Bugünden itibaren devam edecek projenin somut konuları olan;
Kürtler ile Türklerin tarihten gelen ilişkileri, Kürt halkının toplumsal ve sosyolojik durumu, Kürt meselesinin bir sorun olmaya başlaması ve bu sorunun nedenleri, Tarikat ve Medreselerin Kürt toplumundaki yeri, bu sorunun çözümünde ve Türkiye\'de ve Kürdistan da kalıcı barışın sağlanmasında Tarikat, Medrese ve Alimlerin rolü ile sorunların çözümünde Meclis-i Meşayih örneği gibi konuları irdeleyeceğiz. Ve tüm bunların gerçekleştirmek için somut yol haritasını ortaya koymaya gayret göstereceğiz İnşallah.
Her şeyden önce dünyada tüm sorunların çıkış nedenleri ve bu sorunların giderilmesinin yolunu tespit etmemizin gerektiği kanaatindeyim.
Bundan sonra, Türkiye’deki Kürt sorununun ortaya çıkış safhalarını, sorunun suhulet ve kardeşlik edebiyatı dışında ilkelerine riayet ederek, kardeşlik hukukunu eksiksiz yerine getirecek çerçevede hal çaresini bulmaya çalışmalıyız.
Şunu bilmemiz gerekir ki dünyada, değil insanlar arasında ki sorunlar, hayvanlar dahil canlılar arasında çıkan tüm sorunların tek bir nedeni vardır. O da: kişi veya toplumların, kendi payına düşenle yetinmeyip başkasının payına tecavüz etmesinden çıkar. Bunun reçetesi de Hz. Muhammed’in şu hadisindedir: “Kendin için istediğin bir şeyi başkası için de istemediğin ve kendin için istemediğin şeyi başkası için de istemediğin müddetçe hakiki Müslüman değilsin.\"
Yani, günlük hayatta ve olaylara bakışta, kendini, karşıdakinin yerine koyarak olaylara bakıp değerlendirmek... Bunu becerebildiğimiz takdirde hem gücümüze dayanarak başkalarının hakkına tecavüz etmemiş oluruz, hem de dünyada mutlu, cennetvari bir yaşam yaşarız.
Kürtler ile Türklerin tarihten gelen ilişkileri
Kürtler ile Türkler bin yıla yakındır ilişkide olan iki halktır.
Kürt halkı yaşadığımız coğrafyada öteden beri yerleşik olan bir halktır. Türk halkı ise daha sonra Orta Asya’dan gelip bu bölgede yerleşmiş bir halktır.
Malazgirt Savaşı ile Anadolu’ya girip yerleşmelerinde Kürtlerin hayati derece de destek ve katkıları olduğu gibi, Yavuz Sultan Selim’in Kürt manevi önderlerinde ve ayni zamanda büyük bir siyasi dehaya sahip Mevlana İdrisi Bitlisi ile sağladığı antlaşma ile Osmanlıların, Çaldıran savaşı ile Ortadoğu’ya açılmasında,
Birinci dünya savaşında Mustafa Kemal’in Sivas ve Erzurum kongrelerinde Kürtlerle yaptığı antlaşma ile Kürtler, Türkiye Cumhuriyeti\'nin kurulmasında da hayati derecede pay sahibi olmuşlardır.
Kürtlerin Türklerle yapmış oldukları ilk iki antlaşmadan her kesimin, paylarına rıza göstermeye özen göstererek bir zarar görmedikleri yorumu tarihi vesikalardan yola çıkılarak da kolaylıkla yapılabilir. Ancak, Kürtlerin tarihi düşmanı olan İngilizlerin bir projesi olan İttihat ve Terakki zihniyetinin ve onun bir devamı niteliğindeki olan ( bu projenin taşeronluğunu üstlenen) Kemalist Cumhuriyet yönetimi ile yapılan son antlaşma ile, Kürtlerin amiyane tabirle tarihi bir kazık yediklerini ifade etmek yanlış olmaz. Öyle ki, bu tarihi aldatmacanın etkilerini üzerinden 90 yıl geçmesine rağmen halen yaşamaya devam ediyoruz.
Kemalist yönetim, Cumhuriyeti kurduktan sonra, sadece Kürtleri aldatmadı, Anadolu’daki Müslüman halkı da aynı akıbete layık gördü.
Adeta Türkiye’de demokrasinin yerleşmemesinin, Anadolu halkının inancını yaşayamamasının, Kürt sorunun bir türlü çözülmemesinin ve yoksulluğun ortadan kaldırılıp refahın oluşmamasının yegâne garantörü oldu bu düzen.
