diye sormazlar mı?” Diyenlere cevabımız:
-Ankara Kızılay meydanının göbeğinde hemde herkesin olabileceği otobüs durağında canlı bomba arabayla sivil halka saldırmak, alışveriş merkezlerini içindeki masum insanlarla beraber vahşice ateşe vermek "Kürt ve Türk halklarının ortak düşmanlığını körüklemek ve halkları birbirlerine boğazlatmak" iki halkı düşmanlaştırılmıyor da,
"Kürtler kendi kendileri olmalı, başkasının kuyruğuna takılmamalıdır" söylemi mi halklar arasında düşmanlığı körükleyip birbirini boğazlamalarına sebebiyet veriyor öylemi?
-"Kürtler ile birlikte mücadele edip bedel ödeyenler ise sizin açınızdan hep Kemalist’tiler.."
-"Kürtlerle beraber olanlar-bedel ödeyenler" kimlerdir acaba? Gerçekten bunlar Kürtlerin kazanımları için bedel mi ödediler? Yoksa Kürtlerin sırtında bir yerlere gelmek, Kürtleri yönetecek kademelerde yer alıp Kürtlerin yok oluşları üzerinde inşa edilmiş Kemalistlerin kuyruğuna Kürtleri takıp hem dünyasından hem de ahretinden mahrum bırakmak ve üstelik bu makam kazanımlarını korumak için de sürekli Kürtlere bedel ödetmeye de devam etmek.
Örnek olarak, (Kürtlerin sırtında asalak gibi yapışan ve fiili olarak Kürtleri yönetip geleceklerini belirlemede en etkili konumda olan) Sırrı Süreyya Önder, Ertuğrul Kürkçü, Duran Kalkan, Mustafa Karasu, Ali Haydar Kaytan, acaba Kürt davası uğruna hangi bedeli ödediler ve Kürlere de ne kazandırdılar? Çoğu kırk yıldır Kürtlerin arasında olup onları yönettikleri halde kürdün dilini bile öğrenme tenezzülünde bile bulunmuyorlar. Buna mukabil PKK’nın egemenliğinde bulunan her yerin yönetim dilini (bu paşaların keyfi üzerine) Türkçeleştirdiklerini görülmektedir. Buna ilaveten Türkiye dışında PKK’ye katılan Kürtleri bile Türkçe öğrenmeye zorluyorlar.
Kürdün sırtında asalak gibi yaşayan bu paşalar; kendi zihniyetlerinin fantastik "devrimcilik oyunların uğruna" Kürde ödettiği bedeller, Kürtlerde yüz yıl bile altından kalkamayacak yıkımlara sebep olmuştur.
Bunların fantastik devrimleri uğruna (PKK şahsın da) Kürtler;
Doğru olduğuna ve mukaddes amaç olarak bilinen, birleşik, bağımsız, büyük Kürdistan şiarı ile ortaya çıkıldı. Kürt Halkı bu iddia duygusu ile kendini ulusal kurtuluş mücadelesine konsantre etti. Bu uğurda her türlü bedele de gönüllü olarak da hazırladı ve sonunda;
"On binlerce can kaybı, on binlerce faali meçhul cinayet, binlerce köy yıkımı ile virane bir Kürdistan, Kürt sermaye ve aydın potansiyelin %80'nini Anadolu'ya göç ettirmek, milyonlarca (12 milyon) Kürt evladını Anadolu şehirlerinin varoşlarında sefil, aç ve biçare olarak asimilasyona mahkum ettikten sonra yukarıda isimlerini saydığım Kürtler içerisinde bulunan Kemalistlerin lejyonerlerin müdahalesiyle ve Apo ve onu takip eden Apocuların bunlara karşı aşağılık kompleksi dolu olan tavırları ile bunların dümen suyuna girip, onlara teslim olması neticesinde, gelinen nokta şu oldu;
Şerefli ve onurlu Kürt halkını Figen, Ertuğrul ve sokak serseri ve komedyeni Sırrı Süreyya Önder gibilerin emrine amade ettirip, tarih buyunca Kürtlerin can, millet ve ırz düşmanı olarak Kürtlerce bilinen, Kemalistlerin kuyruğuna taktıktan sonra, utanmadan ve ar damarlarını patlatırcasına; "Bağımsız Kürt devletine karşıyız, bağımsız devlet istemek hıyanettir. Zaten (çabamız neticesinde) bağımsız Kürt devlet fikrini çöp kutusuna attık" söylemiyle gururlanıp, bağımsızlık sembolü olan ala rengini (sözde özgürleştirdikleri) Rojava da ayakaltına alan ve aldıran mı değer taşıp takdiri hak ediyor,
Yoksa uğrunda milyonların canını kurban ettiği bağımsız Kürdistan mefkûresini (fikrini) canlı tutup bu uğurda neredeyse tüm dünyanın muhalefetine rağmen bu amaç uğruna dik durmayı ilke edinen mi takdiri hak ediyor. Doğrudur bunu görmek feraset ister. Bu feraset yoksa ne yapılabilinir ki!
Son söyleyeceğim şu olsun;
Eğer PKK’yi yöneten ana kadronun yedi kişiden beşi komünist-Alevi ise,
HDP’nın 60’şe yakın milletvekillerinden 40’ka yakını komünist-Alevi ise,
Partinin hiçbir icra koruların birinde görevi olmadığı halde, sokak serserisi ve komedyeni Sırrı Süreyya Önder gibi dışarıda HDP gibi sözüm ona Kürt partisini yönetme güç ve yetkisini kendinde bulabiliyorsa,
Eğer aynı Sırrı, Müslüman ve namus timsali Kürtlerin adına İstanbul’un göbeğinde ve dünya basının önünde Lut kavmini çağrıştıracak pankartı gururla taşıyabiliyorsa,
Kandilde PKK’yi yöneten Mustafa Karasu, Özgür politika gazetesinde Kürt aile yaşamını hedefleyerek Kürt milletini “namussuzluğa çağıracak” bir makaleyazma cesaretini kendinde bulabiliyorsa,
Kürt toplumsal değerlerini ortadan kaldırmak için başı gövdeden ayırıp yerine ayağı koyarak Kürt toplumsal yapıyı alt üst edip “Elo’yu” ağa yapmaya kalkışıyorsa ve sindirilmiş Kürt halkında hiç kimsede bu yapılanlara ses çıkaracak cesareti kendinden bulamıyorsa,
Kürtler başını iki elini arasına alıp iyice düşünmeli ve şunu haykırmalı;
“Min çi xwelî sere xwe kir”
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.