Bu sun\'i sorunların ortadan kalkması için Kemalist düzenin, tüm mağdurlarının el ele vererek kurtuluşları için birlikte mücadele etmeleri gerektiği kanaatindeyim.
Peki Kürt sorunu nasıl oluştu?
Bir sorun nereden kaynaklandığını ve nasıl oluştuğunu bilinmezse ne teşhis konulabilir ne soruna sağlıklı çözüm bulunabilir. Onun için işe oradan başlamamız gerekir ve başlayacağız inşallah!
Bilindiği gibi, Kurtuluş savaşı başlamadan önce, Mustafa Kemal ve arkadaşları, Sivas-Erzurum kongrelerinde ve sonrasında Kürtlerle iki hususta anlaşmışlardı:
1- Anadolu kurtarıldıktan sonra İslam ümmetini birbirine bağlayan “hilafet” makamı devam edecek.
2- Kurulacak devlet ( Türkler ve Kürtlerden meydana gelen ) iki uluslu devlet olacak. Kürtlerin kendi kendilerini yönetmelerine (tabi ki şeriat üzerine) izin verilecek.(...)
Nitekim, Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretlerinin de istek ve önerileri bu yöndeydi. (... )
Cumhuriyetin kuruluşuyla beraber verilen her iki söz de unutuldu. Kürtler söz konusu mutabakatı hatırlatınca, görülmemiş bir şiddet ve katliamla karşılaştılar. Kemalistler, Kürtleri imhaya kalkışıp varlıklarını bile inkâr ettiler. Bırakın eğitim ve resmi kurumlarda dillerini kullanmayı, sokakta bile kendi dilleri olan Kürtçeyi konuşmalarına bile müsaade edilmedi. (...)
Hem fert hem de toplum olarak, görülmemiş işkenceler uygulayıp, onlara karşı bir nevi imha politikası uyguladılar. Bu durumda, Kürtler (aldatıldıklarının farkına vararak) de mevcut tek örgütlenmeleri olan ve sığınak olarak kabul ettikleri medrese ve tekkelere sığındılar. Fakat Kemalist düzen bu tekke ve medreseleri de kapattı. Kemalistler tekke ve medreseleri kapatmakla kalmadı, Şeyh Sait kıyamını bahane ederek, Kürdistan bölgesindeki belli başlı Şeyh ailelerinin tüm fertleri için idam fermanı çıkardılar. Halk arasında “ Fermana Şêxa- Şeyhlerin fermanı” terimin halk arasında yerleşmesine bile sebep olundu. Bundan dolayı özellikle Botan bölgesindeki belli başlı Şeyh aileleri (Örneğin Mala Şeyh Hüseyinê Basretî -Oran aile ile Mala Şeyh Reşidê Dêrşewî –Munis ailesi ve mala Şeyh Seyda- Seyda ailesi) kaderin bir cilvesi olarak uğruna savaştıkları Cumhuriyetten kaçarak (evvelden Türkiye’ye saldırırken kendileri ile savaştıkları İngiliz ve Fransızların egemenliğindeki) Irak ve Suriye’ye sığınmak mecburiyetinde kaldılar.
Tüm bu baskı ve yasaklamalara rağmen, bu tekkelerdeki tasavvuf önderleri, her hâlükârda büyük bir sabırla halklarına sahip çıktılar. Halkın hâkimi, valisi, kaymakamı, emniyeti ve hatta (dualarıyla maddi ve manevi yönde) sağlığını temin eden doktoru bile oldular.
Sosyal alanda (gayri resmi ve yasak olmasına rağmen) bir nevi içe dönük özerk bir yaşam oluşturdular. Bunların yansıra, en önemlisi, Kürt halkı tarikat ve medreseler sayesinde dilini, kültürünü ve varlığını bu güne ( daha doğrusu PKK ortaya çıkıp hakimiyetini oluşturuncaya) kadar koruyabilmiş ve asimile olmaktan kurtulmuştur. (... )
Bu ihtiyaçlara binaen, tarikat ve tasavvuf öğretisi, Kürt halkı arasında müthiş bir örgütlenme sağladı. Adeta her Kürt ailesi (duygusal olarak da olsa) tarikatın doğal bir üyesi sayıldı. Bu durum öyle bir hal aldı ki (dindarlığa bakılmaksızın) tarikatı olmayan hemen hemen hiçbir Kürt aile kalmadı.
Konunun daha iyi anlaşılması için burada bir parantez açıp bu konunun uluslararası düzeyde uzmanı, “Kürt Etnografyası” denilince akla gelen ilk isim olan Hollandalı Antropolog ve Sosyolog Martin Van Bruinessen\'e başvuralım.“Ağa, Şeyh ve Devlet: Kürdistan’ın Toplumsal ve Ekonomik Yapıları” başlıklı kitabının girişinde Hollanda’da başından geçen bir anısını şöyle aktarıyor:
“Bir keresinde politik bir toplantıda, sosyalist işçi sendikalarında aktif olarak çalışan bir grup Türkiyeli göçmen işçiyle sohbet ediyordum. Sınıf bilinci gelişmiş işçilerdi. Türkiye\'nin doğusundan geldiklerini öğrenince, Türkçe konuşurken, Kürtçe konuşmaya başladım. Birdenbire konuşma daha da sıcaklaştı ve Türk arkadaşlarımızı dışlayan, kendi içine dönük bir grup halini aldık. Onları kışkırtmak niyetiyle, bölgelerinden tanınmış bir şeyhin arkadaşı olduğumu söyledim. Ancak beklentimin tam tersine, pek de dindar olmamalarına rağmen, kendilerini yine de duygusal olarak bir şeyhe bağlı hissettikleri için, şeyhin tanışı olmam beni onlara daha da yaklaştırdı” (...)
Bu durum, mevcut Kürt toplum yapısında p-80 oranında hâlâ devam etmektedir. Hatta aşiretlerin başında bulunan aşiret reisleri dâhil, bölgenin önde gelen tüm büyük ailelerinin, mensubu olduğu bir tarikatı ve tâbi oldukları bir Şeyhi bulunmaktadır. Yani aslında genel olarak tarikatlar, aşiretleri de kapsayan bir şemsiye yapı olarak, bugün de çok güçlü bir şekilde varlığını devam ettirmektedir. Nitekim Martin Van Bruinessen yukarıda adı geçen eserinde Kürt şeyhlerinin pozisyonlarını anlatırken;
“Pozisyonları itibariyle, zaten Aşiretsel ve iç çatışmanın dışında yer alan Kürdistan’daki Şeyhler, aşiretler arasındaki çatışma ve iç çatışmalara son verebilecek tek otorite haline geldiler... Ve Böylece şeyhler, Kürdistan’ın en güçlü yerli kişileri oldular ve açıkça \'bununla beraber\' milli duyguların da odağı haline geldiler.”(...)
PKK bugüne kadar tarikatları taklit ederek, tarikatvari bir örgütlenmeyle liderlerine mistik bir konum yükleyerek(...)(örneğin Abdullah Öcalan’ın doğduğu Halfeti’ye bağlı Amara köyündeki evi ziyaretgah yapmaya çalışmaları gibi, mistik bir hava oluşturarak) bu gücü kırmak için çok çaba harcadı. Ancak bu projeden en iyi ihtimalle ’lik bir oranda başarı elde edebildi. Bu ’lik tabanın da en az P’sini yine ittihatçı ve jakoben devlete, kin besleyen tarikatlara bağlı kesim oluşturmaktadır.
Nedeni de şudur: Yüz yıldan beri Kürt halkı, “bir polisin ya da askerin düğmesini koparmanın suçu idamdır” korkutmalarıyla büyüdü. PKK ise, değil düğme koparmak, Kürt halkı nezdinde düzenin temsilcileri olarak kabul edilen askerleri ve polisleri öldürdü. Bu Kürtlerin korku dolu bilinçlerini alt üst etti. Bunun bir sonucu olarak ilk etapta Kürt halkı herhangi bir mantıksal sorgulama yapmadan PKK\'ye kucak açtı. Bir nebze anlaşılır bir şeydir bu; zalim devlete karşı duranın yanında olursun. Bu duygusal bağda mantıksal bir sorgulama, bir halkın tarihi mücadelesi perspektifinden düşünüldüğünde, siyasi getiri/götürülerinin uzun uzadıya hesaplandığını görememekteyiz.
Böylece Türkiye\'de Kürt sorunu alevlenmeye başlayıp çevresini de yakma cihetine girdi.
Peki Kürt meseli böylesine yakıcı bir sorun haline geldikten sonra nasıl çözülür? Dahası bu çözümden Türkler ve Kürtlerin aynı derecede memnun kalabilmeleri mümkün müdür?
Bu sorunun cevabını bulmaya çalışmadan önce Kürt halkının psiko-sosyal yapısını tahlil etmemiz gerekir.
Allah nasip ederse, gelecek hafta kaldığımız yerden devam edeceğiz...
Görüş ve önerileriniz için: [email protected]
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Nerina Azad'ın editöryal politikasını yansıtmayabilir.